• Sonuç bulunamadı

ZÂT VE SIFAT İLİŞKİSİ

koyarak, Allah’ın kadîm sıfatlar ve O’nda var olan manalar şeklinde kabul edilen ilim, kudret ve hayat sıfatlarıyla değil de zâtıyla âlim, kâdir ve diri olduğuna işaret etmektedir.268 Mu’tezile’ye göre zâttan ayrı isimlerin varlığını kabul etmek, Allah’ın isimlerinin de zâtı gibi kadîm olmasına yol açmaktadır. Bu durum da birden fazla kadîmin varlığına (taaddüd-i kudemâ) götürmektedir. Bu ise tevhide aykırıdır.269 Şayet Allah’ın isimleri hâdis olduğu kabul edilirse bu durumda Allah ile kâim hâdis bir mana kabul edilmiş ve Allah hâdislere mahal teşkil etmiş sonucuna ulaşılır. Bu durum da tevhide aykırıdır. Bütün bunlar geçersiz olduğu için geriye bir tek ismin gerçek bir varlığa sahip olmadığı yani onu zâta indirgemekten başka bir yol bulunmamaktadır.270

İbn Arabî, isim ve zât konusunda ilâhî isimlerin zâtın ayn’ı olduğunu söylemektedir.271 Çünkü ilâhî isimlerin iki işlevsel yönü bulunmaktadır.272 Bunlardan ilkinde ilâhî isimler, delalet edilmeleri bakımdan zâta işaret etmektedirler. Böylece bütün isimler zâta delâletleri bakından O’nun ayn’ı olmak durumundadırlar. İkincisinde ise İlâhî isimler, taşıdıkları müstakil anlamlar bakımından da birbirlerinden ayrılmaktadırlar.273 İbn Arabî’ye göre isimlerin zâtın ayn’ı olması, varlığın mutlak bilinmezliğini temsil eden ahadiyet mertebesi için söz konusu değildir. Çünkü özü gereği bir şeyin zâta ilave olması imkansızdır. Ancak zât-ı mutlak, Alîm, Hayy, Kâdir gibi birtakım niteliklerle nitelendiğinde bunlar nispetlerdir. Nispetler ise var olmayan şeylerdir ve ilave bir gerçeklikleri bulunmamaktadır. Eğer bunun aksi söz konusu olursa, Allah’ın eksik olduğu düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Çünkü ilave bir şey sayesinde yetkin olanın özü gereği yetkinliği, kazandığı yetkinliğinden eksik olmaktadır. Oysa Allah özü gereği yetkindir.

Buna göre, bir şeyin özü gereği zâta ilave olması mümkün değil iken, bağıntı ve izafetler ile zâta ilave olması mümkün olmaktadır.274

268 Şehristânî, a.g.e., s. 59.

269 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., C. 1, s. 212.

270 Koloğlu, Cübbâîler’in Kelâm Sistemi, s. 235.

271 İbn Arabî, Fütûhât, C. 15, ss. 110-111, s. 288; el-Fütûhât, C. 7, s. 67, s. 150.

272 Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, İstanbul, Hayykitap, 2009, ss. 135-141.

273 “Her bir ilâhî isim zâta ve kendisi için konulduğu anlama işaret eder. Bütün isimler, zâta delil olmaları bakımından birdir. Başka bir ifadeyle her isim bir yandan zâtı, öte yandan ismin hakikatinin talep ettiği anlamı gösterir. Er-Rab, el-Hâlık, el-Musavvir gibi yalnızca kendisine ait anlama işaret etmesi bakımından ise her isim diğer isimlerden ayrılır. Böylece isim zâta işaret etmesi bakımından isimlendirilen; kendisine mahsus anlam -ki o isim bu anlam için konmuştur- bakımından ise isimlendirilenden başkadır.” İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 77.

274 “Bârî Teâlâ bilen, diri, kadir olmak vb. birtakım niteliklerle nitelendiğinde, bütün bunlar bağıntı ve izafetlerdir, onların ilâve bir gerçekliği yoktur. Aksini düşünmek, Bârî’nin eksik olduğunu düşünmeye yol açardı. Çünkü ilâve bir şey sayesinde yetkin olanın özü gereği yetkinliği, kazandığı yetkinlikten eksiktir.

Hâlbuki Allah, özü gereği yetkindir. O halde, özü gereği bir şeyin zata ilâve olması imkânsız iken bağıntı

İbn Arabî’ye göre zâttan ayrı niteliklerin varlığını kabul etmek, zâtın yanında birçok varlığı ortaya çıkarmamaktadır. Başka bir deyişle Mu’tezile’nin iddia ettiği gibi kadîm varlıkların çoğalması manasına gelmemektedir. Çünkü mümkün varlığın kaynağı olan nispetler, gerçek bir varlığa sahip değildir.275 Bu bağlamda kelâmcıların ortaya koymuş oldukları teoriler, şâhitten gâibe istidlâl yöntemine dayanmaktadır. Bu yöntemin bir sonucu olarak hem Eş’arîler hem de Mu’tezile, bu teorileri ortaya koyarken Allah hakkında bölünme ve birleşmenin söz konusu olmadığını gözden kaçırmışlardır. Bunun sonucunda da Allah hakkında hüküm verirken hata yapmışlardır. Çünkü isim ve sıfatlar zâta ait olmaları itibariyle kadîmdirler. Onların kıdemi, Allah’ta bir bölünme ve çoğalma olmayacağı için kadîmlerin çoğalması neticesini ortaya çıkarmamaktadır.276 Dolayısıyla İbn Arabî’ye göre isimlerin zâtın ayn’ı olması demek, isimlerin Allah’ın zâtından ayrı bir varlıkları olmadığı manasına gelmektedir. Bu varlık da göreceli bir var olmayı ifade etmektedir. Göreceli var olanların oluşturduğu çoklukda gerçek bir çokluk olmamaktadır.

Çünkü zât bütün isimler arasında müşterek olduğu için isimlerdeki çokluk sıfatlardaki çokluktan kaynaklanmaktadır. Bu çokluk ise Hakk’ın gaybında bulunan makul manalardır. Yaratmaya konu olan Hakk’ın şuûn ve tecellileri, bu makul manalarda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bunlar mutlak varlığın ayn’ı olmayıp asla ahadiyet mertebesindeki zâtın birliğinin kapsamına girmemektedir. Aksine Hakk’ın vücûdunda taayyün eden şeyler vücûda vâhidiyet mertebesinde dahil olurlar. Bundan dolayı Allah’ın isim ve sıfatları hakkında verilebilecek hüküm O’nun zâtı ile birlik kavramı içerisinde ifade edilebilecek oluşlarıdır.277 Böylece esas meselenin kelâmcıların ifade ettiği gibi zât sıfat ilişkisini açıklamak değil de zât ile mahiyetler arasındaki ilişkiyi açıklamak olduğu

ve izafetler ile ilâve olması imkânsız değildir. ‘Sıfatlar O’nun zatının ne aynı ne de ondan başkadır’ diyenin ifadesi ise gerçekten son derece uzaktır. Bu görüşü benimseyen kimse ilâvenin -ki başka demektir- varlığını kesinlikle delillendirmiş, fakat böyle bir isimlendirmeyi inkâr etmiştir. Sonra tanımda başkası hakkında şöyle hüküm vermiştir: İki başka şey, birisinin diğerinden zaman-mekân, varlık-yokluk olarak ayrılması mümkün olan şeydir. Fakat konuyu bilen bütün bilginlere göre bu, iki başka hakkında gerçek bir tanım değildir. Bir şeyin farklı şeylere ilişmesi, onun zatında bir olmasına etki etmez. Sözün bölünmesi (fiil, isim, bağlaç veya geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman), onun birliğini etkilemez.” İbn Arabî, Fütûhât, C. 1, ss.

108-109; el-Fütûhât, C. 1, ss. 70-71.

275 “Bütün nispetler var olmayan durumlar/şeylerdir. Bununla birlikte onlar etki ve hüküm sahibidir.

Öyleyse varlığı olmayan fakat etkisi ve hükmü gözüken her şey, gerçekte görünmeyen ve gayb diye ifade edilen şeydir. Çünkü dışta var olmayan şey gerçekte gayb halindedir.”İbn Arabî, Fütûhât, C. 13, s. 256;

el-Fütûhât, C. 6, s. 150.

276 Abdülkerîm el Cîlî, İnsân-ı Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yayıncılık, 2015, ss. 104-105.

277 Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, ss. 160-162.

görülmektedir. Dolayısıyla İbn Arabî, kelâmcıların zât-sıfatlar ilişkisiyle ilgili tartışmalarını, zât-hakîkatler ilişkisiyle aşmaya çalışmıştır.278

İsim ve sıfatlar konusunda İbn Arabî, ilâhi isimlerin zâta delaleti bakımdan O’nun ayn’ı olduğunu, taşımış oldukları müstakil anlamlar bakımından ise diğer isimlerden ayrı olduğunu söylemektedir. Böylelikle İbn Arabî, sıfatların zâtın ne aynı ne gayrı olduğunu söyleyen Eş’arîlerden farklılaşmaktadır. Bunun yanında İlâhî isimlerin aslında yok hükmünde olan nispetler olduğunu dile getirerek de zât-sıfat ilişkisinde zâttan ayrı bir niteliği kabul etmenin zâtın yanında kadîm varlıkları çoğaltacağını ileri süren Mu’tezile’den farklılaşmaktadır. İbn Arabî’nin Eş’arîlerden ayrıldığı ve onları eleştirdiği bir diğer nokta da isim ve sıfatların eserleriyle birlikte ele alınması konusudur. Biz burada isim ve sıfatların zâtın ayn’ı mı yoksa gayrı mı meselesiyle yetinerek isimlerin eserleri ile birlikte ele alınmasını yaratılış teorisinden sonra ele alacağız.