• Sonuç bulunamadı

Fransa’nın ilk varoluşçu düşünürü olarak ünlenen Marcel’in varoluş felsefesindeki düşünceleri Kierkegaard’ın düşünceleriyle benzer nitelikler

11 taşımaktadırlar. O da Kierkegaard gibi, sisteme, sistemciliğe dayanan, soyut ve akılsal olanı ön plana çıkaran rasyonalizm, idealizm gibi yapılara karşı çıkar, bu yapıların karşısında yer alan somut bir felsefe geliştirir. Marcel’e göre, felsefenin en temel görevi somut olanı ve somut durum içinde bulunan insanı, beni tasvir etmektir (Magill, 1992:

106). Somut durum içinde bulunan insan, idealizm ve rasyonalizm gibi modernizenin soyut düşünce sistemlerinin baskısı karşısında somut varlığını yitirmektedir. Marcel’e göre soyut düşüncenin hüküm sürdüğü hiçbir yerde benin somut varoluşundan söz edilemez (Aydeniz, 2012: 158). O, bu konuda modern çağı şiddetli bir şekilde eleştirir.

Çünkü modern dünyada, somut bireyin eylemleri devletin resmi kaynaklarına indirgenerek, şahsiyeti devlet tarafından oluşturulan bir kimlik cüzdanı ile sınırlandırılır ve böylece o, rolü bir diğeri tarafından devralınabilen bir varlık konumuna getirilir (Magill, 1992: 106). Bu tutumundan olsa gerek, Marcel düşüncelerini sistemli bir biçimde yazılan kitaplara ve makalelere yansıtmaktan ziyade, tiyatro, günlük, mektup ve piyeslere konu ederek ortaya koymaktadır (Aydeniz, 2012: 153).

Böylece felsefesinde her daim somut olanı vurgulayan, kendine özgü somut bir felsefe geliştiren ve insanı da bu çerçevede ele alan Marcel, insanı her türlü soyutlamadan uzak, kendine has varoluşuyla tamamen somut bir varlık olarak ortaya koyarak açıklamaktadır. Ona göre insanın kendi bilincine varması ve somut bir şekilde var olması ise diğer benlerle birlikte gerçekleşmektedir. Yani Marcel’in felsefesinde somut bir varlık olarak insanın kendini diğer benlerden soyutlayan kapalı bir yapı olarak var olması mümkün değildir. Çünkü onun düşüncesinde var olmak, kendini başka benlere açmak ve bu sayede kendini aşarak, benliğini ya da varoluşunu ortaya koymak demektir (Koç, 2014: Önsöz). Ben kendimi diğer benlere kapatarak, onlardan kendimi soyutlayıp benliğimin içine hapsolarak, sadece kendi sayemde var olamam. Aksine diğer benlere kendimi açıp, onlarla kuracağım varoluşsal ilişki sayesinde varlığımın bilincine erişirim.

Çünkü benim kendi varlığımın bilincine varmam ve varoluşuma erişebilmem ancak, başka benlerle birlikte yaşamamla, onları tanımamla mümkün olmaktadır (Magill, 1992:

111). Bu da Marcel felsefesinde önemli bir konu olan sadakati gerektirir, onunla ilişkilidir. Sadakat varoluş bilincine erişmemi sağlayacak olan söz konusu başka benlere duyduğum inanç demektir. Sadakat, benden başka bir benin varlığına olan inancımı temsil eder. O, iki kişi arasındaki dostluk ya da aşk ilişkisiyle ortaya çıkar, bu iki kişi arasındaki bağı güçlendirir ve böylece her ikisini bir diğeri için “sen”e dönüştürerek

12 onları “biz”de birleştirir. Bunun sonucunda ise her ikisinin de varoluşu karşılıklı olarak birbirine açılır (Blackham, 2005: 78-81).

Marcel’e göre gerçek sadakatle bağlı olduğum sevdiğim kişi ölse bile benim için mutlak bir şekilde yok olmaz. Aksine benim içimde, varoluşumun derinliklerinde önceden olduğu gibi, yine varlığını ve değerini koruyarak bende var olmaya, yaşamaya devam eder. Çünkü kendisine sadakatle bağlandığım sevdiğim insanın bendeki yeri, onun fiziki varlığının ötesinde, somut bir gerçeklik olan varoluşuna dayanır. Bu nedenle sevdiğim kişinin ölümünün bendeki karşılığı sadece bedensel anlamda bir yok oluştur.

Dolayısıyla gerçek sadakat yokluğa karşı koyar, onu baskılar, ona karşı zafer kazanır ve böylece mutlak yokluk olarak kabul ettiğimiz ölümün üstesinden gelerek, ölmüş olan sevdiklerimizi bizde ölmeden önce olduğu gibi, şimdi de somut bir gerçeklik olarak yaşatmaya devam eder (Koç, 2013: 214).

Varlığı ölümle son bulmayan, kendisini seven kişide yaşamaya devam eden insan, Kierkegaard’ın felsefesinde olduğu gibi, Marcel’in felsefesinde de olmuş, tamamlanmış, son noktaya ulaşmış bir biçim değildir. O, varoluş olması itibariyle daima oluş içinde olan ve bu oluş serüveni boyunca sürekli kendini oluşturan bir varlıktır. İnsanın bu durumunu Marcel, “gezgin varlık” anlamına gelen homo viator olarak adlandırır. Homo viator olarak o, somut bir durumdan bir diğerine geçiş yapmak suretiyle daima yolculuk halindedir (Magill, 1992: 105-106). Bu yolculuk süresince insana eşlik eden ve ona varoluş bilincini kazandıran şey ise, umuttur. Umut, onun yaşam tarzı ve onu mutlak gerçekliğe götürecek olan gerekli şarttır (Koç, 2008: 172). Ancak kişi umut ederek mutlak gerçekliğe erişebileceği gibi, kendini herkesten ve her şeyden soyutlayıp içine kapanarak, tam bir umutsuzluğa da düşebilir. Dolayısıyla bu yolculuk serüveninde insanın karşısında umut ve umutsuzluk olmak üzere iki farklı tercih vardır ve o, bunların hangisini seçeceği konusunda tamamen özgürdür. Bu konuda özgürce hareket eden insan, mutlak gerçekliğe ulaşmanın temel şartı olan umut yolunu seçerek kendini gerçekleştirebilir de, her şeyden soyutlamış olduğu benliğinin içine kendisini hapsederek, umutsuzluk girdabına da düşebilir. Bu durumda umutsuzluk, her şeyi yadsıyan kişinin benmerkezci bir tavır takınarak, kendine odaklanması, kendiyle dolu olması ve böylece varoluştan mahrum kalması demektir. Oysa umut, kendini kendi içine hapsederek yalnızlaşan kişinin aksine, kendini başka benlere açan ve bu şekilde varoluş yolunda ilerleyerek mutlak gerçekliğe

13 kavuşacak olan benin edimidir. Bu nedenle umudu kabul etmek ile reddetmek, varoluş olmayı kabul etmek veya reddetmek ile özdeştir (Mounier, 2007: 95). Bu şekilde umudun insan ruhunu oluşturan adeta bir kumaş olduğunu ve bu yüzden onun ancak umut sayesinde var olabileceğini öne süren Marcel’e göre, canlılar için nefes ne ise, ruh için umut da odur, çünkü umuttan yoksun olan bir ruh zayıflar ve yok olur (Foulquie, 1973:

42; 2011: 46).

Nihayet varoluş sürecinde umut ya da umutsuzluk yolunu seçme konusunda özgür olan insanın, umut yolunu seçerek ulaşacağı mutlak gerçeklik, Marcel’in “Mutlak Sen”

olarak adlandırdığı varlık, Tanrı’dır. Tanrı’nın Marcel felsefesindeki yeri varoluş açısından büyük bir önem taşır. Çünkü Marcel’e göre, varoluşumun bilincine varmam veya varoluş olmam benim tamamen Tanrı ile kuracağım bağ dolayısıyla imkân kazanabilir (Foulquie, 1973: 41-42; 2011: 45). Fakat Tanrı ya da Mutlak Sen ile kuracağım söz konusu bağ akla dayalı olmaktan ziyade, tamamen imana dayalı olarak gerçekleşir. Çünkü Marcel’e göre varoluş, bireyin tam bir iman bağıyla Mutlak Sen’e bağlanması itibariyle gerçekleşebilir (Aydeniz, 2012: 182).

1.3. Martin Heidegger’in Varlık Ontolojisinden Doğan Varoluşçuluğu