• Sonuç bulunamadı

3.3 1946-1960 TARİHLERİ ARASINDA SAĞ

1924 ve 1930'da iki defa çok partili demokratik yaşama geçmeyi deneyen Türkiye, bu iki denemede de başarısız olunca, özellikle 1930'dan sonra iktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi devlet ile özdeşleşmeye başladı. Parti ilkeleri 1937'de anayasaya girince de bu süreç doruk noktaya ulaştı. 2. Dünya Savaşının özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplamasını kolaylaştırdı ve bu, bir Kent Burjuvazisi oluşturdu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı. (Bkz. Tunçay, 1983: 2021) Bütün bu gelişmelerin ardından basında ve mecliste çok partili siyasal sistemi savunan bir anlayış oluştu. CHP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de yaptığı konuşmalarla bu duruma destek oluyordu. Bu gelişmeler olurken, meclisteki bütçe görüşmeleri sırasında, CHP içinde başını Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak gibi bazı milletvekillerinin çektiği bir muhalefet oluştu. 11 Haziran'da kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, parti içindeki muhalefetin güçlenmesine yol açtı. Bu yasanın görüşüldüğü sırada Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, parti Meclis Grubu'na Dörtlü Takrir* olarak bilinen bir önerge verdiler. Bu önerge ülke ve parti yönetiminde liberal düzenlemeler yapılmasını istiyordu. Ancak bu önerge 12 Haziran'da reddedildi. Bu gelişmelerden sonra Menderes, Köprülü ve Koraltan partiden çıkarıldı. Bayar ise önce vekillikten sonra partiden istifa etti.

*

Dörtlü Takrir, 12 Haziran 1945'de CHP'li Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes , Fuad Köprülü'nün meclis grubunda açık olarak görüşülmek üzere verdiği önergedir. Dört kişi verdiği için Dörtlü Takrir diye anılmaktadır. Demokrasi isteği olan önergenin anafikri, bütün dünya hürriyet ve demokrasiye geçerken, Türkiye'nin de tek parti demokrasisinden kurtulması, serbest seçimler, basın hürriyeti idi. CHP bu dört kişiye karşı çıkarak, Menderes, Köprülü ile Koraltan'ı partiden ihraç etmiş Celâl Bayar ise istifa etmiştir.

DP, Dörtlü Takrir'e imza atanlar tarafından 7 Ocak 1946'da kuruldu. Parti genel başkanlığına ise, Bayar getirildi. DP, ekonomi ve siyasette liberal düzenlemeleri savunuyordu.

Demokrat Parti, eşraf partisi olmaktan çok, kırsalın sesi olmayı hedefleyerek yola çıktı. “Türkiye’nin henüz ulaşılmamış kırsal bölgelerindeki siyasal potansiyeli

keşfederek, merkez ile mesafenin kapanması için büyük atılımlar gerçekleştirdi.”

(Akgül, 2002: 180).

Ayrıca Demokrat Parti ile özdeşleşen çok partili hayat beraberinde sağ-kanat halkçılığı da ortaya çıkardı. DP ile simgeleşen bu halkçılık, kitlelerle iletişiminde popüler kültürün göstergelerini kullanarak. Dinsel ve kırsal değerleri meşrulaştırdı. DP, halkçılık ve halk egemenliğine büyük vurgu yaptı. Yine siyasal bir girişim için talebin partiden (tepeden) değil, halktan (tabandan) gelmesi gerektiğini söyledi. (Bkz. Çelik, 2004: 89).

5 Haziran 1946'da Milletvekili Seçim Yasası değiştirilmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa tek dereceli seçim esasında gerçekleştirildi. 21 Temmuz 1946 tarihinde milletvekili genel seçimleri yapıldı.

Cumhuriyet Halk Partisi 396, Demokrat Parti 65 ve bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandı.

Türkiye Cumhuriyetinin ilk çok partili genel seçimi olan bu seçim adli denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yapılmıştı.

DP, 1950 seçimlerinde % 55.2, 1954 seçimlerinde % 58.4, 1957 seçimlerinde 48.6 oranında oy aldı. (Türkiye İstatistik Kurumu, 2009). Demokrat Parti, Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinden daha fazla oy aldı. (Bkz. Mardin, 2002: 68). Aslında kuruluş aşamasında köylüye destek olmak için yola çıkmışlardı. Ama şehirlinin de büyük desteğini aldı. Bu durum 2. Dünya Savaşından sonra Batı illerdeki köylerin şehirle hızlı bir entegre sürecine girmesiyle açıklanabilir.

Demokrat partinin bu başarısında hiç şüphesiz İslamcılara göz kırpmasının da büyük etkisi var. Mesela o zamana kadar laik oldukları için İslamcılar tarafından sert

bir şekilde eleştirilen DP, bir Ramazan ayının Cuma gününde Türkçe okunan ezanın artık Arapça olarak okunmasına karar vermesi, İslamcılar tarafından büyük coşkuyla karşılandı. Bundan başka 5 Temmuz 1950’de radyo programlarındaki dini yayın yasağı kaldırıldı, gene aynı tarihlerde seçmeli olan din dersi zorunlu yapıldı. Bütün bunların ardından İslamcıların talepleri arttı, durumdan rahatsız olan Menderes çeşitli tedbirler aldı. Aslında asıl amaç Kemalist reformları feda etmeden dini özgürleştiren bir parti olmaktı. Daha sonraki yıllarda ülke ekonomisinin bozulması (Dünyadaki ekonomik bunalımın da etkisiyle) sonucu DP İslami söyleme tekrar ağırlık verdi.

DP’nin bu tutumu bazı politik hesapların sonucuydu. Başta “olumsuz

mecralara kanalize olma istidadı göstermesi mümkün olan bir tepkiyi sistemin gelişmesinde destekleyici bir faktöre dönüştürdü.” (Bulaç, 1993: 72-73). Anti-

komünizm ile özdeşleşen İslamcılar komünistlere karşı mücadele de iktidara oldukça yarar sağladı.

1950’li yıllar Türk Sağ’ın da adeta bir dönüm noktası oldu. Şöyle ki; Türkiye hiçbir zaman sömürge ülkesi olmadı, ancak Osmanlının son zamanlarında ortaya çıkan Batıcılık akımı Türkiye’ye hakim oldu. (Bkz. Coşkun, 2001b: 18). Bu dönemde kültürel ve siyasi açıdan sağcılar etkin rol oynayamadı.

Gerek Milli Mücadele gerekse I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul ile Ankara arasındaki meşruiyet tartışması halkı tedirgin etmişti ama sağ için asıl dönüm noktası hilafet ve saltanat kurumlarının kaldırılması olmuştur. Çünkü muhafazakar kesimin en merkezi iki kurumu ortadan kaldırılmıştı. Bu durum muhafazakâr insanlar tarafından iktidardan uzaklaştırıldıkları anlamına geliyordu. Bütün bunların sonucunda modernleşmeyle başlayan merkezden kenara savrulma sözü edilen kurumların ilga edilmesiyle en uç noktaya ulaştı.

Kendilerine haksızlık yapıldığına inanan kitleler tepkilerini 1925 ve 1930 yıllarında kurulan partilere destek vererek gösterdiler. Fakat bu çok partili hayata

geçiş denemeleri uzun sürmemiş çeşitli sebeplerle bu partiler kapatılmıştı. Bu olaylar muhafazakar kesimin itilmişlik, dışlanmışlık hislerini iyice artırdı. (Bkz. Akgül, 2004: 119-120).

“1923-1946 tarihleri arasında Tek Parti yönetimi kesintisiz devam etmiş, dinin

ve toplumun dini hayatının uygulanan laiklik anlayışı doğrultusunda yeniden tanzim edilmesi konusunda çok ısrarcı davranmıştır. Kitle muhalefetine karşı sert ve caydırıcı tedbirlerle güçlendirilen uygulamalar, halkın sessiz çoğunluğunu, etkisi daha uzun sürecek bir itilmişlik ve bastırılmışlık haline sürüklemiştir.” (Akgül,

2004: 120).

Sağ'ın merkezden kenara savrulmasının bir nedeni de bazı iddiaların abartılarak sağ kamuoyunda konuşulmasıdır. Mesela “Hainler devletin her köşesine

sızmış, ihanet şebekeleri ağlarını germişti. Bir tarafta masonlar Türk milletinin kanını-iliğini emerek ticaret ve sanayi alanlarını işgal etmişler, diğer tarafta

Yahudilerle geçirdikleri boyalı magazin basınıyla “Sion liderlerinin

protokollerinde” de yazıldığı gibi Türk gençliğinin ahlakını bozmaya azm-ü cezm-ü kast eylemişlerdi. Hepsinden daha mel'unu kızıl komünistler, Türkiye'yi Rusya'ya peşkeş çekip, bayrağı indirtmek için gizli hesap peşindeydiler...” (Alkan, 1991; 7-8)

bütün bu iddialarla birlikte temiz süt emmiş inançlı insanların iş başına gelmesiyle devletin düzeleceğine inanılıyordu. Bu durum, sağ kesimin mevcut yönetimlerden hoşnut olunmadığını “ötekileri”nin iş başında olduğu anlamına geliyordu. Bu ruh halini, İslami kimlik kaybı ve yeniden kimlik kazanma süreci, olarak değerlendirebiliriz.

Türkiye'de iktidarlar tek partili dönemden çok partili hayata geçişle birlikte dini ve milli kimliğin hakim kılınması için büyük çaba harcadılar bundan dolayı mevcut durumu beğenmeyip yeni bir millet şuuru ve tarihin yeniden yazılmasını istediler. Fakat bu iş millete rağmen yapıldı. “Hani Şevket Süreyya'nın safdil bir

anında sarf ettiği, “Evet, Türkiye'de başka bir devlet kurulmalıydı. Belki gene halka rağmen, ama halk için bir devlet. Belki güdümlü bir demokrasi.” (Alkan, 1991: 7).

“Milleti adam etmeyi istihdaf eden bu teşebbüs, fikir jimnastiği safhasında kalmayıp, adam olmakta tereddüt eden bazı başların istiklal mahkemeleri terörüyle koparıldığı bir tatbikata dönüştü. Millet zorla “sağcı” ediliyordu yani.” (Alkan,

1991: 7).

Özellikle çok partili hayata geçişle birlikte zamanın hükümeti geçmişte uygulanan bazı uygulamaları yumuşatmaya başladı. (Bkz. Akgül, 2004; 120-121).

“1948 yılında isteğe bağlı din derslerinin okutulması, 1949 yılında daha 1933 yılındaki Üniversite Reformu esnasında kapatılan İlahiyat Fakülteleri'nin ve İmam Hatip Okulları'nın yeniden açılması ve öğretime başlaması ve 1950 baharında bazı türbelerin ziyarete açılmasına izin verildi.” (Akgül, 2004; 120-121). CHP'nin

yaptığı bu esnekliklere rağmen halk 14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP'yi tekrar iktidara getirmedi. DP'nin yönetime gelmesi sağ'ın yönünü tekrar merkeze çevirdi

Halkın DP'yi iktidara getirmesi, DP'nin sağ bir parti olmasından ziyade Osmanlı'nın son zamanlarında başlayıp, çok partili hayata geçinceye kadar uygulanan ve büyük kitlelerin merkezden kenara savrulmasına sebep olan değişikliklere tepkidir. Burada dikkat çeken husus tepkinin şeklidir. Bu tepki Türk sağ'ının karakteristik yapısını da ayrıca ortaya koymaktadır. Şöyle ki; sol'da olduğu gibi açıktan itiraz sağ kesimin tepki anlayışında yoktur. (Akgül, 2004; 120-121).

Partiler açısından bakıldığında durum farklıdır. Mesela; “CHP'nin Tek Parti

yönetimi ve uygulamaları çok partili siyaseti engellemesi, devletçi ekonomi anlayışını sürdürmesi, basın hayatında çoğulcuğa müdahale etmesi, sağ ve sol akımlara, sendikacılığa ve grev hakkına imkân tanımaması ve devrim yasalarının uygulanmasında taviz vermemesiyle sağ ve muhafazakâr çizgiye daha yakın düşerken; DP'nin iktidarı ele geçirme ve siyaset etme biçimi ise 'sol'a daha yakın gözükmektedir.” (Akgül, 2004; 121). Bu durum, Türk sağ'ı ve sol'unun Batı'daki

anlayıştan farklı olarak kendi nev-i şahsına münhasır bir şekilde geliştiğini ortaya koymaktadır.

Tek partili yıllarda dini hayatı ıslah etmeye çalışan pek çok uygulama DP tarafından yeniden düzenlendi. Merkeze yönelen sağ yıllarca biriken tepkiyi yoğun bir şekilde gösterince DP yeni düzenlemeler yapmak zorunda kaldı. “halkın tepkisi

Atatürk'e değil, esasında Milli Şef İsmet İnönü'nün uygulamalarına yönelik bir tepki idi.

DP kendisini iktidara taşıyan muhafazakar ve sağ kitlenin bazı dergi, gazete ve yazarlarına da karşı kovuşturma yaptırmış, C. Rifat Atilhan'ın kurduğu İslam Demokrat Partisi'ni kapatmıştır. Ayrıca iktidara geldiği zaman din ile ilgili bütün yasakları kaldıracağını vadeden Millet Partisi de faaliyetten men edilmiştir. Bütün bu olaylar muhafazakâr kitlenin merkeze yaklaşma girişimlerini frenleyen adımlar olmakla birlikte, halkın geçmişe yönelik birikmiş tepki düzeyini de göstermektedir.” (Akgül, 2004; 122).

Bütün bu gelişmeler 27 Mayıs 1960 darbesine zemin hazırlamış, bu arada sağ ve sol siyasal merkeze karşı tavrını açıkça ortaya koymaya başlamıştı. Türk sağ'ı ve Türk sol'u açısından bu tarih, milat olarak kabul edilebilir. 1960 darbesinden sonra hazırlanan yeni Anayasada Milli Birlik Komitesi üyeleri kendilerini, 'kayd-ı hayat şartıyla' tabii senatör ilan etmişlerdir. Bu halkın güçlü iktidarlarına karşı alınan bir tedbir olarak görülebilir. Bu tarihlerde CHP merkezden ortanın soluna doğru kaymaya başladı. Demokrat Partinin önemli isimlerinin idam edilmesine halk gene tipik sağ tepkisi ile tepki gösterdi ve 1965 seçimlerinde Adalet Partisini (AP) iktidara taşıdı. Muhalefete düşen CHP ise, Marksist-Sosyalist bir çizgiye kaydı.(Bkz. Akgül, 2004: 120-122).

Ayrıca bu yıllarda Truman doktrini*’ne bağlı olarak sola kapalı, liberalleşen bir dönem yaşamaya başladı. (Bkz. Alpkaya, 2004: 497).

*

Truman doktrini: “ABD başkanı Harry S. Truman'ın Rus'ların yayılmasını önlemek gerekçesiyle Türkiye ve Yunanistan'a askeri ve ekonomik yardım yapılmasını öngören politikası. 22 mayıs 1947'de onaylanan “Yunanistan ve Türkiye'ye yardım kanunu” çerçevesinde iki ülkeye 400 milyon dolarlık bir yardım yapıldı. Ancak Ruslar bu doktrinin dünya barışı için bir tehdit oluşturduğunu ileri sürerek tepki gösterdiler.”(Büyük Larrousse sözlük ve ansiklopedisi 22. cilt, İst., Milliyet gazetecilik, 1986 s. 11723)

Türkiye, “Truman doktrini çerçevesinde Marshal yardımı aldı; böylelikle batı

ile siyasi, askeri ve ekonomik bir entegrasyona girdi, batının önemli askeri ittifakı olan NATO'ya üye oldu. Yardımları büyük ölçüde tarımın makinalaştırılmasında kullandı Türkiye. Karayolları açıldı, tarıma makina girdi, eğitim kurumları, üniversiteler açıldı, daha yaygın bir şekilde ve bu ekonomik değişim demografik bir değişime de yol açtı. Başka bir ifadeyle mekân üzerinde bir bakıma yüzyıllardır hareketsiz duran nüfus bir anda harekete geçti.

İnsanlar köylerden, küçük kentlerden, küçük kasabalardan, büyük kentlere doğru göç etmeye başladı. Yeni bir toplum biçimi ortaya çıktı. Toplum yeniden harmanlandı adeta.” (Coşkun, 2001b: 18).

Bu hareket getto denilen oluşumu doğurdu. Gettolar genel yapı itibariyle şehre alışamayan, şehri köye uydurmaya çalışan insanlardan oluşuyordu. (Bkz. İlhan 1996: 125). Bu insanlar geldikler yerler itibariyle muhafazakâr insanlardı. Bu muhafazakârlık yaşam olarak değil daha çok zihinsel idi. Mesela iyi Müslüman olduğunu iddia ettikleri halde oruç dışında başka ibadeti yapmadıklarını söylüyordu bu insanlar. (Bkz. Karpat, 2003: 195).

Köyden kente doğru hareket eden bu dalga Türkiye’de dengeleri değiştirdi. Bir zamanlar siyasette etkin olamayan sağ kesim bu tarihlerde merkeze yürüdü ve bir takım taleplerde bulundu. Sonuçta Demokrat Parti 1950, 1954 ve 1957’deki seçimleri kazandı. İlginç olan, köyde iken CHP’ye oy veren kitle şehre gelip gecekonduya yerleştikten sonra artık Demokrat partiye oy verdi. CHP’nin ülke genelinde aldığı oyla gecekondudan aldığı oy karşılaştırılınca; gecekondudan daha az oy aldığı ortaya çıkıyor. (Bkz. Karpat, 2003: 308). Çünkü Sol kesim, “Sosyal devlet" perspektifi dolayısıyla şehirlerin varoşlarında sıkışık bir şekilde yaşayan kitlelerin -ki bunların şehir nüfusu içindeki oranları oldukça büyüktür- koruyucu siyasetine sahip olacağına, pozitivist çerçevesi ve otoriter modernleştirici zihniyeti yüzünden halka karşı bir aydın despotizmini esas almıştır. Bunun yanı sıra iktidar partisinin, oy

karşılığı evlere tapu verme, su ve elektrik getirme gibi hayatın kalitesini yükselten vaatleri de etkili oldu.

Bütün bunlar CHP’nin hiç oy almadığı anlamına gelmez. Genelleme yapmak mümkün olmasa bile özellikle ülkenin orta ve kuzeydoğusunda yaşayan Alevilerin, Sünnilerin aleviler üzerindeki baskıyı kaldıran laik politikaları dolayısıyla CHP’yi destekledikleri görülmüştür. (Bkz. Karpat, 2003: 318-319).

“1950’den sonra, İslamcı kesim “sağ iktidarlarla barışık, uzlaşmacı ve muhafazakâr” bir kimlik edinmiştir. “1950’ye kadar süregelen ‘dinsel tepki’nin bu süreçten itibaren ‘sağcılaşma’ istikametinde serpilmesi altı çizilmesi gereken önemli bir değişikliktir.” (Duman, 1999: 51).

1950’den sonraki dönemde, muhafazakâr kitlenin tepkisi, komünizm tehlikesine karşı yönlendirildi. DP’nin devamı olduğunu belirten AP’nin uzun bir süre komünizm tehlikesini yine CHP’nin kişiliğinde somutlaştırarak bu kitlelerin oylarını almayı başardı.

Bütün bu yaşananlar, DP laikliğe ihanet mi ediyor? İslamcı düşünceyi güçlendiriyor mu? Tartışmalarını gündeme getirdi. DP’nin yapmak istediği ne laikliğe ihanet ne de İslamcı düşünceyi güçlendirmekti, aksine İslam ile laikliğin bağdaştırılması amaçlanıyordu. Ayrıca din, devlet kontrolüne alınıyordu. Aslında CHP’nin 1947 yılında yapılan kurultaydan çıkan ılımlı laiklik politikalarını devam ettiriyordu. Dolayısı ile DP’nin anti-laik olduğunu söylemek mümkün değildir. (Bkz. Duman, 1999: 51-52).

DP, devletle halkın bir birine entegre olmasını başarılı bir şekilde sağladı. Şöyle ki; kurtuluş Savaşı sırasında köylerin yapısı, altüst olmuştu. Köyler boşaltılmış, halk köyleri terk etmiş, birçokları da, boş ve yeni köylere gitmişlerdi; kasabalar, ticaret ve el sanatlarıyla uğraşan zanaatkarlarını kaybetmişti. Böylece ortaya çıkan yeni fırsatlar, savaşın ardından gelen genel yoksulluktan ötürü kullanılamamıştı. Daha sonraları, Cumhuriyet döneminde altyapı temellerinin yavaş

yavaş gelişmesiyle ve sonraki yıllarda kendini gösteren, gittikçe artan tarım ürünleri talebiyle, en sonunda belli bir dengeye kavuşmuş olan zengin köyler ile kasabalar arasında yeni tipte bir bütünleşme ortaya çıktı.

Bu bütünleşmenin; ulaşım, yönetim ve piyasa olmak üzere üç temel direği vardı. 19. yüzyılın sonlarından sonra Demiryolları özellikle Türkiye’nin batısını merkeze bağladı. Bu aynı zamanda Pazar şebekesi anlamına geliyordu. II. Dünya Savaşından sonra besin maddelerine artan talep bu şebekenin aktif olmasını sağladı. Bu olay aynı zamanda hükümetle ilişki kurma anlamına geliyordu. (Devletten kredi alma, resmi izin v.s.) (Bkz. Mardin, 2001c: 68-70). Bütün bunlar çevreyle merkezin entegresini sağladı.

Bu gelişmeyi sağ açısından değerlendirecek olursak; Cumhuriyetin kurulmasından çok partili hayata tam olarak geçene kadar kendini ifade etme imkânı bulmayan sağ, artık bu tarihten sonra kendini hissettirmeye başladı. Köyün kentle entegresinden sonra Sağ merkeze bende varım dedi. Bu tarih Türkiye’de Sağ için bir dönüm noktası oldu. Yalnız şunu da hemen belirtelim ki, entegresini henüz tamamlayamamış yahut böyle bir olanak bulamamış olan taşra ise muhafazakar olarak varlığını sürdürmeye devam etti. Ama işin ilginç kısmı Demokrat parti köy ile şehrin bütünleştiği bölgelerden daha fazla oy aldı. Yani bütünleşmeyle birlikte bu bölgelerde Sağ’ın etkisi daha da artıyordu. Bunda tabi ki Demokrat Partinin özel girişime verdiği destek etkili olmuştur. “Yeni parti, köylüye hizmetler getireceği,

köylünün gündelik sorunlarını siyasanın gerçek konusu olarak ele alacağı, Türkiye’yi bürokrasiden kurtaracağı ve dinsel pratiği liberalleştireceği konusunda da söz verdi.” (Mardin, 2001c: 71).

Bütün bunların yanında Demokrat Partinin sağcı tutumu da partinin büyümesinde etkili oldu. “Demokrat Parti üyeleri tarafından camilere ve dinsel

törenlere olağanüstü ilgi gösterilmesi ve Cumhuriyet Halk Partisinin bunu istemeye istemeye izlemesi, laikliğin elden gittiği ileri sürülerek sert itirazlara hedef olmuş ve

böylece Demokrat Parti, çevre kültürüyle özdeş bir kuruluş olarak görülmüştü.”

(Mardin, 2001c: 72).

Özünde, din kurumuna ve İslam inancına karşı olmayan Türk devrimi, İslam'ın siyasal istemlerine karşı çıkmıştır.

Başka bir ifade ile yeni anlayış, İslam'a eskisinden çok daha farklı ve sınırlı bir işlev yüklemiştir. Yöneticilere göre din, artık Türk toplumunda da, Batılı çağdaş toplumlardaki işlevi yüklenmelidir. Bu bağlamda din, vicdan sorununa indirgenerek, inanç -ya da inançsızlık- insanların kendi özgür iradeleriyle benimseyecekleri bir alan olarak görülmüştür. Buna göre yeni rejim, camileri, toplumu dogmatizme kanalize eden kurumlar olmaktan çıkararak, kişilerin buralara olan yönelimlerini, tamamen kendi özgür iradelerine bırakmıştır.

Hayatın bütün alanlarına, bu arada siyasal sisteme de müdahale eden İslam'ın, düşünülen çerçeve ile sınırlandırılması pek de kolay değildi. Bunu sağlamak için bir takım yasal ve kurumsal düzenlemelere gidildi.

Ancak Osmanlı devlet ve toplum sistemini, ulusal laik değerlerle yeniden inşa etmeyi amaçlayan CHP, 1945 yılına gelindiğinde, çok partili yaşama geçiş ve oy rekabeti nedeniyle dine yönelik politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştı.

Laikliğin ülkede tamamen yerleşmesi için bir takım değişiklikler yapılırken, bazı kesimler bu değişikliklere tepki gösterdi. Bunlar dini olmasa bile dini olanla özdeşleşmişti. “Batılılaşma, muhafazakâr aydınlar ve dindar halk kesimleri

tarafından, başından itibaren, Batı’ya koşulsuz teslimiyetin ve dolayısı ile İslamiyet’e karşı kurulmuş muazzam bir tuzağın timsali olarak görülmüştür.” (Mert,

2004: 207). Bu tepkiler tek parti döneminde bastırılmış bir noktada sesi kesilmiş idi. Ancak çok partili hayata geçiş ile birlikte itiraz sesleri yeniden yükselmeye başladı. Fakat söylem ilkine göre farklı idi. Bu sefer “din hürriyeti” adı altında bu itirazlar yapıldı.

Çok partili hayata geçişle birlikte, tek parti döneminden kalma “kahramanlar dönemi” sona erdi. Demokrasinin, genel ve eşit oy ilkesi gereği halkın, iktidarı belirlemede söz hakkı doğdu. Önceden iktidar, halkın yönelimlerini belirler iken artık halk iktidarı yönlendirmeye başladı. Bu arada önceden oyları önemsenmeyen dindar kesimin oyları, artık önem kazandı. Bu oyları toplamak için partiler rekabete girdi. Bu amaçla CHP laiklik ilkesini yumuşatma yoluna gitti. Bu durum bazı laik çevreleri kızdırdı. Ama buna rağmen gene de CHP dindar kesimin oyunu almayı başaramadı. Üstüne bir de laik kesimin oyunu kaybetti. Buna karşılık DP ise, Bayar

Benzer Belgeler