• Sonuç bulunamadı

Bir seyahatlerinde Mersin‘de idik. Her Ģey ters gidiyordu. KonuĢulan diller içinde nerdeyse en az konuĢulan Türkçe idi. Birçok dükkân ismi hâlâ Arapça idi.

Her Ģey Ģefin sinirine dokunuyor. KonuĢmaları her yerde barut gibi. Belediye‘de, Müdafaa-i Hukuk‘ta, Türk Ocağı‘nda, okullarda… Hep ya kızacak bir aksaklığa, ya çatacak bir sakarlığa rastlıyor.

Abani sarıklı belediye reisi, ziyafet belediyede olduğu hâlde güya ev sahibi olarak ayakta hizmet etmeye çalıĢırken Ģeften ĢimĢek gibi bir ihtar geldi.

—Belediye reisleri hizmetkârlık yapmaz, lütfen yerinize buyurunuz! Türk Ocağı‘nda:

—Bu eĢya buraya emanet gelmiĢ diyorlar. Yanındaki adamına emir veriyor:

—Yazınız da benim hesabımdan buraya bin lira göndersinler, eĢyalar için. En sonra Millet Bahçesi‘ndeyiz. Duvarların ve ağaçların üstüne kadar her yer insanla dolu. Fakat Mersin‘de her Ģey aksi gidiyor. Orta yerde birkaç basamakla çıkılıp tıpkı tahtları andıran bir yer yapmıĢlardır. Kral ve kraliçeye özelmiĢ gibi yaldızlı iki koltuk. Gazi sanki karısıyla beraber, tüner gibi oraya çıkacak. Bahçeye girip de o manzarayı görür görmez adamakıllı kızdı ve ‗Bu ne maskaralık‘ diyerek tahta sandalyelerden birini alıp rastgele bir yere oturuverdi.

O zaman Mersin‘de doktorluk yapan ReĢit Galip orada nutuk söyleyecek. Fakat kimse izin istemeye bile cesaret edemiyor. Doktor benim ilgimi istedi. Ben Gazi‘nin eĢine söyledim. O Gazi‘ye rica etti ve Gazi bana sordu:

—―Nutka falan ne lüzum var?‖

—Doktor Türk Ocağı BaĢkanı diyorum, eğer nutuk söylemesine müsaade buyurulursa buradaki Türk gençliği kuvvetlendirilmiĢ olur, dedim.

Türk gençliği onun en zayıf damarı, ġef insafa gelecek gibi… Fakat öfkesi de hâlâ üzerinde. Belli, ‗insaf‘la ‗öfke‘ çarpıĢıyor. Nihayet bir iki dakika sonra öfkenin tonuna bürünen insafın sesini iĢittik:

-―Peki söylesin!..‖

Genç doktor kürsüye çıktı. Gazi‘nin değiĢik yönlerde büyüklerini saydıktan sonra ‗Senin asıl büyüklüğün, bütün o büyüklere rağmen –Milletin ferdiyim!- diye övünmendir!‘ Milletin ferdi… Baktım, ġef‘in kızgın yüzünde ani bir rüzgârlar bulutlarını dağıtan bir ulvi ıĢık var. Birey; milletin ferdi; o tek kelime, bir sihir gibi dört beĢ saatlik öfkeyi bir anda uçuruvermiĢti. Milletin bir ferdi olmak onu sakinleĢtirmiĢti.‖33

Konya‘daki DelibaĢ ayaklanması Mustafa Kemal‘i çok üzmüĢtü. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra Konya‘ya gittik. Trenden inmedi, Ģehrin ileri gelenlerini vagonda kabul etti.

Olayın nedenlerini dinledi. Sonra belediyeye geldi. Meydanı dolduran halk kendisini çılgınca alkıĢlıyordu. Bu gönülden sevgiyi bir süre nemli gözlerle seyretti. Sonra arkasına döndü. Elindeki yanar sigarayı iki parmağının arasına almıĢtı:

―Bu saf ve tertemiz milleti kim ifsad eder, ayrılık ateşi çıkarmaya çalışırsa iki parmağımın arasında böylece ezeceğim!‖

Ve yanan sigara izmaritini iki parmağı arasında ezerek yere attı.34

1924 yılı 23 Mart, Cuma günü Afyonkarahisar‘a yani, zaferin baĢladığı beldeye girerken, istasyondan Ģehre kadar yarım saat süren yolu, coĢkuyla tezahürat yapan kırk elli bin kadar insan kalabalığı arasından yürüyerek belediyeye geldiğimizde, ġef her zamanki gibi en ufak bir yorgunluk göstermeden anılarını anlatmaya baĢlıyordu.

‗Gene Ģu odadaydı, Afyon‘un düĢman eline düĢtüğünden bir gün önce yine Ģu odada…‘ Fakat devam etmeye imkân yok. Belediye binası önündeki alanda toplanmıĢ halk, coĢku içinde kurtarıcısını istiyordu. O sırada içeriye iki delege girdi:

—Halk sizi görüp sesinizi duymadan dağılmayacak! Efendim diyorlar.

—―Fakat sesim yok ki;‖ diyor Atatürk, ―hem bu kadar kalabalığa ses nasıl işitilir?‖

Az sonra ayağa kalktı:

—―Ne yapalım, sesimin çıkabildiği kadar duyurmaya çalışırım.‖

33 Yurdakul, Y., age., s. 111-112. 34 Hulusi, T., age., s. 358.

Biz bundan ayrıca memnunduk: Onu Ģimdiye kadar hep kapalı yerlerde dinlemiĢtik; ilk kez açık alanda, hem de büyük kalabalığa hitap ederken dinleyecektik. Kendimi kalabalığın içine atarak, mümkün olduğunca uzaklara gittim. Az sonra kapının merdiveni üzerinde göründü. KonuĢmaya baĢladı:

―Afyonlular, kara günler gördünüz ve güneşli günlere erdiniz. Allah sizden bir daha öyle kara günlere düşmemenizi istiyor, bir daha bu kara günlere düşmemek için de savaşımıza devam edeceğiz.‖

Mat ve tok sesi meğer ne kadar da enginmiĢ; bütün o kalabalığın üzerinden en uzaklara kadar, sanki yanımızda konuĢuyormuĢ gibi, gür ve net geliyordu.

Ġki gün sonra Kütahya, oradan Ankara, oradan Adana. Her yerde duruldu ve konuĢmalar yapıldı.

Yedi sekiz gün içinde verdiği on beĢ söylevin hiçbirinde ‗tekrar‘ yapmadı. Bir tek cümlesi bile, bir diğerine benzemiyordu. Yalnız bir düĢüncesini daima ve her fırsatta tekrar etti:

—―Yapılan işlerin onuru bana değil, bütün ulusa aittir.‖

O, ‗Her Ģeyi ulus yaptı‘ dedikçe ve bunu söylediği zaman büyüdükçe, ulus da O‘na her yerde bütün coĢkunluğu, içtenliği ve Ģükran duygularıyla, ‗Her Ģeyi siz yaptınız‘ diyordu. Ġkisi de haklıydı.35

Adana‘yı Mustafa Kemal PaĢa tutkusu saran o günlerde, halkın coĢkulu gösterileri arasında geçen bir anısını Ģöyle anlatır:

Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorlardı. O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coĢkulu, kendinden geçmiĢ halkı selamlaya, selamlaya Hükümet Konağı‘na geldiler. Merdivenlerin yarısına geldikleri zaman, bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.

Gazi Mustafa Kemal PaĢa, durdular, köylü kadın yanına kadar çıktı. Tanımlanamayacak bir hayranlıkla O‘nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevgi ve özlemle:

— ―Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi gözledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ baĢını! O sarı altın saçlarını öpeyim… Bu benim adağım, umudumu çok görme…

Genç Komutan‘ın yüzüne bir gönül rahatlığı ve neĢe yayıldı, baĢını o‘na doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı baĢı bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyeleri ayağının altına sererek:

—Adağım yerini buldu koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun, her muradın yerine gelsin‖, dedi.

Ġç iĢleri Bakanlığı döneminde yurt içi bir gezisinde, Ģehirde oturan bir köylü vatandaĢın ġükrü Kaya‘ya, Atatürk‘e sevgisini ve yönetime hayranlığını belirtmesi üzerine soruyor:

—Ne gibi iĢler yapıldı ki Atatürk‘ü bu kadar seviyor, yönetime bu kadar hayranlık duyuyorsun?

Köylü vatandaĢ:

—―Ben, bu sevgi ve hayranlığımın nedenlerini anlatacak güçte değilim. Yalnız Ģu kadarını söyleyebilirim; benim karım köydeki dövenden iĢini bitirip gece saat on‘da yalnız baĢına Ģehirdeki evimize dönebiliyor.‖ 36

―1933 yılında idi. Atatürk Diyarbakır‘ı Ģereflendirmek için yola çıkmıĢtı. O zamanki idarenin tutumu o derece katı ve o derece sıkı idi ki; Atatürk Ģehre geldiği zaman kendisini karĢılamaya gelen idare adamlarından baĢka hiç kimseyi görmemiĢ, hayret ve dehĢetle müthiĢ sinirlenmiĢti.

—―Bu da ne demek oluyor? Bu memleketin halkı nerede? Onları görmek istiyorum, nerede?‖

—…

—―Çabuk söyleyin, cevap verin bana…‖

Halbuki evlerin damlarında, pencerelerinde, camilerin kubbelerinde, duvarların, surların üstünde birbirinin üzerine balık istifi gibi yer alan halk vardı. Ata‘nın bu sinirli hâli derhal bir emir verilmesine sebep oldu. Üç beĢ dakika sonra mahĢeri bir kalabalık sokakları doldurmuĢtu.

—Var ol, yaĢa büyük önderimiz, sevgili babamız, hoĢ geldin!.. sesleri, coĢkun alkıĢ ve heyecan içerisinde Ata halkın arasına karıĢmıĢ, halk ile kendi arasına gerilmek istenen perdeyi yırtmıĢtı.

Bu sırada her ne kadar idare adamları intizamı korumak istemiĢse de, Ata, buna da mâni olmuĢ ve etrafındakilere:

—―Bırakınız, birbirini sevenler kucaklaşsınlar,‖ demiĢti. Halk arasına karıĢıp

birlikte yürümüĢtü, Ģehrin merkezine kadar.37

Ġzmir gezisi sırasında Cumhurreisi sofranın baĢında, ben sağında, Kâzım PaĢa solunda oturuyorduk. Gazi Bir süre sustu, sonra Kâzım PaĢa‘ya döndü:

—―Vaziyetimizi dahilden nasıl görüyorsunuz? Valisiniz. Halk ile doğrudan doğruya temas ediyorsunuz. Bildiklerinizi serbestçe ve çekinmeden bana söyleyiniz‖

dedi.

Kâzım PaĢa, valilerin elinde selâhiyet bırakılmadığından, en küçük memuru bile ezil ve tâyin edemediklerinden ve nüfuzu bu kadar sınırlandırılan valilerin iĢ göremediklerinden bahsetti.

Gazi kendisini alâka ile dinliyordu. Sonra yine sordu:

—―Halk hükûmetten şikâyetçi midir?. Korkmayınız, söyleyiniz…‖ dedi.

Samsun Valisi Kâzım PaĢa, Gazi‘nin, sualine tereddütsüz cevap verdi:

—―Evet… Halk hükûmetten Ģikâyetçidir PaĢa Hazretleri… Bilhassa mahkemelere iĢleri düĢenler davâlarının bir türlü neticelenmediğinden Ģikâyet ediyorlar‖ yolunda sözler söyledi. Gazi kendisine Ģu suali sordu.

—―Bu şikâyetlere sebep olan hallere hükûmet bilerek mi meydan veriyor?‖

Kâzım PaĢa:

—―Hayır… Tabiî böyle bir Ģey hatıra getirilmez…‖ dedi. Gazi:

—―O halde hükûmetin malûmatı dışında bazı hatâlar oluyor demektir‖ dedi,

sonra bana doğru dönerek Ģu suali sordu:

—―Siz de hariçten geliyorsunuz. Memleket dışından vaziyetimizi nasıl görüyorsunuz?‖

Gazi‘nin, böyle bir sualini bekliyordum. Fakat öyle olmasa da, böyle bir soruya cevap vermek için hazırlıklı olmama ihtiyaç, yoktu, çünkü sorulan husus üzerinde kanaatlerim aydınlık ve açıktı. ġu cevabı verdim:

—―Hariçten malî ve iktisadî vaziyetimiz pek fena görülüyor. DıĢ borçlar için yapılan anlaĢma üzerinden az zaman geçmiĢ olmasına rağmen Hükûmet‘in ―borçlarını vermiyeceğim‖ demesi malî itibarımızı fena halde sarsmıĢtır. Ġtimadın bu suretle kaybolması diğer iĢlerimize de tesir edecek ve hususî müesseselere açılan krediler de duracaktır. Diğer taraftan görüyorum ki, Hükûmet malî kabiliyetimizle ölçülü olmayan

büyük masraflara giriĢmiĢtir. Vergiler bu yüzden arttırılmıĢtır. Bütün teĢebbüs erbabı, ancak, geçimini temin etmek ve vergisini verebilmek için çalıĢmaktadır. Memlekette iĢ yapmak için lâzım olan sermaye kimsede kalmamıĢtır. Parasızlık, fakr-u zaruret yüz göstermiĢtir‖ dedim.

Konak Meydanı‘na Ġzmir‘li Türklerin büyük kurtarıcılarına armağanı olan bir açık otomobil getirirler. Otomobilin her yanı kırmızı beyaz kurdelelerle küçük beyaz güllerle süslenmiĢti.

Gül bahçesi gibi arabayı beğenerek seyreder. Ġzmirlilerin inceliğinden duygulanır. Fakat; çiçeklerin arasındaki kuzuyu fark edince, RuĢen EĢref (Ünaydın ) Bey‘e dönerek:

―Aman! Çabuk gidin söyleyin; şu kuzuyu kesmesinler…‖

RuĢen EĢref Bey anlatır:

―AĢağıya çok hızla koĢtum. Fakat; kapını önüne varınca gördüm ki beyaz mermere al kanlar yayılmıĢ, vaktinde yetiĢemediğimi arz için baĢımı ve ellerimi kaldırıp yukarı sana doğru baktım. Gördüm ki balkondan çekilmiĢsin Ģimdi o anı bir daha hatırladıkça, saldırgan ordusunu yok etmiĢ bir Muzaffer BaĢkomutanın bir kuzu kanı dökülmesine bakamayacak derecede bir insan yüreği taĢır olduğunu hasretle bir daha anıyorum.‖38

Bir ağaç dibinin toprağını kabartan ve o civarda yalnız çalıĢan bir iĢçinin önünde Atatürk durdu. ĠĢçiye o kadar yakındı ki, çapasının kalkıp inmesinden fırlayan toprakların küçük parçaları Atatürk‘ün, zarif, düzgün ayakkabılarını okĢuyordu. Önünde dura, karĢısına dikilen bu vakitsiz Zaire iĢçi bakmadı bile. Bu vaziyette epeyce sessiz durduk ve seyrettik. ĠĢçi ne de çapasına bir an dinlenmek fırsatını vermiyordu. Atatürk‘ün:

—―Nerelisin çocuğum?‖

Suali iĢçiyi doğrulttu; çapasını yere dayattı. —Kastamonuluyum beyim!

—―Kastamonunun içinden misin?‖

—Hayır köylüğündeyim.

—―Askerlik yaptın mı?‖

—Yapmaz olur muyum?

—―Harp göndün mü?‖

—Sakarya muharebesinde bulundum. Ġzmir alındıktan birkaç ay sonra tezkere aldım.

Pehlivan yapılı Sakarya gazisinin cevabından haz ve zevk duyduğu, fakat kendisini tanıtmak istemediği için olacak Atatürk‘ün iĢçiye son sorgusu:

—―Sen güreşir misin?‖

Oldu. Bu suale kadar ciddî bir çehre ile gözünü kırpmadan cevaplarını veren iĢçi gülümseyerek mütevazi bir tavır aldı ve:

—GüreĢmez miyim?

Dedi. Ne yalan söyliyeyim, toprağı çapalarken; yeri sarsan darbelerine Ģahit olduğum otuz, otuz beĢ yaĢlarında gürbüz yaratılıĢlı, piĢkin vücutlü, yay gibi atik, ve tetik bakıĢlı, çelik bilekli Kastamonulu ile güreĢmemi Atatürk‘ün teklif edeceğinden heyecana düĢmüĢtüm.

Bereket versin baĢını gülerek bana çeviren Atatürk gözlerini kırptı ve iĢçiye dönerek:

—―Benimle de güreşir misin?‖ dedi.

Ben iĢçiye büyük muhatabını anlatabilmek imkânını ararken Atatürk:

—―Bırak çapanı ileri gel!‖ emrinde bulundu.

Bu emre tereddütsüz tebaiyet eden Kastamonulu çapasını bıraktı. Ġlerledi ve el ense etmiye hazırlandı. Ben serî bir hareketle iĢçinin arkasına geçerken Atatürk ile Kastamonulu güreĢe tutulmuĢlardı.

Atatürk‘ü, bütün ciddiyet ve var kuvvet ile saran ve sarsan Kastamonuludan kurtarmak için, Atatürk‘e göstermeden ve hissettirmeden bir çelme attım, Kastamonulu yere yıkıldı.

Fakat hemen ayağa kalkan iĢçi mağlubiyetini saymadı. Kısa bir münakaĢa oldu. MüĢkül vaziyetteydim. ĠĢçinin bir ayağının dayandığı toprağın kaymasından dolayı yıkıldığına, yoksa benim hiçbir müdahalem olmadığına dair teminat verdim.

Atatürk ile iĢçisi tekrar güreĢmek üzere birbirlerinden ayrılabildiler. Kastamonulu katiyen Atatürk‘ü tanımamıĢtı. ĠĢçiden beĢ on adım uzaklaĢtıktan sonra, ufak bir mükâfat vermek için Atatürk‘ün müsaadesini istedim. Bu gibi vaziyetlerde cömert olan Atatürk‘ün:

—―Bir lira ver!‖ Demesi hayretimi mucip oldu. Teveccüh ve muhabbetine

—Biraz sonra zatı devletlerinizin kim olduğunu öğrenecektir. Tok gözlü ve alnının teriyle kazanmaya alıĢmıĢ olan bu yurttaĢ, sizin lütfunuzu hatıra olarak saklayacaktır. Bari iĢine yarayacak miktarda verirsek sevindiriĢ oluruz. Mütalâasında bulundum; Atatürk gülerek, fakat çok mânalı kaĢlarını çatarak:

—―Bir lira yüz kuruştur, az mı?‖ Buyurdular.

—Evet yüz kuruĢ iĢçinin bir günlük yevmiyesidir. Cevabında bulunarak sustum, Atatürk:

—―Öyle ise on yevmiye ver!‖ Emrinde bulundular.

Döndüm. Kastamonuluya yaklaĢtım. On lirayı kendisine uzatırken bu sefer iĢçi: —Bu parayı niçin bana veriyorsun?

Sualinde bulundu. Koca Türk‘ün sebepsiz para almıyacağını hissettiğimden: —Mintanın biraz yırtıldı da yenisini alırsın. Diyerek parayı kabul ettirebildim. Bu hareket tarzımızdan merakı artan iĢçi:

—Siz kimsiniz beyim?" dedi. Cevaben:

—Ben tüccarım. Fakat güreĢtiğin bey bu çiftliğin sahibidir.

Diyerek Atatürk‘ü tanımayı iĢçinin zekâsına bıraktım ve büyük adama yetiĢmek üzere acele yanından ayrıldım.

On beĢ, yirmi dakika sonra aynı yoldan dönüyorduk. Kastamonulu iĢçi bizi görür görmez koĢarak yanımıza geldi, heyecanını saklayamıyordu. Hemen Atatürk‘ün ellerine sarıldı ve öptü. Yüreğinin bütün samimiyetiyle:

—Demin Atamı tanıyamadım. Beni affet. Hiç ben sizinle güreĢebilir miyim? dedi. Atatürk:

—―Zararı yok. Şimdi burada ikimiz de biriz. Devlet ve millet işleri başında ben senin büyüğünüm, babanım.‖

Buyurdular ve iĢçiyi okĢadılar, iĢinin baĢına yolladırlar.39

ġevket Süreyya Aydemir anlatır: Devlet iĢletmeleri büyük tesislerdir. Bunlar Anadolu‘nun içlerine serpiĢtirilmiĢlerdir. Her tesisin kuruluĢundan bir süre sonra çevre ayrı bir Ģehir haline gelir. Tesisler, lojmanlar, parklar, spor yerleri gün ıĢığında dünyaya güler ve geceleri ıĢıl ıĢıl pırıldarlar. Nazilli de bunlardan biridir. Fabrika 9 Ekim 1937‘de açılacaktı. Atatürk bekleniyordu. Ġzmir üzerinden trenle geldi. KarĢılandı. Nazilli kasabası altında, Büyük Menderes dirseği kenarında yeni fabrika, bacası, santralı, iĢ binaları, çevre tesisleriyle yeĢillikler içinde bir masal Ģehri gibi doğmuĢtu.

Bahçesinde sıra sıra soğutma havuzlarından göğe fıĢkıran ve sonra hare hare havuzlara dökülen su sütunları, uzaktan mavi bulutların oyunu yahut da efsanelerdeki menderes perilerinin raksı gibi görünüyordu.

Fabrika idarecileri onu daha sitenin giriĢ yerinde karĢıladılar. Gördüğü her Ģey onu sarıyordu. Yüzünün hatlarında, ferahlı, sevinçli hareketler vardı. Temiz yer, temiz insanlar, bataklık Menderes nehrinin kara tılsımını silen yeni bir insan iradesinin sıra sıra eserleri… Ellerinde bayraklar, çiçek demetleriyle kız, erkek sıra sıra mektep çocukları alkıĢlarla, Ģarkılarla haykırıĢıyorlardı. Hem bazen öyle de oluyordu ki bu çocuklar tam Gazi Baba önlerine gelince, ne yapacaklarını ĢaĢırarak alkıĢlarını, Ģarkılarını kesiyorlardı, sanki büyülenmiĢ gibi öylece onun yüzüne dalıyor, kalıyorlardı, sanki büyülenmiĢ gibi öylece onun yüzüne dalıyor, kalıyorlardı. O zaman o, onlara gülümsüyor, bazen önlerinde duruyor, bazılarını okĢuyor, soruyordu:

—―Sen öyle bakayım, ben kimim?‖

—―Aha da, Gazi babamızsın ya…‖

—―E söyle bakalım, büyüyünce efe olacan mı?‖

—―A ah… Goca goca mekteplerde okuyacağım da…‖

Sonra etrafta herkes gülüĢüyordu. O da onlarla beraber… Öyle ki, sanki yeni Nazilli sitesinin renkli havasına taĢan bu güleçlik, Menderes sularına, Menderes‘in güney ve kuzey dağlarına yayılarak, sanki bu topraklara, ilk defa duyulan bir Ģenliğin müjdesini veriyordu. Demek ki; Nazilli, artık efe değil, goca goca mekteplerde okuyacak yeni kızanlar yetiĢtirecekti…40