• Sonuç bulunamadı

3. KÜRESELLEŞME

4.6. Yoksulluk ve İnsan Hakları

Yoksulluğun bir gelir eksikliğinden öte, insan haklarının bütünselliği, bölünmezliği ve karşılıklı bağımlılığı temelinde, tüm insan haklarının ihlali olarak tanımlanması, bugün, benimsenen bir yaklaşımdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, insan hakları açısından yoksulluğu, yeterli bir yaşam düzeyi ve diğer temel sivil, sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasal haklardan yararlanmak için gerekli olan kaynaklardan, olanaklardan, tercihlerden, güvenlikten ve güçten sürekli yoksun olma hali olarak tanımlanıyor ( Çavuşoğlu, 2002: 473 ) .

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bireysel hak ve özgürlüklerin yanı sıra insanı, toplumsal çevre içinde ele alan bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu anlamda ele alınan ekonomik, sosyal ve kültürel haklar arasında, çalışma ve işsizlikten korunma, sosyal güvenlik hakkı, sağlık, eğitim ve öğrenim hakkı gibi haklar mevcuttur. İnsan Hakları Bildirgesi’nde genel olarak ifade edilmiş olan “ Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin Uluslar Arası Sözleşme ” de daha kapsamlı bir şekilde yer almıştır ( Karataş, 2003: 95 ) .

İnsan haklarını bölgesel düzeyde, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar bağlamında korumayı amaçlayan en önemli belge Avrupa Sosyal Şartı’dır. Bu şart, herkes için çalışma hakkını (adil çalışma ve ücret alma, güvenli ve sağlıklı çalışma hakları ) düzenlenmektedir. Bununla beraber, çocukları, gençleri, kadınları, engellileri, yaşlıları… yani toplumun kırılgan kesimlerini koruyucu hükümler de getirilmektedir. Ayrıca eğitimi, sağlığı, sosyal güvenliği, sosyal yardım ve refah hizmetlerini de bir hak olarak düzenleyen şart, özellikle sosyal hizmetlerin kurulması ve sürdürülmesinde bireylerin, gönüllü ve benzeri örgütlerin özendirilmesini ön görmektedir. Herkesin, gerek bireysel gerekse ailesi içinde, yaşadığı yoksunlukları önlemek, gidermek yada hafifletmek için gereksinim duyduğu yardımların, uygun kamusal hizmetler yada özel

hizmetler aracılığıyla sağlanması istenmektedir. Ailenin gelişmesi için gerekli koşulları sağlamak üzere uygun yöntemler uygulanarak, aile yaşamı ekonomik, yasal ve sosyal açıdan korunacaktır. Avrupa Sosyal Şartı’nın oldukça kapsamlı olan içeriğinde bulunan tüm düzenlemeler, doğrudan ya da dolaylı olarak yoksulluk sorunu ile ilgilidir. Yoksullukla mücadelede izlenen yol ne olursa olsun, bu yolların ve uygulamada takınılan tutum ve davranışların etik ilkelere uygunluğu sorgulanmalıdır. Yoksullukla mücadelenin etik boyutunda temel esas insan hakları içerisinde ifadesini bulan hak ve özgürlüklerin çiğnenmemesi; tersine korunup geliştirilmesidir ( Karataş, 2003: 96, 97 ) . Birleşmiş Milletlerin 2000 yılına ilişkin İnsani Gelişme Raporu, araştırılan 174 ülkenin 46’sın da yüksek düzeyde bir insanın gelişme bulunduğunu 93’ünün ortalarda kaldığını, 35 ülkenin de altlarda yer aldığını göstermektedir. Afrika ülkeleri yoksulluk, AİDS ve savaş nedeni ile en alttaki 24 ülkeyi oluşturmaktadır. Her gün 30. 000’den fazla çocuğun önlenebilir nedenlerle ölmesinin, yoksulluğun görünmez hale gelmesinden kaynaklandığının belirtildiği raporda, yoksullukla birlikte bu ülkelerde eğitim, sağlık ve seçme hakları gibi insan haklarının kullanılmadığını da ifade etmektedir. Son yıllarda BM’nin yeryüzünde artan eşitsizlik ve yoksulluk konusundaki yaklaşımının, hem yoksulluğun daha geniş bir çerçevede tanımlanması, hem de yoksulluğun insan haklarının ihlali olarak kabul edilmesi yönünde değiştiğini belirtebiliriz. BM’nin hazırladığı İnsani Gelişme Endeksi, yaşam olanağından yoksunluk, bilgi edinmeden yoksunluk ve yaşam koşullarındaki yoksunluklar olmak üzere üç temel standarda göre ölçümler yapmaktadır. Bu anlayışın uluslar arası hukuk açısından yasal desteği olduğu da açıktır; çünkü en başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok uluslar arası belgenin insan hakları anlayışı, insan haklarının her insan için geçerli olduğu yönündedir ( Koray; Alev, 2002: 461, 462 ) . Gelişmekte olan ülkelerde demokrasinin gelişmesi, insan haklarının iyileşmesi o ülkeler açısından çok önemlidir. Yoksulluk ya da mahrumiyetin bu tür gelişmeyle ilgisi olduğu bir gerçektir. Bu yolda gelişme sağlamanın her şeyden önce ulus-devletinin demokratikleşmesinden kaynaklandığı da açıktır. Fakat ulus devlet artık bu konuda yeterli değildir. Çünkü bugünkü koşullarda ulus devletin, siyasal gücünün ve ekonomik kaynaklarının, eğitim, sağlık, iş olanakları gibi ekonomik- sosyal haklar konusunda ülke vatandaşlarının koşullarını iyileştirmek, yani onların çeşitli alanlardaki yoksunluklarını ve ihtiyaçlarını gidermek açısından yetersiz kaldığı görülmektedir. Dış borç yükünün ağırlığı nedeniyle bunlarla ilgilenmeler ya da vergi yükseltme gibi kendilerine yeni gelir

kaynakları yaratmaları çok zordur. İkinci olarak da, her yerde benzer sorunları ( tarımın gerilemesi, ücretlilerin iş ve gelir kaybı gibi ) oluşturan küresel sistem içinde ona uyma çabalarından dolayı gelişmekte olan ülkelerin, kendi başlarına sisteme rağmen kendi iç sorunlarına yönelmeleri mümkün değildir. Acımasız küresel rekabetin ve eşitsizliğin onlara sınırlı bir hareket alanı bıraktığı söylenebilir ( Koray; Alev, 2002: 462, 463 ) . Gelişmiş ülkelerde dahi, küresel rekabetle, ekonomik- sosyal haklardan az ya da çok geri adım eğilimine girilmişken, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişmelerinin ekonomik ve sosyal haklarını uygulamaya yetmediği ortadadır. Bu ülkede toplumsal süreçler zayıf, eğitim ve sağlık olanakları yetersiz, gelir dağılımı bozuk, sermaye birikimi yetersizdir. Demokrasi ve insan hakları konusundaki duyarlılık da oldukça düşüktür. Öte yandan küreselleşmeye uyum çabaları istikrar tedbirleri içinde bu ülkelerin, sosyal politikalarına ve bu yöndeki ihtiyaçlarına yanıt veremedikleri ortadadır. Bu nedenle insan hakları bir bütün olarak ele alınacak ve bunun gerektirdiği değişikliklere gidilecekse, bunun öncelikle küresel çapta düşünülmesi gerekmektedir. Örneğin, yoksulluğu önlemenin, herkese gelir getirici bir iş sağlamaktan geçtiği herkesçe bilinmelidir, oysa biz, insanların var olan işlerini de kaybettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu durumda ancak çalışma hakkının bir insan hakkı olarak ciddiye alınması, bir değişiklik yaratabilir ( Koray, 200: 463 ) .

Avrupa Birliği ülkeleri, 2. Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin ortalarına kadar süren dönemde, sosyal güvenlik sistemi aracılığıyla yoksulluk sorununu büyük ölçüde çözmüşlerdir. Ancak 1970’lerden sonra, Avrupa ülkelerinde yoksulluk, giderek artan bir oranda yeniden sorun olmaya başlamış, yoksulluk sorununa sosyal dışlanma sorunu da eklenmiştir. O güne kadar sosyal güvenlik sistemine hâkim olan genellilik ve zorunluluk ilkeleri ile nüfusun tamamı sistemin içine alınabilinirken, artık hukuk sisteminden de dışlanmış yeni yoksulların varlığı söz konusudur. Yani yoksulluk ve sosyal dışlanma olguları, varolan sosyal güvenlik sisteminin ve sosyal devlet kavramının insan hakları perspektifiyle yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Bu bağlamda yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadelede, insan hakları kavramı önemli bir yere sahiptir

( Gökçeoğlu; Balcı, 2002: 478 ) .

Yoksulluğu “ bir insan hakları sorunu ” olarak tanımlamak ilk bakışta anlamlı ve doğru gözüküyorsa da, bu yaklaşımın, Birleşmiş Milletler raporlarında da ifade edildiği gibi, bugün ekonominin işleyişine hâkim serbest piyasa kuralları karşısında, sosyal

hakların gerçekleştirildiği ve yoksulluğun azaltılması ve ortadan kaldırılması açısından ne ölçüde işlevsel olduğu tartışmalıdır. Örneğin, gelir getirici bir işte çalışma hakkı, herkesin yeterli beslenme, giyim, konut ve sağlık hakkı dâhil, kendisi ve ailesi için yeterli yaşam standardına sahip olması hakkı gibi yoksulluğu ve doğurduğu sorunları önleyici nitelik taşıyan sosyal hakların, devletin kamu hizmeti alanından çekildiği, “ piyasa mantığı ”yla işleyen bir ekonomik sistem içinde nasıl gerçekleştirileceği ciddi bir sorun oluşturuyor ( Çavuşoğlu, 2002: 474 ) .

Dolayısıyla bugün yoksulluğun, insan haklarının ihlali olarak tanımlanması ve insan haklarının bölünmezliği çerçevesinde sosyal hakların gerçekleştirilmesi üzerindeki düşünce, yoksulluğa ve dışlanmışlığa yol açan ekonomik ve sosyal nedenler sorgulandığı sürece, “ küreselleşmeye insani bir yüz ” kazandırma çabasıyla sınırlı kalmaktadır ( Çavuşoğlu, 2002: 475 ) .

Sonuç olarak eşitsizlik ve yoksullukları azaltacak, çözüm yollarından biride insan haklarının bir bütün olarak hayata geçirilebilmesi, bunun içinde demokratikliği esas edinen ve yalnız siyasal otoriteler karşısında değil, ekonomik güç odakları karşısında da insani haklarla donatılan bir “ küresel hukuk sisteminin ” yaratılması gerekmektedir. Ancak, küresel düzeyde insan haklarının gerçekleşmesi, küresel düzeyde bir toplumsal- hukuksal düzenin kurulması, küresel düzeyde geleceğimizi belirleme hakkımızın olması ile dünyada eşitsizlikleri ve yoksullukları azaltan bir denge kurmak ve böylece insan ve yeryüzünün geleceğini güven altına alacak bir sistem yaratmak mümkün olabilir. Yoksulluk ve yoksunluklarla mücadelede insan hakların önemini, hukukun üstünlüğü ve demokratik hakların vazgeçilmezliğini benimsiyorsak, bunların sadece ulusal sınırlar içinde ele alınamayacağı, küresel çapta da ele alınması gerektiğini de belirtmemiz gerekir. Bu konuda iki unsur önemlidir: Birisi, insanı ekonomik ve sosyal koşulları içinde ele alan, ekonomik- sosyal hak ve özgürlüklerin öneminin anlaşılması ve gerçek yerlerine konulmasıdır. İkincisi de, küresel çaptaki ekonomiyi, insan haklarını bir bütün olarak gören bir küresel hukuk ( insan hakları ) sistemi içine alabilme ve onu eşitlikçi ahlak anlayışıyla yeniden uzlaşmaya zorlama konusudur ( Koray; Alev, 2002: 465, 466 ) .