• Sonuç bulunamadı

Jean Paul Sartre’ın Tanrı’nın Yokluğuna Dayanan Varoluşçuluğu Fransız düşünür Jean Paul Sartre, hiç şüphesiz varoluşçuluk denildiğinde herkesin

aklına gelebilecek ilk isimdir. Bunun en temel nedeni, felsefesinin varoluşçu düşünceye uygun bir içerik taşıyor olmasından ziyade, onun, diğer varoluşçu düşünürlerin bu felsefeye karşı takınmış oldukları reddedici tavrın aksine, varoluşçuluğu açık bir istekle benimsemiş olduğunu ilan etmesinde yatmaktadır. Bu kabul edici tavrın en belirgin ifadesi, onun Varoluşçuluk adlı eserinde kendini gösterir. Bu eserde varoluşçuluğa yöneltilen eleştirilere, varoluşçuluğu savunarak karşı çıkan Sartre, Karl Jaspers de dahil olmak üzere, Marcel, Heidegger, kendisi ve Fransız varoluşçularını kapsayan iki varoluşçu ekolün olduğunu öne sürer ve varoluşçuluğu Hıristiyan varoluşçular ile Tanrıtanımaz varoluşçular şeklinde ikiye ayırır. Marcel ile Jaspers’i Hıristiyan varoluşçular kanadına; Fransız varoluşçuları, Heidegger’i ve kendisini ise Tanrıtanımaz varoluşçular kanadına yerleştirir. Daha sonra varoluşçuluğun temel tezi olarak öngördüğü, varoluşun öze önceliğini bütün bu düşünürleri kapsayan ve birleştiren ortak kabul olarak ifade eder (Sartre, 2017: 37).

17 Sartre’ın varoluş özden önce gelir kabulünün anlamı, insanın önceden belirlenmiş veya tesis edilmiş bir doğasının olmadığına tekabül etmektedir. Yani onun söz konusu bu kabulü yalnızca insana özgüdür ve sadece insan için bir geçerliliğe sahiptir. Dolayısıyla insanın dışındaki diğer varlıklar, sözgelimi, önümdeki bilgisayar ve elimdeki kalem, Sartre’a göre insanın aksine önceden belirlenmiş bir tasarıya, yani öze göre var olmaktadırlar. Bunların özü varoluşlarından öncedir. Önce onlara uygun bir öz belirlenir, daha sonra bu öze göre var olmaları sağlanılır. Fakat varoluşu özünden önce gelen insanın durumu farklıdır. Onun özü önceden başkası tarafından tasarlanmaz, aksine o, önce dünyaya gelerek var olur, daha sonra ise bir başkasının katkısı olmadan kendi özünü kendisi oluşturur (Sartre, 2017: 37-39).

Bu noktada Sartre, özün Tanrı tarafından verilmiş olduğunu öne süren anlayışlara da karşı çıkar. Çünkü o, ateist bir filozoftur ve onun varoluşu öze öncelemesinin temel dayanaklarından en önemlisi de Tanrı’nın varlığını yadsıyor olmasıdır. Ona göre Tanrı yoktur. Bu nedenle insan yaratılmamış, özsüz bir varlık olarak kendi başına bırakılmıştır.

Bu bırakılmışlık içinde ne dayanabileceği bir destek ne de tutunabileceği bir dal vardır, bu dünyada o, dayanaksız ve biçaredir. Hal böyle olunca da onun özgür olmaktan başka bir çaresi yoktur. Bu yüzden Sartre insanın içinde bulunduğu bu durumu, onu özgür olmaya mahkûm olan bir varlık olarak açıklar. Ona göre insan özgür olmaya mahkûmdur.

Çünkü Tanrı’nın yokluğu dolayısıyla yaratılmayan ve özsüz olan insanın kendi özünü oluşturabilmesi ancak özgür bir varlık olmasıyla mümkün olabilir (Sartre, 2017: 47).

Sartre’ın insana verdiği bu özgürlük ise mutlak bir özgürlüktür. Onun düşüncesinde insan her durumda ve her anda özgürdür. İnsanın kendisi de dahil hiç kimse ve hiçbir güç onu özgürlüğünden alıkoyamaz, çünkü özgürlük onun sahip olduğu bir şey olmaktan ziyade, o, özgürlüğün bizzat kendisidir (Akarsu, 1994: 228). Sartre‘a göre insan var olduktan sonra özgür olan bir varlık değildir. Aksine o, var olduğu anda zaten özgürdür. Bu nedenle özgürlük insanın varlığına ait bir özellik şeklinde tanımlanamaz, o, insanın var olmasıyla birlikte var olan, onun özünden önce gelip özünü mümkün kılan varoluşudur (Sartre, 2010: 75). İnsan, varlığı itibariyle daima özgür olan bir varlık olduğu için de Sartre’a göre insanın bazen özgür olduğunu bazen de özgür olmadığını kabul etmek çelişkiden başka bir şey değildir (Sartre, 2010: 560).

18 Sartre’ın insana vermiş olduğu bu eksiksiz özgürlük beraberinde eksiksiz bir sorumluluğu da getirmektedir (Droit, 2013: 129). Çünkü Sartre’a göre insan özgürlüğe mahkûm olduğu için dünyanın bütün yükünü de omuzlarında taşımakta ve hem kendisinden hem de dünyadan sorumlu olmaktadır (Sartre, 2010: 687). Yani insanın sorumlu olması demek, onun yalnızca kendinden sorumlu olduğu demek değil, aksine diğer herkesten de aynı biçimde sorumlu olduğu demektir (Sartre, 2010: 40). Ayrıca insan bu sorumluluğu, içinde bulunduğu durum ne ve nasıl olursa olsun, mazeret öne sürmeksizin üstlenmek zorundadır. Çünkü içinde bulunduğu durum onun kendi seçimlerinin bir tezahürüdür. Sartre’a göre başıma gelen her şey benim aracılığımla, seçimlerim dolayısıyla gelir; bu nedenle ne onların sorumluluklarını inkâr edip kaçabilirim ne de başıma geldikleri için üzülebilirim, aksine onların tamamı benim yaptığım tercihlerin birer sonucu olduklarından hepsi de benimkidir ve onları kabul etmem gerekir (Sartre, 2010: 688).

Sartre’ın düşüncesindeki sorumluluk, klasik anlamda hesap verebilmenin aksine, kendini kendi yaptığı seçimlerle oluşturabilme sorumluluğudur (Çelebi, 2010: 96-97).

Ona göre insan, yaptığı her seçimle kendini oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle o, seçimde bulunurken aslında kendisini seçmektedir. Öte yandan kendini seçmekle de bütün insanları seçmektedir (Sartre, 2017: 41). Çünkü seçimlerimizle kendimizi oluşturup olmak istediğimiz benliği tasarlarken bir bakıma herkesin de öyle olmasını arzularız. Bu yüzden Sartre’a göre yaptığımız her seçim değerli olanı seçmek ve seçimimizin değerli olduğunu belirtmek demektir, çünkü ona göre biz hiçbir zaman kötü olanı seçmeyiz, daima iyi olanı seçeriz ve herkes için kötü olan bir şeyin bizim için iyi olması da mümkün değildir (Sartre, 2017: 41).

Dolayısıyla Sartre’ın anlayışında nasıl ki insana önceden verilmiş olan bir öz yoksa aynı şekilde önceden belirlenmiş olan herhangi bir değer de mevcut değildir.

Çünkü insan dünyaya bırakılmıştır ve var olan tek şey de varlığıyla birlikte var olan özgürlüğüdür. Bu nedenle o, özgürlüğünü kullanıp seçimler yaparak hem özünü oluşturmalı hem de değerleri inşa etmelidir. Yani insan özgürlüğü çerçevesinde yaptığı seçimlerle ve şeylere yüklediği anlamlarla değerleri oluşturabilir. Çünkü bir şeyler, biz onlara bir anlam veya değer yüklemeden herhangi bir anlama sahip olamazlar (Shouler,

19 2016: 248). Kısacası Sartre’ın düşüncesinde doğuştan gelen salt değerler değil, insanın seçimleriyle anlam kazanan, insan ürünü olan değerler vardır (Erdemli, 2017: 552).

Mutlak bir özgürlükle özden yoksun olarak dünyaya atılmış ve yaptığı seçimlerle kendisiyle birlikte bütün insanlığı seçen, bu nedenle de hem kendisine hem de diğer bütün insanlara karşı mutlak olarak sorumlu olan insan, taşımış olduğu bu ağır yükün farkına vardığı an, benliğinde derin bir iç sıkıntısı yaşar. Doğrusu insan, öze sahip olmak yerine, onu sonradan oluşturuyorsa ve onu oluştururken de bütün insanların sorumluluğunu yükleniyorsa; dünyaya atılmış ve her türlü dayanaktan yoksunsa; bu durumda da tek başına ve bütün insanlar için karar vermesi gerekiyorsa; bu kararı verirken endişelenmemesi ve iç sıkıntısı yaşamaması mümkün değildir (Foulquie, 1991: 60).

Sartre’a göre bu sorumluluğun bilincinde olan herkes, bu duyguyu yaşamaya mahkûmdur (Sartre, 2017: 42-44). Ona göre, sorumluluk içine fırlatılmış olduğunu içi daralarak anlayan kişi, bu yolla kendisinin bütünüyle farkına varan ve varlığı bu farkına varmayla açığa çıkan mutlak özgürlüktür (Sartre, 2010: 691).

Netice itibariyle Kierkegaard, Marcel ve çalışmamızın konusunu oluşturan Jaspers’in insanın varoluşunun olabilirliğini Tanrı’nın varlığıyla açıklayan felsefelerine mukabil, Sartre’ın insanın varoluşuna dair düşünceleri tamamen Tanrı’nın yokluğu üzerine inşa edilmiş bir felsefe olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada Tanrı’nın yokluğu, insanın önceden verilmiş bir özünün olmamasının, değerlerin önceden belirlenmemişliğinin, insanın mutlak bir özgürlüğe sahip olmasının ve bununla birlikte mutlak bir sorumluluk taşımasının ön koşulu niteliğindedir (Çelebi, 2010: 95).