• Sonuç bulunamadı

3. KÜRESELLEŞME

3.4. Küreselleşme ve Emperyalizm

Küreselleşme, dünyayı bir pazar olarak algılayan, dünyayı tamamen egemenliği altına alma düşüncesinde olan emperyal bir yapıyı, yeni bir sömürgeciliği ifade eden bir süreçtir. Küreselleşmenin bir başka özelliği ise güçlü devletlerin diğer devletler üzerinde hegemonya kurabilmeleri için elverişli bir araç görevi görmesidir. Küreselleşme, uluslar arası pazar güçlerine koşulsuz bir teslimiyettir (Kaçmazoğlu, 2002: 221).

16. yy’dan beri kurulan kapitalist sistem ve bugünkü adıyla küreselleşme ile Batı iki aşamalı bir sömürü politikası izlemektedir. Bu politikalardan ilki, Batı dışı ülkelerin, ikincisi ise, kendi içerisindeki emekçi sınıfların sömürülmesidir. Fakat batı dışı halklar, batılı emekçi sınıflara göre birkaç kat daha fazla sömürülmektedir. Çünkü bu halklar kendi ülkelerinin egemen güçleri tarafından da sömürülmektedir. Batı küreselleşme sürecinde kurduğu sömürü sistemini işletirken, batı dışı ülkelerdeki işbirlikçi kesimlerden de yararlanmakta ve bu kesimlere, hizmetleri karşılığında belirli bir pay verilmektedir. Batı’nın egemen güçleriyle iş birliği halinde yönetilen batı dışı ülkeler ve bu ülkeleri oluşturan toplumlar, batının ağır sömürü politikaları altında ezilmekte; ekonomileri genellikle IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşların yönetimine bırakılmaktadır ( Kaçmazoğlu, 2002: 223 ) .

Emperyalistlerin azgelişmiş ülkelere değerlerinin üstünde fiyatlarla mal satmaları ve bu ülkelerde üretilen malları değerlerinin altında fiyatlarla satın almaları genellikle tekelci kapitalist yani emperyalist dönemin belirleyici özelliklerindendir ( Eryılmaz, 1993: 98) .

Emperyalistler, ülkenin doğal kaynaklarını sömürmektedir. Bir yandan emekçi halka ait olması gereken doğal kaynaklara el konulmakta, diğer yandan ucuza kapatılan bu girdilerle üretilen mallar değerlerinin çok üzerinde tekel fiyatlarıyla geri satılmaktadır. Ayrıca emperyalizmin geri bıraktırıcı etkisiyle işsizlik ve büyük işsizler ordusu oluşmaktadır. Sonuçta, ülkede yaratılan değer halkın yararına olacak şekilde sanayileşmeye yöneltilmemekte, emperyalistlerin ve emperyalistlerle iş birliği içindeki küçük bir sömürücü azınlığın faydasına olacak şekilde ülke dışına aktarılmakta veya ülke içinde sömürünün daha da yaygınlaştırılmasında ve etkinleştirilmesinde kullanılmaktadır ( Eryılmaz, 1993: 88, 99 ) .

21 yy’ın başındaki küresel ekonomiyi emperyalizm çerçevesinden değerlendirebiliriz. DTÖ kurallarının ve IMF ve Dünya Bankası’nın borçlandırma koşulları ile yapısal uyum programlarını, yüz yıl öncesinin serbest ticaret emperyalizmi gibi, kendi ekonomik uygulamalarını modernleştirerek serbest ticareti kendi başlarına uygulamayan, toprakları kendi iyilikleri için buna zorlayan sermaye enternasyonali’nin temsilcisi olarak değerlendirebiliriz ( Tabb, 2001: 94 ) .

Jeffrery Sachs’ın da belirttiği gibi, Çin ve Hindistan dışındaki gelişmekte olan dünyanın belki yarısı üzerinde, IMF, mali konularda neredeyse hükümetlerin yerini alan daimi varlığa sahiptir. Britanya İmparatorluğu’nun Mısır ve Osmanlı bakanlıklarının üzerine kendi yüksek memurlarını atadığı günlere benzer bir şekilde, IMF bugün dünya çapında, tam 1,4 milyar kişilik nüfusu oluşturan yaklaşık 75 gelişmekte olan ülkenin iç yönetim kademelerine iyice yerleşmiştir. Bu hükümetlerin IMF’ye danışmadan aldıkları kararlar ve attığı adımlar sınırlıdır. IMF’ye danışmadan yaptıkları işlerde ve attıkları adımlarda da sermaye piyasalarıyla hayati önem taşıyan bağlarını, dış yardımları ve uluslar arası saygınlıklarını riske atarlar. Bu ülkelerin haber programları IMF heyetinin geliş gidiş haberleriyle doludur ( Tabb, 2001: 95 ) .

Emperyalizm, basit bir toprak ihlalinden çok ister askeri araçlarla, ister daha nazik yollarla olsun, halklar ve topraklar üzerinde siyasi ve ekonomik denetim sağlamakla ilgilidir. Bu bir devlet politikasıdır ve çoğu kez ekonomik araçlarla olmak üzere iktidarın ve hâkimiyetin yayılması sorunudur. Emperyalistlerin en önemli hedefi, başka ülkelerin ekonomik kaynaklarının denetimini ele geçirmektir ( Tabb, 2001: 96 ) .

Emperyalizm ilk tahlilcilerden Johnn Habsaric’e göre, mali istilaların ve pazarın hâkimiyeti merkez ülkelerin sermayesinin iç krizlerden kaçınmak için dünyanın daha az gelişmiş bölgelerine yayılma zorunluluğundan kaynaklanan bir nedeni olduğunu belirtiyor. Bunlar, daha uygar halkların daha aşağı kültürlere dışardan ilerleme getirmesi hakkını savunuyorlardı. Almanya’da ikinci enternasyonal’in önde gelen koruması Kautsky, sömürgelerin kapitalist yayılmanın ön şartı olduğunu ve Büyük Britanya’nın o zamanki üstünlüğünün önemli nedenlerinden birini oluşturduğunu savunmaktadır. Ulusal kapitalist gelişme için dış pazarlar hayati bir öneme sahiptir. Kautsky, uluslar arası tekellerin ortaya çıkışında ulusal sermayeler arasındaki işbirliğinin öncülerini görmüştü. Bu gelişmeyi ulusal rekabetleri yok edecek uluslar arası bir türdeşleşme sürecinin işleyişi olarak görüyordu. Ulusal sermayelerin tek bir küresel egemen sınıf olarak birleşeceği düşüncesine sahipti. Bunun, ultra-emperyalizme doğru barışçı bir

hareket oluşturacağı ve askeri olmayan bir Avrupa Federasyonu yani bir tür Avrupa Birliği kurulması düşüncesini ortaya atmıştı. Emperyalizmin bu ilk kuramcıları, emperyalizmin tek karşılıklı bağımlı bir küresel ekonomi yaratmadaki önemini belirtmişlerdir ( Tabb, 2001: 97 ) .

Trotski ise, emperyalizmi “dünya ölçeğinde üretim ilişkileri ve değişim ilişkileri sistemi olarak kavramlaştırmaktadır. Buharin ise kapitalist üretim ilişkilerinin, iş bölümünün uluslar arasılaştırılmasından ayrılmaz bir uluslar arası üretim ilişkilerinden bahsediyordu. Ona göre, dünya kapitalizminin her parçasının birbirine karşılıklı olarak bağımlı olduğu olağan üstü esnek yapısı geliştikçe, parçalarından birindeki en ufak değişiklik, bütün parçalar üzerinde hemen etkili olmaktadır ( Beaud, 203: 176 ) .

Sömürgeci egemenlik, yağma, köle ticareti ve baskı altına alınan yerli halkların sömürüsü, bütün bir dönem boyunca emperyalist ülkelerin temel zenginlik kaynağı önce krallığın kasasından geçerken 18. yy’da ticari kumpanyaların ve finans kuruluşlarının elinden geçmeye başladı. Fakat Avrupa’dan gelenlerin oluşturduğu kolonilerle, Avrupa burjuvazisi arasında çıkar çatışması da artıyordu. Avrupa’da ortaya çıkan özgürlük ve demokrasiyi Avrupalı sömürgecilere karşı kullanmakta gecikmediler ama kendileri de bulundukları yerlerde köleleri çalıştırmaya ve katliamlara devam ediyorlardı. Kapitalizmin ortaya çıkma süreci boyunca, devlet müdahalesi ve özel teşebbüs, dünya pazarı ve ulusal çıkarlar, farklı şekillerde ve ağırlıklarda olmak üzere hep söz konusuydu. Bu oluşum, ulusal burjuvazilerin inisiyatifi ve ulusal devletlerin desteğiyle hayat buluyordu fakat asıl yükü bu ülkelerin işçileri ve dünya çapında egemenlik altına alınan halklar taşıyordu ( Beaud, 2003: 96 ) .

Hilferding’in belirttiği gibi, emperyalizm kaçınılmaz bir biçimde gelişiyordu. Ona göre, finans-kapitalin politikası üçlü bir hedefin peşindedir: İlk olarak mümkün olan en geniş ekonomi sahasının oluşturulması, ikincisi gümrük duvarlarıyla bu sahanın yabancı rekabete karşı korunması ve üçüncüsü ise, ülkenin tekelleri için bu sahanın işletme alanlarına dönüştürülmesidir ( Beaud, 2003: 175 ) .

Buharin’e göre ise, finans- kapitalin bu politikası emperyalizmdir. İhracatın artması, uluslar arası rekabetin sertleşmesi, sermaye ihracatı, şirketler arası ortaklıklar ve dış ülkelerde şubeler oluşturma ve bu hareketle beraber ikinci bir güçlü sömürgecilik dalgasının oluşması ve bütün bunlara eşlik eden düşmanlıklar, çatışmalar ve savaşlar ( Beaud, 2003: 175, 176 ) .

Hapsan’a göre ise yeni emperyalizm, eskisinden iki açıdan ayrılıyor: Birincisi, yayılma halindeki tek bir imparatorluğun yerini, her biri siyasi ve ticari yayılma kaygısıyla hareket eden rakip imparatorlukların teori ve pratiğinin alması; İkincisi, ticari çıkarların finansal ve sermaye yatırımlarının öncelikli ağırlığının olması ( Beaud, 2003: 182 ) .

Otto Beuer’e göre ise, emperyalizm, sermaye birikiminin sınırlarını genişlet- menin bir aracıdır. Eğer dünya ekonomisi, dünyayı kapsayan üretim ilişkileri ve ona uygun ticaret ilişkilerini ifade ediyorsa, emperyalizm de bu üretim ve ticaret ilişkilerinin dünya ölçeğine yayılmasıdır. 21.yy’ın başında bu yayılma İngiliz, Alman, Fransız ve Amerikan kapitalizmlerinin egemenliği biçimindeydi ( Beaud, 2003: 182 ) .

J.F. Kennedy’e (1962) göre, dış yardımlar, ABD’nin tüm dünyada etkinliğinin ve denetiminin artmasını sağlayan bir yöntemdir ve ABD birçok ülkeyi bu yolla destekleyerek kesin çöküşlerini ve komünist bloğa kaymalarını engellemeye çalışıyor. Bu yöntem her şeyden önce çok sayıda ülkenin komünist bloğa geçmesini engelliyor ve dünya çapında üretilen değeri hortumlanmanın harika bir aracı oluyordu, Bu hortumlama, öncellikle faiz ve dış borçların ödenmesi yoluyla gerçekleşiyordu. Egemenlik altındaki ülkelerin borçlarında son dönemde büyük artışlar oldu ve yeni bir bağımlılık biçimi oluştu. Nitekim gelişmekte olan ülkelerin toplam borçları, 1965’te 40 milyar dolarken, 1970’te 70 milyar dolara, 1977’de 260 milyar dolara ve 1985’te 740 milyar dolara yükseldi ( Beaud, 2003: 276, 277 ) .

Küreselleşme çağında dünya halklarının en korkunç düşmanı mali emperyalizmdir. Küreselleşme, batı kültürünün, düşünce tarzlarının, sömürgecilik ve emperyalizmi destekleyen ekonomik örgütlenmesinin üstünlüğünü varsayan uzun bir geleneğin sonucu olarak da belirtilebilir. Halklar fethedilmiş ve boyunduruk altına alınmıştır. Doğal ve insani kaynaklar talan edilmiştir. Emperyalizmi haklı göstermek için ise birçok yola başvurulmuş, halada başvurulmaktadır. Yapılan sömürü hareketleri çeşitli yöntemlerle haklı ve meşru gösterilmeye çalışılmaktadır ( Tabb, 2001: 38 ) .

Bugün önümüzdeki en büyük sorun, işgal ordularının desteğindeki sömürge yöneticilerince yürütülen fiziki toprak fetihleri değil, kuralları belirleyen ve yerel hükümetlere neyi nasıl yapacaklarını gösteren Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün temsil edildiği küresel devlet idari örgütlenmesiyle yürütülen dolaylı bir egemenlik şeklidir. Yine de emperyalistler arası rekabetler, önde gelen güçler arasında gerginlikleri artırmaktadır. Sosyal tehlikenin püskürtmesiyle,

Avrupa’nın büyük bölümünün ortak paraya sahip tek bir ekonomik birlik halinde birleşmesi, Japonya’nın ABD’nin zorbalığı olarak gördüğü dayatmalara karşı daha direngen bir tavır sergilemesi ve başta Çin olmak üzere, diğer Asya ülkeleriyle düştüğü anlaşmazlıkların büyümesi çok yönlü bir rekabet mücadelesini artırmaktadır ( Tabb, 2001: 158 ) .

Ulusal sermayeler arasındaki çelişkiler her dönemde bedeli ağır çatışmalara neden olmuştur. Yüzyıl önce, kapitalistler arası rekabetin en şiddetli patlamasını oluşturacak Birinci Dünya savaşı’nın ön belirtisi olarak “ Afrika üzerine kapışma” söz konusuydu. Küreselleşmenin bugünkü aşaması, olanca yıkıcı sonuçlarıyla IMF koşullarını ve ticaret savaşlarını körüklemektedir. Bunlarla beraber küreselleşmenin, doğrudan ya da portföy yatırımlarıyla gerçekleşen karşılıklı nüfuz etmeler, iştirakler ve taşeronluk ilişkileri, stratejik ittifaklar ve üretim için karşılıklı meta zinciri gibi araçların gelişmesiyle merkez ülkeler arasındaki çatışmayı yumuşatmıştır. Ayrıca, ABD’nin hâkim konumu belli bir düzenin sürdürülmesini sağlamaktadır (Tabb, 2001: 99) .

ABD’nin hâkim konumu günümüzde de sürdürmektedir. ABD müdahalesinin savunduğu tek şey, petrol ve finans şirketlerinin hesap vermeden kar etme özgürlüğüdür. Bu özgürlük krizler çıkarma, ekonomileri yıkıma uğratma ya da savaşları kışkırtma özgürlüğüdür. “Uluslararası düzen” bu şekilde algılanıyor. Emperyalist güçlerin şimdi Sovyetler Birliği’nin de açık desteği ile savundukları düzen, ayaklanmaları bastırmak, halkları baskı, yoksulluk ve özgürlüğün yokluğuna katlanmaya zorlamak, tasarlanmış sınırlar, devletler ve hükümetlerden oluşuyor ( Adalı, 2001: 79, 80 ) .

Körfez savaşının en önemli tetikleyicisi de emperyalizm ve emperyalizmin lideri ABD’dir. Irak açısından Kuveyt’in işgali, uzun zamandır uysalca emperyalizm ile iş birliği yapmış fakat bunu borç ve Körfez’deki Arap müttefiklerinin ilgisizliği sebebi ile boğulmuş bir rejimin, batılı koruyucularının müdahale etmeyeceği umuduyla Emir el Sabah’ın zenginliğine ve petrol kuyularına sahip olmak için yapılmış çaresiz bir hareketti. Emperyalizmin hedefi ise, Ortadoğu gibi ekonomik ve stratejik olarak önem taşıyan bölgede kendi izni olmadan sınırları ve zenginliğin dağılmasını ki, bunlar emperyalizmin müdahalelerinin sonucuydu, değiştirilmesine izin vermeyeceğini göstermekti. Bu gösteri temellerinde Ortadoğu’daki rejimleri hedeflemekle birlikte Irak gibi içine düştüğü durumdan kurtulmaya kalkışacak bütün Üçüncü dünya ülkelerini hedefliyordu ( Adalı, 2001: 92, 93 ) .

Ağustos 1990’da Kuveyt’in işgali ile savaşın çıkması arsında geçen altı aylık kriz süresince, emperyalist liderler Saddam Hüseyin’in diktatörlüğünü kınamaktan çekinmediler. Batılı kamuoyuna yönelik konuşmalarında Başkan Bush, savaşa destek toplayabilmek için yalnızca Kuveyt’ten söz etmedi, aynı zamanda Irak’taki diktatörlüğü de devirmek gerektiğini belirtti. Hatta Irak halkına Saddam Hüseyin’den kurtulma çağrısında bulundu ( Adalı, 2001: 93 ) .

Emperyalizm, Saddam Hüseyin’le ya da bölgedeki öteki diktatörlerle ilişkilerinde kiminle karşı karşıya olduğunu bilmektedir. Çünkü uzun zamandır iş birliği içindedirler ve rejimlerin oluşması ve iktidarda kalabilmesi birazda bu ekonomik, siyasi ve askeri işbirliğine bağlıdır. Savaşın bitmesi emperyalist liderlerin Irak’taki rejimin çökmesi durumunda kendilerinin içinde bulunabilecekleri durumdan korktuklarını ortaya çıkardı. Aslında her şey Amerikan liderinin askeri saldırıyı Irak rejimini kendi sırlarının dışında saldırgan olamayacak derecede zayıf, fakat bir iç çöküşü engelleyecek biçimde planladığına işaret ediyordu. Emperyalist liderler için en iyi çözüm yolu Saddam Hüseyin’in Irak ordusu tarafından devrilmesiydi. Böylece onlara göre hem ülkede düzeni sağlayabilecek bir rejimin ayakta kalmasını garantilemiş, hem de çok kısa bir süre önce “Yeni Hitler” olarak nitelendirdikleri bir liderle ilişki kurmak zorunluluğundan kurtulmuş olacaklardı. Emperyalist liderlerin amacı her şeyden önce düzendir. Var olan devletlerin bunlara eşlik eden diktatörlüklerin düzeni iktidara gelmesini izleyen birkaç gün içinde sıkıyönetim ilan eden özellikle emirliğin Filistin nüfusuna karşı intikam hareketlerine girişimi Suudi Arabistan kralı Fahad’ın düzeni, Kuveyt emirlerinin düzeni, Mısır’daki Mübarek rejimin düzeni, Suriye’de Esad rejiminin düzeni, Irak’taki ordunun düzeni ve son olarak Kuveyt’i işgal ettiği zaman kötülenen Saddam Hüseyin’in düzeni ( Adalı, 2001: 94, 95, 97 ) .

Sorun sadece Irak’la sınırlı değildir. Sorun emperyalizmin birbirine düşman edip silahlı devletlere böldüğü ve aralarında yarattığı dengesiz ortamı koruyarak hüküm sürdüğü Ortadoğu’yu ilgilendirmektedir. Emperyalizmin müttefikleri kuşkusuz göz kamaştıracak kadar zengin olan yönetici kimliğini yaşayabilmek için tamamen Amerikan ve batı desteğine ihtiyaç duyduğu Suudi Arabistan ve emirlikleridir. Amerikan liderleri savaşın bitiminde bu devletlerin çıkarlarını gösteren silahlanma programları açıklanmıştır. Körfez savaşı Irak’a uygulanan ambargo ile çözümlenmeye çalışıldı. Bu savaş emperyalizmin gerektiğinde kendi proleteryasının dünyanın diğer ucundaki bir savaşta kendisinin ve emperyalist şirketlerin çıkarlarını korumak için

kullanılacak siyasi araçlara sahip olduğunun göstergesidir. Ayrıca bu, Birleşik devletlerdeki ve bütün emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı başta olmak üzere dünyanın her yerindeki işçi sınıfı için en ciddi sonuçlara sahip olabilecek olgudur (Adalı, 2001: 98, 99, 102 ) .

Bosna’da yaşanan acılarında asıl sorumlusu yine emperyalist güçler ve milliyetçi önderliklerdir. Bunların uygulandığı siyaset ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını savunmaktır. Halkları bölüp düşmanca birbirlerine ezdirmek, onları barbarlığa ve yoksulluğa sürüklemektir. Emperyalizmin asıl amacı bu bölgedeki çıkarlarını güvence altına almaktır. İleride yapılacak anlaşmalar sonucunda pazar elde edip çıkarlarını korumak ve kullanmaktır ( Adalı, 2001: 130 ) .

Kısacası bugün artık emperyal devletlerin sınırsız gücü kendisini sınır tanımayan sermayenin demir yumruğu ve gizli eli şeklinde gösteriyor. Amerikan ordusunu, müttefik orduların ya da mahalli güçlerin Amerikan kara birliklerinin desteklenmesi şartıyla, yoksul ülkeleri ezme girişimleri tartışılmaz bir gerçektir, tek isim ise Vietnam olmuştur. Vietnam halkının direnci ve mücadelesi sonucu emperyaller iyi bir ders aldı. Amerika’nın 11 Eylül ‘de ikiz kulelerinin bombalanması sonucu Afganistan’a düzenlediği operasyonlarda kaybettiği askerlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Amerikan B-52’leri ise neredeyse haritada dahi görünmeyen köyleri bombalıyor ve bir gecede 300’den fazla insan hayatını kaybediyor. Afganistan’daki binlerce masum insanın ölümünü izleyen, katillerini ortaya çıkarmaya yönelik polis operasyonlarını ve şiddetli çatışmaları globalleşmenin faturası olarak görebiliriz

( Pilger, 2003: 12, 14 ) .

Görüldüğü gibi, küreselleşmenin ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan biride uluslar arası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin derinleştirilmesidir. Bu ise küreselleşmenin bağımlı ülkelerin halkları için uluslararası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin yeniden yapılandırılması demek olduğu; küreselleşmenin aynı zamanda bir yeniden sömürgeleştirme süreci oluğunu ortaya koyar (Özdek, 2002: 40) .

Emperyalist güçler Yugoslavya’nın yıkılmasına yalnız seyirci olmakla kalmadı, aynı zamanda büyük güçler her ne kadar farklı şekillerde olsalar da siyasi kanallar arcılığıyla birçok belirleyici siyasetler uyguladılar. Almanya, başından beri Slovenya ve Hırvatistan eski Yugoslavya federasyonundan ayrılma siyasetini destekledi. Hatta onları bu siyasete yöneltti. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ise var olanlardan hiçbiri özgür olmamıştır. Üstelik diktatörlük, savaş, etnik arındırma vardır. Bosna’da,

Hırvatistan’da savaştan ve Sırbistan’da da büyük güçlerin ambargosundan dolayı ekonomi tamamen çökmüştür. Emperyalist burjuvazi, savaşı kullanarak para kazanmayı çok iyi biliyor; tıpkı yoksulluğu kullanarak para kazandığı gibi, savaş bölgelerinde emperyalistlerin birçok gelirleri vardır: özel olarak silah, bir de savaş nedeniyle üretilmeyen ürünleri üretmek ve satmak ( Adalı, 2001: 134, 135 ) .

ABD, dünyanın egemeni olduğu konusunda emindir ve önerilerin kabul edildiği her yerde derhal savaş uçaklarını harekete geçirmektedir. Yaptıklarına ise bazen NATO’yu da alet etmektedir. Bazen de NATO’ya da gerek duymadan bomba yağdırmaktadır. Kosova’da ise, UÇK’yı ( Kosova Kurtuluş Ordusu ) sahte bir şekilde şişirtip, onlarca Arnavut’un ölümünden sorumludur. Sözde barış anlaşmasıyla suçunu gizlemek isteyen ABD, Miloseviç isteklerini yerine getirmeyince hemen silaha başvuruyor. ABD’nin katliamcı yüzünü görmek isteyenler için sekiz yıldır sürdürdüğü Irak savaşı çarpıcı bir örnektir. ABD emperyalizmi, Yugoslavya’nın durumundan da sorumludur. ABD, komünizme düşmanlığı nedeniyle, Yugoslavya’nın parçalanması için uzun yıllar gizli ve açık faaliyetlerde bulunmuştur. Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından ise ortaya Miloseviç gibi savaş ağları çıkmıştır. Bugün UÇK’nın arkasında da ABD desteği söz konusudur. Sonuç olarak Yugoslavya sınırları içinde yıllarca uyum içinde yaşayan farklı ulus ve dinlerden kitleler barışı sağlamak isterlerse ABD’den ve yerel savaş ağası yöneticilerden bağımsız davranmak zorundadırlar. Sırp ve Arnavut kitleler geleceklerini emperyalizmden ve milliyetçi liderlerden bağımsız hareket ederek kazanabilirler ( Adalı, 2001: 175, 176 ) .

Görüldüğü gibi, küreselleşmenin ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan biri de uluslar arası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin derinleştirilmesidir. Bu ise küreselleşmenin bağımlı ülkelerin halkları için, uluslararası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin yeniden yapılanması demek olduğu; küreselleşmenin aynı zamanda bir yeniden sömürgeleşme süreci olduğunu ortaya koyar ( Özdek, 2002: 40 ) .

Emperyalizmin, diğer bir boyutu ise emek gücünün sömürülmesidir. Üçüncü Dünya’da “ yoksulluğu azaltma ” adına gündeme getirilen çalışma programları aracılığıyla yürürlüğe giren Üçüncü Dünya emek piyasaları yeniden düzenleme stratejisi, gerçekte kitlesel bir proleterleştirme süreci olarak işleme potansiyeline sahiptir. Emek gücü yeniden düzenleme sürecinin önemli araçlarından biridir. Asya ve Afrika’da yayılmakta olan zorunlu çalışma programlarıdır. Bu programlar Üçüncü Dünya’da angaryanın geri gelmekte olduğunu göstermektedir. Fakat zorla

çalıştırılanların yalnız Üçüncü Dünya ile sınırlı olmadığının göstergeleri vardır. Bunlardan biri kuzeyli ülkelerden dünyaya yayılan mahkûm emeğinin sömürüsüdür. Yeni emek sömürüsü sisteminin günümüzdeki en şiddetli aracı ise, silahlı gardiyan nezaretinde mahkûmları işçileştiren hapishanelerdeki çalışma programlarıdır. Ayrıca, hapishaneler dışında, cezanın bedava konumu hizmetli yaptırılarak çektirilmesi uygulamasıda kuzeyden güneye yayılmaktadır. İnsan kaçakçılığının artmasından, kaçırılan insanların kuzeyli ve güneyli ülkelerde, içinde çok uluslu şirketlerin de olduğu yasadışı üretim mekânlarında çalıştırılması ise, sermayenin emek gücünü yeniden düzenleme sürecinin çağdaş kölelik biçimlerini de geliştirebilecek bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu özellikler, emeğinden başka geçim aracı olmayan geniş kitleler için bugünkü küreselleşme sürecinin beraberinde getirdiği yeniden proleterleştirme programının, sömürü oranlarını en zorba yöntemlerle arttırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır ( Özdek, 2002: 42 ) .

Küreselleşmenin ayrıca, 11 Eylül 2001 sonrasında uygulamaya giren “terörle mücadele” stratejisi de dünyanın cazip piyasalarının, doğal kaynaklarının ve toprakların işgalini hedeflemesi anlamında, yeniden sömürgeleştirme programının bir parçasıdır ve bu stratejinin küresel bir despotluk rejimini birlikte getirme olasılığı da oldukça yüksektir.1990’ların sonlarında şekillenmeye başlayan, 2000’lerin başlarında uygulamaya giren küreselleşmenin yeni dönem politikalarının geleceğini ise, iki unsur belirlemektedir: Birincisi, emperyalist devletlerin kredi işlemindeki egemenlik mücadeleleridir. İkincisi ise, yoksullaştırmaya karşı gelişebilecek toplumsal muhalefet hareketidir ( Özdek, 2002: 43 ) .

Yoksul ülkelerde emperyalist düzenin isteklerini dayatmakla görevli IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler vb. gibi kuruluşların verileri de her geçen yıl yoksul