• Sonuç bulunamadı

ZİLYETLİK VE TAPU SİCİLİ KISMI

8 ARALIK 2001 — Sayı: 24607)

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA Adalet Bakanlığınca hazırlanan ve Başkanlığınıza arzı Bakanlar Kurulunca

D) MİRAS HUKUKU

3) ZİLYETLİK VE TAPU SİCİLİ KISMI

Bu kısım biri “Zilyetlik”, diğeri “Tapu Sicili” olmak üzere iki bölüme ayrıl-mıştır.

a) Zilyetlik Bölümü

Yürürlükteki Kanunda ve İsviçre Medenî Kanununda karşılığı olmayan yeni 975 inci madde ile, “dolaylı ve dolaysız zilyetlik” tanımları yapılmaktadır.

Gasp ve saldırıdan doğan dava hakkının, zilyedin fiili ve failini öğrendiği ta-rihten itibaren iki ay geçmekle düşeceği, yürürlükteki Kanundan farklı olarak 984 üncü maddede düzenlenmiştir.

Yürürlükteki Kanunun 901 inci maddesini karşılayan 988 inci maddenin kenar başlığında “istihkak davası” terimi yerine “taşınır davası” terimine yer verilmiştir.

Zaten bu davaya doktrinde “menkul davası” adı verilmektedir.

Bu bölümde yer alan maddelerde değişiklik yapılmamıştır.

Genel Gerekçe (1-2) / XCIII

b) Tapu Sicili Bölümü

Yürürlükteki Kanunun 910 uncu maddesini karşılayan 997 nci maddenin yeni ikinci fıkrası, tapu sicilinin unsurlarını düzenlemektedir. Bu unsurlar arasında kat mülkiyeti kütüğü de yer almaktadır.

Tapu siciline taşınmaz olarak kaydedilecek taşınmazların belirtildiği 998 inci maddede esaslı değişiklik yapılmıştır. Bir defa, madenler madde metnine alınmamıştır. Zira madenler 3213 sayılı Maden Kanunu ile özel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılmıştır. Buna karşılık maddeye “kat mülkiyetine konu olan bağım-sız bölümler” alınmıştır. Üçüncü fıkrada, bağımbağım-sız ve sürekli hakların taşınmaz olarak kaydedilmesi için hakkın süresiz veya en az otuz yıl süreli olması koşulu getirilmiştir.

1000 inci maddenin konu ve kenar başlığı “3. Sicilin unsurları” “a.Tapu kü-tüğü” şeklinde kaleme alınmış, birinci fıkrada yürürlükteki Kanunda yer verilme-yen, tapu sicili sisteminin temelini oluşturan ve taşınmaza sayfa açılması ilkesini belirleyen hükme yer verilmiştir. Maddede ayrıca kütüğün her sayfasındaki özel sütunlara nelerin tescil edileceği belirtilmiştir.

Yürürlükteki Kanunda karşılığı olmayan yeni 1001 inci maddede “kat mülki-yeti kütüğü”ne yazılacaklar düzenlenmiştir.

Yürürlükteki Kanunda karşılığı bulunmayan yeni 1002 ve 1003 üncü madde-lerde yevmiye defteri ve belgeler ile plân düzenlenmektedir.

Yürürlükteki Kanunun 919 uncu maddesini karşılayan 1009 uncu maddede şerh verilebilecek haklar arasına “taşınmaz satış vaadi sözleşmesi” ile “arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi” de eklenmiştir.

1010 uncu maddenin (1) numaralı bendinde, yürürlükteki Kanunun bu madde-yi karşılayan 920 nci maddesindeki “icraî iddia zımnında müttehaz resmî kararlar”

deyimi yerine “çekişmeli hakların korunmasına ilişkin mahkeme kararları” ifade-sine yer verilmiştir.

Son üç maddede 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsinin yürürlükten kaldırıldığı, yeni kanunun yürürlük tarihi ve kanunu yürütecek makam belirtilmiştir.

GENEL GEREKÇE (2) (TBMM Adalet Komisyonu)

Türk hukuk devriminin temel taşlarının en büyüğü olarak nitelendirilebilecek olan “Türk Kanunu Medenîsi”, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiş, 4 Nisan 1926 tarihli Resmî Gazetede yayımlanmış ve Borçlar Kanunu ile birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Türk Kanunu Medenîsinin ve onun yerini alacak olan yeni Türk Medenî Kanu-nunun amacını ve işlevini iyice kavrayabilmek, özellikle Türk ulusu için arz ettiği

XCIV / Genel Gerekçe (2)

önemi belirtmek üzere, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt imzasını taşıyan ve o günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçe yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş haliyle aşağıya alınmıştır.

“Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin tedvin edilmiş ve Medenî Kanunu yoktur. Yalnız, sözleşmelerin küçük bir kısmına değinebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 20 Nisan 1869 tarihinde yazılmaya başlanmış ve 16 Ağustos 1876 ta-rihinde tamamlanarak yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki: Bu Kanunun günü-müzün ihtiyaçlarına uyan ancak 300 maddesidir. Geriye kalanı ülkemizin ihtiyaç-larını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan uygulana-mamaktadır. Mecelle’nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Halbukî insanlık yaşamı, hergün hattâ her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün de-ğildir. Kanunları dine dayalı olan devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler.

Yaşam yürür; ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları, kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler.

Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vic-dan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarınvic-dan ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun kaderini yüzyılımız içinde bile ortaçağ hükümleri ve kanunlarına bağlamakta, di-nin değişmez hükümlerinden esinlenilen ve tanrısallıkla sürekli ilişki içinde bulu-nan kanunlarımızın en güçlü etken olduklarından şüphe edilmemelidir.

Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenilmesi gereken tedvin edilmiş bir medenî kanundan Türkiye Cumhuriyeti’nin yoksun kalması ne yüzyılımızın uygarlığının gerekleriyle ne de Türk devriminin hedefle-diği anlam ve kavramla bağdaştırılabilir. Yüzyılımızın devletini ilkel siyasal ku-ruluşlardan ayıran niteliklerin birisi de toplumun kaderine uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hazırlanıp tedvin edilerek konulmasıdır. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hâkim gelenek ve göreneklere dayanarak hü-küm verir. Mecelle’nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medenî Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hâkimi hükümlerinde belli bir içtihat, bir söz ve bir esasla bağlı değildir. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için Ülkemizin bir ye-rinde verilen bir hüküm ile aynı koşullar altında doğan aynı sorunda diğer biryerde verilen hükümler ekseriya birbirinden farklı ve çelişkili bulunmaktadır. Sonuç

ola-Genel Gerekçe (2) / XCV

rak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşı-sındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır.

Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanununun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorun-lu kılmıştır. Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu, medenî kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medenî Kanunundan alınmıştır. Bu gö-revi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde Ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir.

Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esas-lı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanesas-lığın büyük bir uy-gar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medenî Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı iddiası geçerli görülmemiştir.

Özellikle İsviçre Devletinin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile bir-birinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulan-ma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde uygulama ortamı bulamayaca-ğı düşüncesi sakat görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbukî olayların gerçeği, durum ve tarih bu iddianın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki: Türk ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zeka ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bu yenileşme tarihimiz sürecinde kamunun yararı düşüncesiyle vücuda getirilen yeniliklerle yalnız çıkarları bozul-muş olan gruplar mücadele etmek durumunda kalmışlar ve halkı din adına, yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemişlerdir. Unutmamak ge-rektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmala-mış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır.

Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fa-kat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ve Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medenî Kanunu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona

XCVI / Genel Gerekçe (2)

gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir.

Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kara-rıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygar-lığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan Tasarı bu gereklerin önemli bö-lümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekle-ri yıkmakta duraklamamıştır. (Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zeka gereklerinden değildir.) Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır. Alman Medenî Kanununun uygulanmasından önce Almanya, hukuksal hükümler nokta-sından merkezde Bizans’ın (1500) yıl önce yapılmış Roma hukukuna bağlı idi. Bu hukuka bir de ulusal hukukun ulusal ve yerel metinleri ekleniyordu. Doğuda ve ku-zeyde Roma hukuku ve yerel metinlerle karışık bir durumda Prusya hukuku vardı.

Geri kalan bölgelerde Fransa hukuku yürürlükte idi. Alman halkının % 33’ü Roma hukukuna, % 43’ü Prusya hukukuna, % 7’si Saksonya hukukuna, % 17’si Fransız hukukuna uyruk idi. Alman Medenî Kanununun uygulanmasından önce Alman hukuk dili Latince, Fransızca, Yunanca ve yerel Alman dillerinde idi. Bavyera’da yalnız evlenme sözleşmesi üzerinde yetmişten seksene kadar yöntem vardı. Hâkim için bu metinlerin hepsinden ayrı ayrı haber sahibi olmak imkânı yoktu. Alman Medenî Kanununun yayınlanmasından önce Almanya’da bir adamın herhangi bir olayda hangi hükümlere bağlı olacağını bilmesi imkânı bulunmuyordu. Almanya uzman hukukçuları bu binbir çeşit ve yüzlerce yıldan devrederek gelen hukuktan, medenî kanun ile ülkelerini bir adımda kurtardılar ve bütün Almanya için tek bir medenî kanun yaptılar.

Kanun 3 Temmuz 1896’da yayınlandı ve Millet Meclisince toptan kabul edil-di. Gelenek ve görenekçilere göre Alman Medenî Kanunu Tasarısı pek kuramsal ve uygulama noktasından değersiz sayıldı. Halbukî inceleme sonucunda bu Ka-nundan kendileri bile bir tek esası oynatmak imkânı göremediler.

Fransız Medenî Kanunu da bir evrim ürünüdür. O da eski hükümleri, gelenek ve görenekleri çiğneyerek yeni ilkeler ve kurallar koydu. Sınıf ve arazi ayrıca-lıklarının kaldırılması ve aile hukukunun kilisenin elinden alınması, bu kanunun belli başlı yeniliklerinden oldu. Medenî Kanunun yayınlanmasından önce Fransa yerel ve yazılı ve birbirinden çok farklı geleneklerle yönetiliyordu. Güneyde Roma zamanından kalan hükümler, kuzeyde öz ön kaynaklarından gelen kurallar vardı.

Fazla olarak her bölgenin kendisine özgü hükümleri bulunuyordu. Fransız

ihtilali-Genel Gerekçe (2) / XCVII

nin çürük ve bozuk inançlara ezici bir darbesi olan medenî kanun bütün eksiklik-leri sildi ve yerine yeni hükümler ve kurallar koydu. Fransa Medenî Kanununun en çetin düşmanı kilise olmuştur. Çünkü bu kanun öz önünde özel hukuk ilişkilerinde, özellikle aile hukukundaki egemenliğini ortadan kaldırıyordu.

İsviçre, medenî kanununun yayınlanmasından önce kantonların sayısı kadar kanunlara sahipti. İsviçre Medenî Kanunu çeşitli gelenek ve görenekleri içeren bu kanunların hepsini birden hükümden kaldırdı ve yerlerine bambaşka tek bir medenî kanun koydu. Bu üç büyük hareket bütün yaşamı ölü geleneklere bağla-mak isteyen tarihçi okulun son ve geri dönülmez bozgunu oldu. Bu örnekleri ver-mekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde gös-termektedir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde isrardır ki, uluslar için felâkete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas din ile devletin mutlak biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medenî kanunlarını yayınlamakta sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi bu ülkelerin hiç birinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatırlara gelmemiştir.

Kuşku yoktur ki, kanunların amacı herhangi bir gelenek ve görenek veya yal-nız vicdanla ilgili olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir. Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektedir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlüle-rin keyif ve isteklegüçlüle-rini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli dinlere mensup uyruklara sahip devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda bulan devlete, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapmak gerekir. Bu durum yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplum-sal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki devlet yalnız uyruk-ları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Andlaşması ile

XCVIII / Genel Gerekçe (2)

kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile ge-tirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur. Bundan başka Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar öz önün olmayan uyruklar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Halbukî yeni Türk Medenî Kanunu Tasarısının hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mev-cut azınlıklar, Lozan Andlaşmasının kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtik-lerini Adalet Bakanlığına bildirmişlerdir.

Yenilenme tarihimizde değeri olan bir olayı şuracıkta belirtmek isteriz. Âli Paşa Fransız Medenî Kanununun Türkiye için aynen kabulünü vaktiyle Sultan Aziz’e önermiş, fakat Cevdet Paşa’nın karışmasıyla bu büyük girişim çıkmaza girmiş, yerine Mecelle konulmuştur. Zaten bütün kaygısı kişisel çıkarlarından baş-ka bir şey olmayan ve ikiyüzlülüğü kendilerine yol tutmuş saltanat yönetimi için ulusun gerçek çıkarları gereğini dikkate alarak karar verilemezdi.

Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından ka-yıtsız koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevleri-ni de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bulunuyor. Bu Kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur.

Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis’in uygun bulmasına ve onayına sunulan Türk Medenî Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusu-muz onüç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kur-tulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır.

Adalet Bakanlığı bu Kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğunda şüphe etmemek-tedir.”

İşte bu gerekçe ile kabul edilmiş olan Türk hukuk hayatında fevkalade önemli bir yeri ve işlevi olan Türk Kanunu Medenîsi –kısaca Medenî Kanun- yürürlükte bulunduğu 74 yıllık uygulama sürecinde, ilki 1938 yılında olmak üzere çeşitli ta-rihlerde pek çok değişiklikler geçirmiştir.

Canlı varlıkların, organizmaların zamanla yaşlanması ve beklenen performan-sı göstermekten yavaş yavaş uzaklaşmaperforman-sı gibi, sosyal varlıklar olan kanunlar da zamanla yaşlanmakta ve günün ihtiyaçlarına gereği gibi cevap vermekte zorlan-maktadırlar. Bu sebepledir ki kanunların, özellikle Medenî Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu ve Usul Kanunları gibi temel kanunların belli bir süre geçtikten sonra baştan aşağıya yeniden gözden geçirilmesi ve yaşanan çağın ve gelişen tek-nolojinin ihtiyaçlarına cevap verebilir hale getirilmesi kaçınılmazdır. Nitekim son yıllarda Almanya’da ve İsviçre’de bu yola gidilmiş, Alman Medenî Kanununda (BGB) ve Medenî Kanunumuzun kaynağını oluşturan İsviçre Medenî Kanununda

Genel Gerekçe (2) / XCIX

(ZGB) yapılan köklü değişikliklerle bazı kurumlar geliştirilerek en yeni sosyal görüşlere ve ihtiyaçlara cevap verebilir duruma getirilmişlerdir.

Türk Medenî Kanununun bu gelişmelerden uzak kalması düşünülemeyece-ğinden, Adalet Bakanlığı, yürürlükteki Kanunu baştan sona gözden geçirmek ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir tasarı hazırlamak üzere bilim adamları ve uygulayıcılardan oluşan bir “Medenî Kanun Komisyonu”nun kurul-masına karar vermiştir.

Oluşturulan Medenî Kanun Komisyonu, dört yıl gibi oldukça uzun sayılabile-cek bir sürede hazırladığı “Türk Medenî Kanunu Tasarısı”nda yürürlükteki Türk Kanunu Medenîsinin genel yapısını ve sistematiğinin bozulmamasına gayret gös-termiş ve böylece de bazı küçük değişiklikler dışında mevcut yapı ve sistematik aynen korunmuştur.

Gerçekten Tasarı, aynen yürürlükteki Kanunda olduğu üzere, “Başlangıç” ile

“Kişiler Hukuku” başlığını taşıyan Birinci Kitap, “Aile Hukuku” başlığını taşıyan İkinci Kitap, “Miras Hukuku” başlığını taşıyan Üçüncü Kitap ve “Eşya Hukuku”

başlığını taşıyan Dördüncü Kitap olmak üzere dört kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar

“kısımlara”, kısımlar “bölümlere”, bölümler de “ayırımlara” ayrılmıştır. Kitapla-rın olduğu gibi, bölümlerin ve ayırımlaKitapla-rın da başlıkları vardır. Ancak bölümlere numara verilirken yürürlükteki Kanundan farklı bir yol izlenmiştir. Yürürlükteki Kanun bölümlerin numaralarını her kısım içinde ayrı ayrı vermemiş, sonuna kadar devam ettirmiş, böylece de “yirmibeş” bölümden (Bab’tan) oluşmuştur. Oysa Ta-sarıda her kısıma ait bölümlere yeni baştan numara verilmiş, böylece o kısmın kaç bölümden oluştuğu belirtilmek istenmiştir. Örneğin Aile Hukuku Kitabının Birinci Kısmı olan “Evlilik Hukuku” dört bölümden oluşmuş, onu izleyen ve “Hısımlık”

başlığını taşıyan İkinci Kısmın ilk bölümü “Beşinci Bölüm” şeklinde değil, fakat

“Birinci Bölüm” olarak isimlendirilmiştir. Oysa aynı bölüm yürürlükteki Kanun-da Yedinci Bab (Bölüm) olarak numaralandırılmıştır. Her kısmın ilk bölümünün baştan beri gelen numarayı izleyeceği yerde, tekrar birden başlayarak numaralan-dırılması, sistematiğe daha uygun görülmüştür. Böylece her kısma ait bölümler bir

“Birinci Bölüm” olarak isimlendirilmiştir. Oysa aynı bölüm yürürlükteki Kanun-da Yedinci Bab (Bölüm) olarak numaralandırılmıştır. Her kısmın ilk bölümünün baştan beri gelen numarayı izleyeceği yerde, tekrar birden başlayarak numaralan-dırılması, sistematiğe daha uygun görülmüştür. Böylece her kısma ait bölümler bir

Benzer Belgeler