• Sonuç bulunamadı

TEK PARTİ DÖNEMİNDE MUHALEFET VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

2I.1.2 İSLAMCILIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI VE KRONOLOJİSİ

3. TÜRKİYE’DE SAĞ’IN ORTAYA ÇIKIŞI VE GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR

3.2. TEK PARTİ DÖNEMİNDE SAĞ

3.2.1. TEK PARTİ DÖNEMİNDE MUHALEFET VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

Cumhuriyet’in ilk yıllarından çok partili hayata geçene kadar, ülke tek parti tarafından yönetildi. Çok partili sisteme henüz geçilmese bile, 1924 anayasası tek partili bir meclis tarafından hazırlansa da, bu durum muhalefetin hiç olmadığı anlamına gelmez. Çünkü ilk zaman ki mecliste son derece canlı bir muhalefet, görüşlerin rahatça söylenebildiği demokrat bir ortam vardı. Bu durum, ileride yeni partilerin kurulmasına zemin hazırlaması açısından oldukça önemlidir. Muhalefet o kadar kuvvetliydi ki, Cumhurbaşkanına geniş yetkiler veren taslak reddedilerek egemenliğin sadece meclise ait olduğu kabul edildi. (Bkz. Koçak, 2004: 119).

17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’ın öncülüğünde Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci siyasi partisi olarak kuruldu.

Partinin kurulmasına yol açan olaylar zincirinin ilk halkasını, Kâzım Karabekir, 1923 Nisan seçimlerinin hazırlık aşamasına dayandırır:

Mustafa Kemal'in “Ben muhalif istemiyorum.” demesi, meclisin de bu emre uymasından dolayı, Kazım Karabekir seçim komitesinden ayrılır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisidir. Mustafa Kemal'in eski silah ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın öncülüğünde kuruldu. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesini, liberalizmi ve demokrasiyi benimsediğini belirtirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olduğunu açıklıyordu. Fırka cumhuriyet rejimine karşı değil, bazı inkılâplara ve ilan ediliş tarz ve zamanlarına muhalefet etmiştir. TCF kuruluş tarihinden itibaren halk tarafından ilgi görmüş, mevcut siyasetle arası bozuk olan her kesimden insanın desteğini almıştır. Şubat 1925'te baş gösteren Şeyh Sait isyanı dolayısıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası iktidar tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Dönemin başbakanı Fethi Okyar istifa

etmiş ve güvenoyu alarak başbakan olan İsmet İnönü Takrir-i Sükun kanununu yürürlüğe koyarak basına ciddi cezalar kesilmesinin yolunu açmıştır. Fırka da 5 Haziran 1925'te kapatıldı.

“Yeni parti ile ayaklanma arasında bir ilinti olmadığı halde, yeni muhalefet merkeziyetçilikten kurtulma özlemlerini temsil ediyordu. Yeni parti, “dinsel gericilik”le ilintileri olduğu söylenerek aynı yıl kapatıldı; gerçekten de ayaklanmanın ana tema’sı “Kürtlük”ten çok bu olmuştu.” (Mardin, 2002: 61).

Partinin kapatılması siyasi rakipleri tasfiye etmek gibi gözükse de temel neden; kurtuluş savaşı esnasındaki bölünmelerdi. Çünkü bu bölünmeler çok sarsıcı etkiler oluşturmuştu. Bu ayaklanma bu olayları su yüzüne çıkardı. (Bkz. Mardin, 2002: 61).

Parti ortaya çıktığında üç farklı suçlama ile karşı karşıya kaldı.

Bunların ilki: partinin gerçek bir programa sahip olmadığıdır. Bu kişilerin Mustafa Kemal ve adamları önemli mevkilere gelirken kendilerinin hiçbir kazanım elde edemedikleri için Mustafa Kemal’i kıskandıkları söylendi.

İkinci iddia ise, Terakkiperver liderlerinin namuslu muhafazakârlar değil, gizli saltanatçılar oldu yönündeydi.

Üçüncü iddia ise, parti programının ve hareketlerinin irticayı cesaretlendirdiği yönündeydi. Bu aynı zamanda 5 Mayısta İstiklal Mahkemesinin hükümete partiyi kapatmasını teklif ettiğinde kullandığı iddiadır.

Benzer bir olay 1930’lu yıllarda Kemalizm’e karşıt birçok grubun kuvvetle desteklediği çok partili siyasa konusunda yapılan denemede (Serbest Cumhuriyet Fırkası) tekrar yaşandı.

12 Ağustos 1930'da Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Parti Atatürk'ün isteğiyle kuruldu. Amaç, Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı biriken rahatsızlıkları dağıtmak ve muhalefet ortamı oluşturmaktı. Cumhuriyet Halk

Fırkası'ndan farklı olarak, devletçi ekonomi yerine özel girişim savunuldu. Parti kısa zamanda geniş kitleler tarafından sahiplenildi.

Fethi Okyar'ın İzmir gezisinde büyük sevgi gösterileriyle karşılanması sonucu çıkan olaylar ve belediye seçimlerinde hile yapıldığı iddiaları üzerine dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hakkında gensoru önergesi vermesi, Cumhuriyet Halk Fırkası'nda hoşnutsuzluk yarattı. Mecliste partinin, irticaya destek vermekle suçlanması üzerine Fethi Okyar, 17 Kasım 1930'da İçişleri Bakanlığı'na başvurarak partinin kapatıldığını bildirdi.

Taşra, Cumhuriyetin laik amaçlarına ihanet etti gerekçesiyle muhalefet partileri kapatıldı. Bu yıllarda laikliğin özümsenmesi için Atatürk dil, tarih, kültür v.s. alanlarda yoğun faaliyetlerde bulundu. Hatta Türkler için yeni bir ulusal kimlik bulma gayreti içine girdi.

1923 ve 1946 arası taşraya hep kuşkulu gözle bakıldı. Potansiyel muhalefet olarak görüldüğü için hep kontrol altında tutuldu. Buradaki temel kaygı taşranın siyasallaşarak merkeze yürümesiydi. (Bkz. Mardin, 2002: 61-62).

Öte yandan Halk Partisi, taşra eşrafından önemli isimleri saflarına kattı. Böylece hem muhalefeti kendi yanına çekmeyi hem de ideolojisini taşraya rahatça yaymayı amaçlıyordu. Ancak Halk Partisi kırsalla istediği ilintiyi kuramadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında “halka doğru” hareketi bir türlü istenilen başarıyı sağlayamıyordu. (Bkz. Mardin, 2002: 63). “Köylüye Cumhuriyetin temel taşı

niteliğini (veren)1 simge, Kemalist harekette çok erken ortaya çıktı, ama

Kemalistlerin enerjisi, köylülerin sistem içindeki yerini köklü bir değişikliğe uğratmaktan çok, ulusal kimlik simgelerinin yaratılmasına yönelmişti.” (Mardin,

2002: 63).

Dönemin hakim siyasal felsefesi devlete güç atfeden, totoliter bir yapıya sahip olmasından dolayı bürokrat sınıfı köylüyle bir türlü özdeşleşemedi. Ayrıca her ne

1

kadar köy enstitüleri kurulsa, köy sorunu üzerine bir çok şey yazılsa bile köylüyü harekete geçirecek köklü bir kuram geliştirilemedi. Bununda temel nedeni o dönemki bürokratların köylü hakkındaki düşüncesinden kaynaklanıyordu.(Bkz. Mardin, 2002: 64). Şöyle ki, Cumhuriyetçi “programa göre, köylüler “geri kalmış”tır ve ancak,

gerçekçiliğe uymayan köy yasası, gibi toprak yasalarıyla dönüşüme uğratılabilirler.” (Mardin, 2002: 64). Yani o dönem bürokratları köylünün tepeden inme

bütünleştirmeyle düzeltilebileceğine inanıyordu. Bundan dolayı bir toplum yeniden kurulabilmesi için, kitlenin harekete geçirilmesi için gerektiğini gözden kaçırıyorlardı.

Köylü, kentlerin refahının kendi sırtlarından sağlandığını, kendilerinin ise nutuklarla avutulduğunu düşünüyordu. Bundan dolayı da yerel eşrafın köylüye sözü geçmiyor, çevre ve merkez bağı bir türlü kurulamıyordu. (Bkz. Mardin, 2002: 64- 66).

Gelinen bu noktada sağ’ın durumuna baktığımızda, Cumhuriyetin kuruluşundan çok partili hayata sürekli olarak geçiş dönemine kadar Halk Partisinin egemenliğini görüyoruz. İlk dönemlerde sağ, kendini ifade edemeyen, cumhuriyet devrimlerine toplumsal muhalefetin biriktirdiği havza olarak belirmektedir. Çok partili hayata geçiş denemelerinde kurulan partilere hemen sahip çıkılmış, destek verilmiştir. Bu partilerin özellikle sağ kesimin sesi olması ümit edilmiş fakat bu ümitler uzun sürmemiş ve kesintiye uğramıştı. Dolayısı ile Cumhuriyetin kuruluşundan çok partili hayata geçene kadar sağ kendini ifade edecek olan araç (siyasi parti) bulamadığı için taleplerini dile getirememiş, halkın kendi kendini yönetmesi olarak ifade edilen demokratik yönetim sistemine katılamamıştı.

Bu dönemde ki sağcılar, merkezi iktidara muhalefet eden ve kendini sonraki zamanlarda sağ olarak tanımlayan kitle, önceki iktidarları ülkeyi “dinsizliğe” sürüklemekle suçlayarak siyasal sonuca varmak istemişlerdir. (Bkz. Duman, 1999 :32)

Bu tavır, o dönem Türk Sağ’ının en tipik özelliğidir. Başka bir ifadeyle, önceki iktidarların bahsedilen şekildeki faaliyetleri bir tepkiye neden oldu, bu tepki zamanla siyasi bir kimlik kazanarak Türk Sağ’ını oluşturdu. Dolayısı ile Türk Sağ’ı merkezi iktidarın uygulamalarına karşı bir başkaldırı, bir tepki ve geçmişe duyulan özlem olarak ortaya çıkmıştır. Geçmiş, hem romantizmin hem de değişimin içerisinde kaybolduğu düşünülen değer ve simgeler için bir özlem ve arayıştır. Çünkü hem toplumu yeniden biçimlendirilmek isteyenler hem de değişime direnenler referanslarını tarihten alırlar.

Sağ, ilk çıkış aşamasında kendi programını ortaya koyarak, kendini net bir şekilde ifade ederek değil, anti-sol, anti-komünizm şeklinde, bir refleks, olarak ortaya çıkmıştır.

CHP’nin Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarından çok partili hayata geçişe kadar ki zaman diliminde dini inanç ve değerlere yönelik izlediği politika, çok partili hayata geçiş ile birlikte İslamcı-gelenekçi kesime göz kırpacak her hangi bir partiye, hazır bir oy potansiyeli sağladı. Ayrıca CHP’nin seçkinci tutumu ve uzun yıllar iktidarda bulunmasına rağmen halk ile bir türlü bütünleşememesi muhalefet partileri için uygun bir ortam hazırladı.

Birikmiş toplumsal muhalefetin olduğu bir ortamda, Türkiye’de sağ filizlenmeye başladı. Aslında sağ bir tepki hareketiydi. Muhalefet CHP’nin icraatlarını siyasi bir malzeme olarak kullanmaya başladı. Özellikle dine, geleneğe, milli duygulara atıfta bulunularak yapılan bu tepki Türkiye’de sağ’ı doğurdu. (Bkz. Duman, 1999: 26-29)

Fakat ön-sağ olarak daha önceki tarihlere gidebiliriz. Tıpkı Sol’un ortaya çıkışı gibi. Çünkü Sol’un kökeni, 1848’e, 1871 Paris Komünü’ne dayanır. Ekim Devrimi’ne, işçi sınıfı geleneğine dayandırılır sosyal demokrasi. Türkiye’de böyle bir sınıf mücadelesi olmamıştır. Türkiye’deki mücadele, yenileşme ve modernleşme mücadelesiydi. 3. Selim’den beri; Nizam-ı Cedit’le başlayan, ordunun

modernleşmesi, toplumun Batı normlarıyla yüzleşmesi ve kabullenmesi mücadelesine dayanır.

Sağcıların iktidarları dinsizlikle suçlaması Türkiye’de bir takım tedbirleri de beraberinde getirdi. Bunun en güzel kanıtı 1949 yılında Türk Ceza Kanununun 163. maddesinin değiştirilmesidir. Yeni maddeye göre; “dine dayalı devlet kurmaya

yönelik propaganda ve örgüt oluşturmak, bir suç olarak yeniden düzenlendi.”

Çok partili hayata geçiş döneminde Türk sağının büyük kısmını oluşturan İslamcılar Cumhuriyet öncesi İslamcılara kıyasla çok sönük kalmışlardır. Bunun da en büyük nedeni, İslamcıların beslendiği kanalların laik sistem tarafından kontrol edilmesidir.

İslami muhalefete karşı bir takım önlemlerin alınması, 1940’lı yıllara kadar, sağ kesimin büyük bir sessizliğe bürünmesine neden olmuştur. Tek parti döneminde, din üzerine konan çeşitli sınırlamaların nedeni, dine karşı içten içe beslenen düşmanlıktan ziyade, uzun yıllar İslami kurallarla yönetilen Türk toplumunun çağdaşlaşabilmesi yolunda laikliğin benimsenmesi düşüncesidir. Bu yüzden, devrimlerin toplumda yerleşebilmesi için, dini, denetim altına alma politikası izlendi. (Bkz. Duman, 1999 :33-34). Aslında yönetimdeki kadro yeni bir din ve dindarlık tipi düşünülüyordu. Ama yerleşik dini kurum ve mekanizmalar ise bu girişime izin vermemekteydi.

“Buna karşılık, çok partili demokratik yaşama geçiş, oy kaygısı doğurmuş, yukarıdan aşağıya doğru dini duyguları okşama taktiğine bağlanan dine dönüş düşüncesi yayılmaya başlamıştır. 1948' den sonra ise, gerek iktidar, gerek muhalefet partileri içinde gelenekçi-İslamcı gruplar ortaya çıkmıştır. Şüphesiz, 1940'lı yılların sonlarına doğru İslamcı düşünüşün yeniden canlandırılmasına "hortlama" demek yanlış olur. Çünkü bu akımın, Cumhuriyet'in laik kazanımlarını alt edecek gücü yoktur. Fakat görünen gerçek şudur ki, 1945-1950 yılları arasında Cumhuriyet'in ilk yıllarında izlenen laiklik politikasından sapmalar ortaya çıkmış, bu yeni durum

ise İslamcı akımın önce canlanmasına, daha sonraki yıllarda da güçlenmesine doğru giden yolun başlangıcı olmuştur.” (Duman, 1999: 34)

Şunu hemen belirtelim ki, “CHP, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle, bir kez

daha çok partili yaşama geçince, sistemin getirdiği rekabetçi durum nedeniyle, İslam’a karşı izlediği politikada değişiklik yapmak zorunda kaldı” (Duman, 1999: 26). Mesela “…seçmenleri etkileyebileceği düşüncesiyle İslam’a yeni ödünler vermeye başladı. Laiklik daha esnek bir anlayışla yorumlanmaya başlanırken parti içerisindeki bir grubun 1945’te ileri sürdüğü “dinde reform” projesi partinin gelenekçi kanadı tarafından benimsendiği gibi laiklik alanındaki yumuşamada

sürdürüldü.” (Duman, 1999: 26-27). 1954 seçimlerinde yapılan seçim

propagandasında, türbelerin kendi dönemlerinde ziyarete açıldığı, yine din dersinin iktidarları zamanında yeniden okutulmaya başlandığı söylendi. (Bkz. Duman, 1999 :47)

Bu yumuşamanın diğer önemli bir nedeni ise, rejimin artık tamamen yerleşmesi ve siyasi iktidarı meşrulaştıran ideolojilerin içine İslam’ın da dahil edilmesi isteğidir. (Bkz. Gülalp, 2003: 36).

“Öte yandan, katı bir laiklik politikasından yana olanlar da, bu konudaki yumuşamayı ve dine verilen her ödünü bir geri adım, Cumhuriyet ilkelerinden fedakarlık olarak değerlendiriyorlardı. Bu düşünceye sahip olanlar, İslam dinine bir inanç sistemi olarak karşı değillerdi, fakat dogmatizmini, teknik ve toplumsal gelişmeler karşısındaki tutumunu benimsemiyorlardı. Buna göre, Türkiye de dahil, tüm İslam dünyası, henüz çağdaş düşünceyle olan çelişkileri giderebilecek derecede dinsel reformlara gidemediği için, en azından bu döneme kadar kaydedilen ilerlemenin sürekliliği açısından, hiç değilse reformlar gerçekleştirilinceye dek, devletin, din üzerindeki denetiminin devam etmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Devlet, din karşısında zayıf kaldıkça ve din üzerindeki denetim gevşetildikçe, Şeyh Sait isyanı ve Menemen olaylarında olduğu gibi rejimi tehlikeye düşürecek eylemlerin tekrarlanabileceğini ileri sürüyorlardı

Çok partili yaşama geçiş sonrası gelişmelerde esas olan, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki devrimci -zora dayanan- tutumun kaybolmasıdır. Bu dönemde, İslamcı muhalefet üzerindeki baskılar bir ölçüde kalktı ve gelenekçi-İslamcı çevrelerle oy pazarlığına girildi. Siyasal partilerin, iktidar yarışında, "İslamcı kenar muhalefeti" bir oy potansiyeli olarak görmesi, iktidar yarışına katılan elit grupların, bu potansiyelden yararlanmayı adeta bir strateji haline getirmeleri sonucunu doğurdu. Böylece din, partiler arasında en çekici oy avlama aracı durumuna geldi. Partiler, bu önemli silahı birbirlerine kaptırmamak için yarışa girdiler. Örneğin 1950 seçimleri öncesinde gerek CHP, gerekse DP, dinin, halk üzerindeki etkisinin daha çok görüldüğü Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde şeyhler ile pazarlığa girdiler. Her iki parti de kendileri ile işbirliği yapan şeyhlerin, "inkılap şeyhi" olduğunu ileri sürerken, karşıtlarını yobaz, gerici olarak suçlamaktan geri kalmıyorlardı.

CHP’nin, 1950 seçimleri öncesinde, laiklik konusunda izlemeye başladığı ılımlı politikanın kendilerine oy kaybettireceğini düşünen DP, CHP’yi geçmişte İslam’a düşmanlık yapmakla suçladı.” (Duman, 1999: 28-29).

“Tüm bunlara rağmen, yine de dini politize etme yolundaki bu ilk girişimler pek de başarılı olmadı. Örneğin, CHP karşısındaki muhalefetin daha dinci kanadı temsil eden Millet partisi, 1950 seçimlerinde başarı sağlayamadı. Seçmenlerin çoğu, yönelim açısından laik olmasına karşın, geleneksellikten kaynaklanan din duygularının da yoğun etkisiyle, pratik düzeyde dinsel gereksinimlerine daha doyurucu yanıtlar verebileceğine inandığı DP’yi desteklemiştir.

1945 sonrasında, CHP hükümetleri bazen bilinçli şekilde “kontrol altında bir İslam”ı canlandırmaya özen göstermişti. Sovyetler Birliğiyle olan ilişkilerin gerginleşmesi ve rejimin kendine ciddi bir komünizm tehlikesiyle karşı karşıya hissetmesi, dini ön plana çıkarmasına neden oldu ” (Duman, 1999: 29-30).

“Hükümetin dine ılımlı yaklaşımı; Milli Kalkınma Partisi, İslam Korunma Partisi, Muhafazakar Toprak Emlak Partisi, Sosyal Adalet Partisi, Çiftçi Köylü

Partisi gibi dinsel motifleri yoğun bir biçimde politize eden gelenekçi İslamcı partilerin kurulmasına neden oldu. Böylece, 1923’ten sonra ilk kez bu dönemde, İslamcı düşünce, siyasi yaşamda yer almaya başlamıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu partiler bağımsız bir İslami hareketi temsil etmemektedirler.” (Duman, 1999:

30).

1945-1950’li yıllar arasında Sağ kesim gerek iktidarda gerekse muhalefette etkin rol üstlenme çabası içine girmiştir. Bu dönem sağ kesiminin en belirgin özelliği İslamcı olmalarıdır. Tek partili dönem dinsizlik olarak vasıflandırılmakta hatta CHP’nin halkı İslamiyet’ten uzaklaştırdığı savunulmaktadır. (Bkz. Duman, 1999: 32). “Cumhuriyet Halk Partisi yirmi yıl müddetle, bilerek veya bilmeyerek

komünizm ilkelerine hizmet etmiştir… ecdadın dünya ve din düzeni arasında kurduğu düzeni bozmuş, laiklik perdesi altından maneviyatı yok etmiştir.” (Şenkon,

Benzer Belgeler