• Sonuç bulunamadı

Küreselleşme, dünyanın sıkışması, küçülmesi ve daralmasıdır. Küreselleşme dünyanın bir yerinde yaşanan olay ve olguların, dünyanın diğer yerlerinde yaşayan insanları da etkileyebilmesi, ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi ve sosyal ilişkilerin artması, farklı toplumsal kültürlerin birbirini tanıması ve etkilemesi, pazarın dünya ölçeğinde büyümesi, dünyanın tek bir pazar haline gelmesidir. Küreselleşme ile birlikte çok uzakta yaşanan olaylardan haberdar olunabilmekte, bir ülkede yaşanan olaylar ulusal sınırları aşıp bir başka ülkedeki insanları etkileyebilmektedir.

Her şeyin küreselleştiği bir dünyada yaşıyoruz ve küreselleşme ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel hayatımızın bütün alanlarına yansımış durumda. Küreselleşme sonuçları itibariyle içinde birçok çelişki taşımakta ve küreselleşmenin birçok olumlu ve olumsuz özellikleri bulunmaktadır. Bu sürecin en önemli sonuçlarından biri ise gelir dağılımındaki adaletsizliktir.

Küreselleşme kavramı, kavram olarak yeni olmasına karşın içerik ve süreç olarak yeni değildir. “ Düşün adamları 20. yüzyılın son yıllarını karakterize eden sosyo- ekonomik-siyasal ve kültürel değişim ve dönüşümleri tanımlamada farklı yollar izlemişlerdir. Ancak 20. yüzyılın son yıllarını tanımlamada düşünürlerce öne çıkarılan ana kavram hiç kuşkusuz küreselleşme olmuştur ” . Küreselleşme, kavram olarak yeni olmakla birlikte, temelleri 16. yüzyılda atılan siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik yayılmacılığın yani emperyalizmin küresel çapta yaygınlaşması, sömürü zincirinin uzamasıdır. ( http://public.cumhuriyet.edu.tr )

Ancak günümüzde düşün adamlarının küreselleşme kavramı üzerinde ortak bir tanıma ve anlayış birlikteliğine ulaştıkları söylenemez. Tanım ve kapsam üzerinde anlaşamamanın ötesinde, kavram üzerinde de tam bir uzlaşı sağlandığı söylenemez. Günümüzde entelektüel alanda küreselleşme için,Globalleşme, Globalizasyon, Yeni Dünya Düzeni, Yeni Dünya Düzensizliği, Tarihin Sonu, Çok-Kültürcülük, Yerelleşme, Neo-Liberalizm Postmodernizm, vs. gibi nitelemeler de yapılmaktadır. Kavram ve içerik konusunda uzlaşı sağlanamamış olsa da şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: küreselleşmeden söz etmek, Amerika’dan, Amerikan emperyalizminden, batı ve batı emperyalizminden söz etmek demektir. Çünkü küreselleşme, günümüz batı dünyasının sosyal, ekonomik, politik ve kültürel temellerini kuran öğe olan kapitalizmin yeniden isimlendirilmesidir. Dolayısıyla küreselleşme, yeni bir süreç değildir. Küreselleşme, 19.

yüzyılda etkin bir formda karşımıza çıkan kapitalizmin, günümüzde dünyanın tamamına yayılması ve bütün toplumların başına bela olmasıdır. Küreselleşme bir başka anlatımla ise “ dünyanın tek bir mekân haline gelmesi süreci ”dir (http://public.cumhuriyet.edu.tr) . Küreselleşme sürecine baktığımızda, bu sürecin teorisyenlerinin iddia ettiği gibi bu süreç tüm dünya uluslarının değil, sadece ABD ve batı’nın çıkarınadır.Bu ülkeler batı dışı toplumların sömürüsüne ve buradan elde edilen kaynakların çok uluslu şirketler aracılığıyla emperyalist ülkelere transferi temelinde yükselmektedir. Bugün Amerika’yı, büyük şirketler yani çok uluslu şirketler topluluğu olarak niteleyebiliriz. Ulus- devletlerin altının oyulduğu, ulusal ekonomilerin çökertilmeye çalışıldığı bu dönemde dünya ekonomisi çok uluslu şirketler üzerinden işlemektedir. Bu nedenle küreselleşme, kapitalizm ve liberalizmden ayrı olarak ele alınamaz. Kapitalizm, “ sermayeye sahip olan bir azınlık ( burjuvazi ) ile bu azınlığa emeğini satmak zorunda bırakılan bir çoğunluğun ( proletarya ) oluşturdukları üretim tarzına dayanır”. Küreselleşme ile birlikte ulusal ekonomilerin yönlendirdiği sermaye, ulus-devletlerin denetiminden çıkarak, çok uluslu şirketler aracılığıyla Amerikan emperyalizminin şemsiyesi altında merkezileşmiştir. Bugün çokuluslu şirketler dünya üretimine egemendirler. 140 Amerikan çok uluslu şirketinin toplam satışları 380 milyar dolardır. Bu rakam ABD ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri dışında kalan bütün ülkelerin milli hasılalarından daha fazladır.Bazı şirketler, ekonomik olarak, içinde faaliyet gösterdikleri ülkelerden daha büyüktür. Görüldüğü gibi küreselleşme, batı’nın ( Amerika dahil ) çıkarlarına ve üstünlüğüne yönelik yeni olmayan, ancak güçlü bir düzen meydana getirmiştir. Günümüz şirketlerinin kazançlarını arttırmak için daha çok işçiye ihtiyaçları yoktur. Eğer daha çok işçiye ihtiyaç duyarlarsa onları, başka yerlerden ve yerli işçilere ödediklerinden daha az ücret karşılığında bulabilirler; bu durum, yerli yoksulların daha da yoksullaşmasına yol açsa da, bunu yaparlar. Nihayet Birleşmiş Milletler’in en son İnsani Gelişim Endeksi’ne göre dünya nüfususun 1.3 milyarı halihazırda günde 1 ya da daha az dolarla geçinmektedir. Gelişmekte olan ( azgelişmiş ) ülkelerde yaşayan 4.5 milyar insanın her beşinden üçü temel altyapı hizmetlerinden yararlanamıyor. Üçte biri içecek su olanağından yoksun, dörtte biri insana yaraşır nitelikte bir konutta oturmuyor, beşte biri sağlık hizmetlerinden hiç yararlanamıyor. Beş çocuktan biri herhangi bir okula 5 yıl bile gidemiyor, aynı oranda çocuk ise, sürekli yetersiz beslenme sorunu ile karşı karşıyadır. Gelişmekte olan yüz ülkenin sekseninde kişi başına düşen yıllık gelir, otuz yıl öncesinin altında. On dokuzuncu yüzyılın başında, dünyanın en zengin ve en

yoksul ülkeleri arasındaki kişi başına düşen gerçek gelirlerin oranı 1/3’tü. Bu oran 1900 yılında 1/10, 2000 yılında ise 1/60 oldu. Yine bugün dünya nüfusunun en zengin % 1’inin geliri, en alttaki % 60’ın gelirine eşittir. (http://public.cumhuriyet.edu.tr)

Örneklemeye çalıştığımız bu eşitsizlikler sadece batı dışı toplumlara özgü değildir. Küreselleşmenin merkezi konumundaki ülkelerde de sınıflar arası uçurumlar sürekli büyümektedir. Açıkça küreselleşme, sadece bir avuç zenginine çalışmaktadır. Günümüzde küreselleşmenin lideri olan Amerika’ya baktığımızda nüfusunun % 17’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. En yüksek gelire sahip 2.7 milyon kişinin geliri, en düşük 100 milyon kişinin gelirine eşittir. 8 milyon Amerikalı evsiz, sokaklarda yaşamaktadır. Son yirmi yılda en yoksul Amerikalının toplam gelirleri % 21 azalırken, en zenginlerin geliri ise % 22 arttı. Bugün Amerika’da açlık tehdidiyle yüz yüze olan insan sayısı 30 milyondur (http://public.cumhuriyet.edu.tr) .

Ülkemiz gerçekliğine baktığımızda ise çok farklı ve iç açıcı bir manzara gördüğümüz söylenemez. Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişme Endeksi’ne göre, Türkiye dünya sıralamasında 71. likle orta sıralarda yer almaktadır. Bu endeksin ulaştığı maksimum değer 1’dir. Türkiye 0.671’lik endeks değeri ile 71’liği elde etmiştir. Bu endeks’in hazırlanmasında şu ölçütler temel alınmaktadır:

1- Ömür

* Yaşam beklentisi 2- Bilgi

* Yetişkin okur-yazarlığı 3- Kaynakları yönetebilmek

* Satın alma gücü paritesine göre kişi başı yurt içi gayri safi hâsıla

Ülkelerin gelişmişlik düzeyini ölçmede kullanılan bir başka ölçüt ise “Yaşama Verilen Değerin Bileşik Göstergesi ” adını taşımakta ve altı temel ilkeyi içermektedir:

1- Sağlık

2- Toplumsal Güvence ( İş Güvencesi ) 3- İnsanca Gelir Düzeyi

4- Çalışma Hakkı Ve İş Olanaklarını Geliştirme 5- Aydınlanma Hakkı

6- Hak Arama ve Örgütlenme Özgürlüğü

Bu ilkeler ışığında ülkemizin konumunu irdeleyeme devam ettiğimizde karşılaştığımız durum, günde 1 dolar altında gelirle yaşamak zorunda olan nüfus

oranının 2.4 olduğunu; günde 2 dolardan daha az gelire sahip nüfus oranının ise 9.7 olduğunu görmekteyiz. Türkiye genelinde en yoksul % 20’lik hane halkı grubunun gelir payı içindeki oranı 5.24’ten 4.86’ya gerilemiştir. Buna karşın en zengin % 20’lik grubun payı 49.9’dan 54.9 yükselmiştir. Ülkemiz nüfusunun % 12’si yetersiz beslenmeden ötürü açlık, % 43’ü de yoksulluk sorunu ile karşı karşıyadır. Ücretli çalışanların milli gelirden aldıkları pay düşerken, faiz ve kâr gelirleri toplamından oluşan sermaye gelirlerinin milli gelirden aldığı pay arttı (http://public.cumhuriyet.edu.tr).

Kent-Kır ayrımı bazında olaya yaklaştığımızda kentsel alanlarda gelir dağılımı hızla bozulmaya devam etmiş, bunun yanında kent ve kır arasındaki kişi başına gelir farklılıkları artmıştır. Kentsel yerleşim alanlarında kişi başına gelirin kırsal yerlerdekine oranı 1.6’dan 1.9’a yükselmiştir. 1999 yılı itibariyle tarımsal sektörün Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içindeki payı % 15, istihdam edilen işgücü içindeki payı ise % 45’dir. Tarım sektöründe çalışanların düşük verimde, kendi hesabına çalışan ücretsiz aile işçisi konumunda olduklarını vurgulamakta yarar vardır. (http://public.cumhuriyet.edu.tr).

Ülkemizde ‘mutlak yoksulluk sınırı’nın altında yaşayanların yaklaşık % 96’sının eğitim düzeyi, ilkokul veya altı ve okuma-yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır. Sektörel bazda en yoksul kesimi % 74 ile tarım ve ormancılık kesiminde çalışanlar oluşturmaktadır. Mutlak yoksulluk oranı kentlerde 11.8, kırsal alanda ise 4.6’dır. (http://public.cumhuriyet.edu.tr).

Özetle söyleyecek olursak; küreselleşme, dünya halklarına yeni olanaklar ve refah getirmedi. Tam tersine gerek ülkeler arasındaki gerekse ülke içindeki dengeleri daha da bozarak, yoksulu daha yoksul, varsılı daha varsıl yapmıştır. Bu süreçte, küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerdeki niteliksiz ( kalifiye olmayan ) işgücünü daha da zora sokmuş, dünya çapında artan ticaret ve yatırım fırsatları, küresel çok uluslu şirketlerin faaliyet gösterdikleri ülkelerde, çok bol miktarda sermaye ve nitelikli işgücü arzı sunarken, niteliksiz işgücü piyasasında oluşan arz fazlalığı nedeniyle düşük olan ücretlerin daha da düşmesi ve bu kesimin yaşam standartlarının iyice bozulmasına neden olmuştur (http://public.cumhuriyet.edu.tr)

Dünyada gelirinin ülkeler arası dağılımında büyük adaletsizlikler söz konusudur. Küreselleşme süreci, bu farkları daha da artırmıştır. 1999’da dünyada 30,2 trilyon dolarlık gelir yaratılırken, yüksek gelirli olanlar bu gelirden yüzde 78’lik pay almıştır.

Dünya nüfusunun yüzde 40,5’inin ( 2. 4 milyar) yaşadığı düşük gelirli ülkeler ise dünya hâsılasının sadece 30’da 1’ini yaratabildiler. Böylece zengin ülkelerde kişi başına düşen gelir 25 bin 730 dolarken, düşük gelirli ülkelerde bu rakam 410 dolardır. Dünya nüfusunun yüzde 44,5’inin yaşadığı orta gelirliler ise kişi başına 2000 dolarlık gelire ve dünya hâsılasının yüzde 18’ine sahiptirler. Orta gelirlilerin üst ortasında yer alanlar ise kişi başına 4900 dolara sahipken, Türkiye’nin de içinde yer aldığı alt orta gelirlilerde kişi başına gelir ortalama 1200 dolardır. Alt ve orta gelirlilerin yer aldığı güney dünyasında kişi başına gelir 1.240 dolar ve zengin ülkelerle arasında 21 kat fark vardır. Güney dünyasında da farklılık bölgeden bölgeye değişiyor. Latin Amerika’da kişi başına gelir 3.840 dolarken, Afrika’da 5 dolara iniyor ( Hocaoğlu, 2003: 292 ) .

Dünya gelirinin yüzde 78’inin yaratıldığı ve dünya nüfusunun yüzde 15’inin yaşadığı, İsviçre kişi başına düşen yüksek gelir oranıyla dünyada ilk sırada yer almaktadır. Sonraki sıralarda ise Norveç, Japonya, Danimarka ve ABD yer almaktadır. ABD, 8,3 trilyon dolarlık GSMH ile dünyanın en büyük ekonomisi olmayı sürdürürken, Japonya 4 trilyon dolar ile ikinci, Almanya 2 trilyon dolar ile üçüncü sırada bulunmaktadır. Böylece üç büyüklerin dünya geliri içindeki payları yüzde 47’yi bulmaktadır ( Hocaoğlu, 2003: 293 ) .

Güney ülkeleri gelişmelerini büyük ölçüde dış kaynaklarla veya dış borçlarla sağlayabiliyor. Genellikle etkin kullanılmayan dış borç yükü, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı birçok orta gelişmiş ülkelerde sık sık krizlere neden olmakta, krizler ise ekonomik ve toplumsal gelişmenin yavaşlaması ve gerilemesine sebep olmaktadır. Dış borç güney ülkelerinin hem bir ihtiyacı hem de bir sorunudur. 1990’ların başında 1 trilyon 460 milyar dolar dış borç stoku olan güney ülkelerinin, yani düşük ve orta gelirli ülkelerin borçları 1998’e kadar katlanarak arttı ve 2 trilyon 536 milyar dolara ulaştı. Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı birçok orta ve az gelişmiş ülkede, ülke içinde adaletsiz bir gelir dağılımı söz konusu. Gelir eşitsizliğinde dünyanın en büyük ekonomilerinden Brezilya ön sıradadır. Bu ülkede, nüfusun en zengin yüzde 20’si gelirin yüzde 63,8’ine sahipken, en yoksul yüzde 20’si gelirin yüzde 2,5’ine sahiptir. En adaletsiz gelir dağılımı100 kabul edildiğinde Brezilya’nın gini endeksi 60, Güney Afrika’nın 59,3, Guatemala, Paraguay gibi Latin Amerika ülkeleri’nin ise 60’a yakındır. Orta gelirli ülkeler arasında Türkiye ise, 49’a yaklaşan gini kat sayısı ile orta gelişmiş ülkeler arasında ilk beşte yer almaktadır. Doğu Asya’nın krizdeki ülkelerinden Malezya’da gini katsayısı 48,4, Tayland’da ise 46,2’dir. Gelişmiş ekonomilerden

ABD’de ise gini katsayısı 40,1’dir. ABD’de en zengin nüfus, gelirin 45,2’sine sahipken, en yoksul yüzde 20 ise yüzde 4,8’lik bir gelire sahiptir. Küresel çapta gelir uçurumunun büyüdüğü bir gerçektir. 2000’li yıllarda Türkiye’de dünya gelirinin en adaletsiz dağıtıldığı ülkeler arasındadır. Gelirinin yüzde 20’lik dilimlere göre dağılımı temel alındığında Türkiye, adaletsizlik açısından dünyanın ilk 20 adaletsiz ülkesi arasında yer almaktadır. Orta gelirli ülkeler sıralamasında ise, ilk beşte bulunmaktadır. Gelir adaletsizliğinin ölçütü olan gini kat sayısı esas alındığında, gelirin en adaletsiz dağıldığı Brezilya, Meksika, Şili, G,Afrika ülkelerini Türkiye izliyor ( Hocaoğlu, 2003: 293 ) .

Küreselleşme dünya ölçeğinde, özelikle büyük şirketler açısından büyük karlar sağlarken, birçok insan içinde yoksulluğu ve sefaleti beraberinde getirmektedir. Küreselleşme süreciyle dünya hâsılası artmakla birlikte, yaratılan bu gelirler, ülkeler ve insanlar arasında eşit bir biçimde dağılım göstermemektedir. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği en önemli sonuçlardan birisi de gelir dağılımında oluşturduğu dengesizlik ve adaletsizliktir.

Habitat II İnsan Yerleşimleri Konferansı’nda, küreselleşmenin mali sektöre yüksek karlar sağlarken, diğer yandan da yoksulluğa ve işsizliğe neden olduğu belirtilmiştir. Dünyada 1990 yılında kent yoksullarının sayısı 400 milyon iken, 2000 yılında bu sayı 1 milyarı bulmuştur ( Güzelcik, 1999: 36 ) .

Küreselleşme süreciyle birlikte zengin ve fakir ülkeler arasındaki gelir uçurumu daha da artmıştır. Zengin ülkeler daha zengin, yoksul ülkeler ise daha da yoksul hale gelmiştir. Zenginlik belirli ellerde toplanmıştır. Dünya gelirinin sadece belirli ülkeler ve şirketlerde toplanması ise gelir adaletsizliğini daha artırmıştır. Ayrıca sadece ülkeler arasında değil, ülkelerin kendi içinde de zenginler ve yoksullar arasında ki fark daha da artmıştır.

BM’nin son İnsani Gelişme Raporu, küreselleşmenin, ulus devletlerinin kendi içerisinde ve aralarında eşitsizliği ciddi boyutlarda artırdığını ortaya koymuştur. Bir başka ifadeyle, küreselleşmenin yarattığı kazançların ve kayıpların paylaşımı, bölgesel bloklar, devletler, şirketler, toplumlar ve bireyler arasında eşit ve adaletli gerçekleşmemektedir. Dünya’da en zengin 200 insanın sahip olduğu servet, 2 milyar insanın sahip olduğu gelirden daha fazladır. Ve zenginlerle yoksullar arasında ki bu gelir farkı her geçen gün daha da artmaktadır ( Selamoğlu, 2000: 37, 38 ) .

Dünya Bankası’nın Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 raporunda ise, gelişmekte olan ülkelerde toplam ulusal üretimin, 1987 -1996 yılları arasında, yılda

%3’den fazla artış göstermesine rağmen, günde iki Amerikan dolarından daha az kazanarak geçimini sağlamaya çalışan insan sayısının 5 milyardan 2,7 milyara yükseldiği belirtilmektedir. Aynı raporda, yoksulluğun Doğu Asya ve Pasifik’te azalırken, Doğu Avrupa, Merkez Asya, Latin Amerika, Karaipler ve Güney Sahra Afrika’sında arttığı ifade edilmektedir. Dünya Bankası’nın tahminine göre, temel eğilimlerde bir farklılık olmazsa, 2008 yılında yaklaşık 2,7 milyar insan, günde 2 Amerikan doları ile hayatını sürdürmektedir ( Selamaoğlu, 2000: 38 ) .

BM’nin İnsani Gelişme Raporu’na göre, ekonomik küreselleşme, zengin ve fakir ülkeler arasındaki eşitsizliği şiddetlendirmektedir. Örneğin en yoksul ülkeye kıyasla en zengin ülkede kişi başına düşen ortalama gelir 1985 yılında 76 kat fazla iken, bu oran 1997’de 228 kata yükselmiştir. Yine 1997 yılında ülkenin en zengin % 20’si uluslararası üretimin % 86’sına sahipken, en fakir % 20’si ise ancak % 1’ine sahip olmuştur. En zengin % 20 uluslar arası ticaretin % 82’sini gerçekleştirebilirken, en fakir % 20 ise % 1’ini alabilmiştir. Dolayısıyla ülkelerin en zengin % 20’si ile en fakir %20’si arasında uluslar arası üretim, ticaret ve yatırım açısından ciddi farklılıklar söz konusudur. Bu açıdan ekonomik küreselleşme sürecinin en temel sorunu ekonomik eşitsizliktir

( Selamoğlu, 2000: 38, 39 ) .

Küreselleşme, bir avuç insanın refah yolunda hızla ilerlediği, çoğunluğun ise yoksulluk ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkûm olduğu, bir kazananlar ve kaybedenler dünyası yaratmıştır. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin küresel gelirdeki payı 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2,3’ten yüzde 1,4’e düşmüştür. En zengin beşte birlik dilimin ise gelirlerdeki payı yükselmiştir ( Giddens, 2000: 27 ) . Daha öncede belirttiğimiz gibi küresel büyümedeki belirgin artışa ve artan kişi başına gelire rağmen, hem ülkelerin kendi içinde hem de zengin ve yoksul ülkeler arasında gelir uçurumu artıyor.

1960-1997 yılları arasında küresel gelir payları

yıl en zengin % 20 en yoksul % 20 zengin/ yoksul oranı 1960 70,2 2,3 30:1 1970 73,9 2,3 32:1 1980 76,3 1,7 45:1 1989 82,7 1,4 59:1 1997 90,0 1,0 74:1 ( Ellwood, 2002: 93 ) .

1960’ta dünya nüfusunun en zengin beşte biri, küresel gelirin % 70’ine sahipken, dünyanın en yoksul % 20’si ise küresel gelirin % 2,3’üne sahiptir. 1989’da en zengin % 20, payını % 82,7’ye yükseltirken, en yoksul % 20’nin payı ise % 2,3’ten % 1, 4’e iniyor. Brezilya’da en zengin % 20, en fakir % 20’den 28 kat fazla kazanıyor. ABD’de 1977–1989 arasında en üst % 1’in ortalama gerçek geliri % 78 artarken, en yoksul % 20’nin geliri % 10,4 azaldı ( Ellwood, 2002: 93 ) .

Küreselleşme, yapısal uyumun en yüksek faturasını yoksulların ödediği güney’deki kalkınma sürecini de olumsuz etkiledi. Gelişmekte olan ülkeler, ihracatı artırmak ve alacaklılara karşı yükümlülüklerini yerine getirmek için, sağlık ve eğitim harcamaları ile küçük çiftçilere yapılan yardımlarda kesinti yapmak mecburiyetinde kalıyorlar. Yapısal uyum programları sonucunda, zaten elinde en az olanlar, en fazla kaybedenleri oluşturuyor. Brezilya’da yaşananlar bu duruma tipik bir örnek oluşturmaktadır. Brezilya’da 1998’de ülke ekonomisi krize girdiğinde, IMF kamu harcamalarının bütçenin yaklaşık beşte biri oranında kesilmesinde ısrar etti. Sekiz milyondan fazla yoksul Brezilyalı hükümetin karne ile dağıttığı fasulye, pirinç ve şekerle yaşamını sürdürdü. Hükümet, erzak dağıtım harcamalarında da yarıdan fazla kesinti yaptı. Aynı zamanda okul yemeklerine verilen devlet desteğinin % 35’i kesildi. Latin Amerika’nın en acil toplumsal sorunlarından biri olan toprak reformu bütçesi de, 1999’da % 43 kesintiye uğradı ( Ellwood, 2002: 93 ) .

1980’li yılların başından bu yana 90’a kadar ülke, daha global kuzey yarım kürede yaşayanlar tarafından, pek anlaşılamayan karmaşık bir yağmalama sistemi ile, zengin ve fakir arasındaki uçurumları daha da genişleten bir dizi “ yapısal düzenleme ” yapmaya mecbur edildi. Gelişmekte olan ülkelerin devlet politikalarını, en ince ayrıntılarına kadar kontrol edebilen dörtlü Dünya Ticaret Organizasyon’u, Washington’

daki üçlü grup “ Dünya Bankası, IMF ve Amerikan Hazinesi ” yapısal düzenlemelere “ iyi yönetim ” adını vermişlerdir. Bunlar, güçlerini büyük ölçüde, fakir ülkelerin batılı kredi veren ülkelere oluşan geri ödenemeyecek boyuttaki borçlarından dolayı, her gün ödemek mecburiyetinde kaldıkları milyon dolarlardan alıyorlar. Sonuç olarak ise, nüfusu bir milyardan daha az olan bir elit tabaka, dünya nimetlerinin %80’lik dilimini elinde bulunduruyor ( Pilger, 2003: 8, 9 ) .

Küreselleşme sürecinde ekonomik alanda yaşanan ulusal düzeydeki iyileşmeler, merkez ülkelerle kıyaslandığında, dünya kaynaklarının eşit bir şekilde paylaşılmadığını gösteriyor. Küreselleşme sürecinde yaşanan ekonomik büyüme, serbest piyasa mekanizması işletilerek sağlanmıyor. Özellikle zenginler lehine gelişen büyüme sürecinde “ rekabet rekabeti öldürür ” anlayışı içinde, küresel firmalar rakiplerini yok etmenin yolunu arıyorlar. Ortaya çıkan çatışmaların ardında, piyasada tekel oluşturma kavgasının önemli yer tuttuğu görülüyor ( Mutioğlu, 2003: 25, 26 ) .

IMF ve Dünya Bankası’nın standart ekonomi politika paketleri, devlet harcamalarının kısılması, özelleştirme ve ülke sınırlarının yabancı yatırım şirketlerine açılması ve diğerleri, dünya çapında yoksulluğu artırıcı bir etki yapmıştır. Uyum paketleri sonunda işsizlik, özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal devletin zayıflaması, tarımsal destek politikalarının azalması, çevresel sorunlar, enflasyon, ücretlerin düşmesi ve alım gücünün zayıflaması, bu politikaları uygulamaya koyan ülkelerde görülen temel sorunlardır. IMF ve Dünya Bankası’nın, çevre ülkelerde yoksulluğu nasıl körüklediğini maddeler halinde belirtebiliriz:

Tarım Politikaları: Tarım ürünlerinin yetiştirilmesine sınırlama getiriliyor, hangi ürünlerin dışardan alınacağına, ne kadar alınacağına, hangi ürünlerin ne kadar kamu kuruluşlarınca alınacağına ( Destekleme alımları ve sübvansiyonlar ) bu kuruluşlarca karar verilmektedir.

Özelleştirme: Yapısal uyum programları, devlete ait işletmelerin, özel firmalara

( genellikle yabancı yatırımlara ) satılmasını istemektedir. Özelleştirme ise, genellikle ücretlerin düşmesine, işten çıkartılmalara ve sendikasızlaştırmaya neden olmaktadır. Kamu Harcamalarında Kısıtlama: Bu uygulama genellikle yoksullara verilen eğitim ve sağlık hizmetlerinde sınırlamalara neden olmaktadır.

Harçlandırmalar: Bu kuruluşlarca verilen krediler, devletin sağladığı okullar, klinikler ve diğer hizmetler gibi kamu hizmetlerinin harçlandırılmasını şart koşmakta ve bunun