• Sonuç bulunamadı

Martin Heidegger’in Varlık Ontolojisinden Doğan Varoluşçuluğu Kierkegaard ve Marcel felsefelerinde gerçek bir imanla Tanrı’ya yönelme olarak

anlaşılan varoluşu gerçekleştirme serüveni, Heidegger felsefesi söz konusu olduğunda geçerliliğini yitirir. Çünkü onun felsefesinde, insanın varoluşuna onun sayesinde ulaşacağı bir Tanrı’ya ihtiyaç olmadığı gibi, Tanrı’nın varlığı bile söz konusu değildir (Özlem, 2014: 125). Heidegger felsefesinde, varoluşun gerçekleşmesi Tanrı’dan tamamen bağımsız ve onun tamamen dışında, kişinin kendisiyle, onun kendini gerçekleştirmesiyle bağlantılıdır. Burada artık kendimi, onu temel alıp, ona yönelerek gerçekleştirebileceğim Tanrı’dan ziyade, kendi eylem ve seçimlerimle varoluşuma ulaşabileceğim benim kendi varlığım esastır.

Aslında Heidegger bir varoluşçu olarak nitelendirilmeye tamamen karşıdır. Onun temel amacı bir varoluş felsefesi ortaya koymaktan ziyade, kendine özgü bir varlık ontolojisi inşa etmektir. Fakat yine de, söz konusu ontolojiye derin bir bakış, onun varoluşçuluk için geçerli olan düşüncelerin neredeyse tamamını içerdiğini gözler önüne sermektedir. Çünkü Heidegger her ne kadar ortaya koymaya çalıştığı ontolojiyle böyle

14 bir şeyi amaçlamamış olsa da ve varoluşçulukla olan her türlü bağını reddetse de, onun felsefeye sağlamış olduğu katkılar, bir varlık bilimcinin olduğu kadar, aynı zamanda bir varoluşçunun da katkıları arasında yer almaktadır (Shouler, 2016: 254).

Kierkegaard ve Marcel de olduğu gibi, temel amacının bir varlık ontolojisi inşa etmek olduğunu belirten ve kendini bir varoluşçu olmaktan ziyade, varlık filozofu olarak niteleyen Heidegger’in felsefesinde de temel konu insan olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ancak o, insana dair fikirlerini beyan etmeden önce kendisinden önceki varlığı ele alış tarzlarının bir değerlendirilmesini, daha doğrusu şiddetli bir eleştirisini yapmaktadır.

Çünkü Heidegger’e göre varlığın asıl anlamı önceki düşünürler ve felsefe anlayışları tarafından ihmal edilmiştir (Çelebi, 2016: 48).

Bu noktada geleneksel düşüncenin varlığın asıl mahiyetini karanlığa mahkûm ettiğini belirten Heidegger’e göre, varlığın anlamını yeniden açığa çıkarmak için onun anlamına dair soru sormak bir zorunluluktur (Heidegger, 2011: 3-5). Bu soruyu sorabilecek olan ise, Heidegger’in felsefesinin temel temasını teşkil eden ve onun var olan olarak nitelediği, ancak sahip olduğu soru sorma kabiliyetinden dolayı diğer var olanlardan ayrılan insanın bizzat kendisi olarak “dasein”dır (Heidegger, 2011: 7). Dasein bu soruyu sorarken kendi varlığı tarafından adeta sorguya çekilir gibi olur, çünkü anlamını sorguladığı var olan aslında kendisidir, o, kendi varlığının anlamını sorgulamaktadır (Heidegger, 2011: 6). Böylece bir var olan olarak varlığın anlamını sorgulayan dasein, kendi varlığını oluştururken hiçbir şeyi değil, bizzat kendi varlığını kendine konu etmektedir (Heidegger, 2011: 12). Bu nedenle o, her daim kendisi olabilen varlıktır (Çüçen vd., 2009: 378). Onun varlığının özü ise varoluşudur, dasein kendisini daima kendi varoluşundan yola çıkarak anlayabilir (Heidegger, 2011: 12). Dolayısıyla dasein’ın anlamının ne olduğu ve neye tekabül ettiği, onun asıl gerçekliği olan varoluşsallığı sayesinde açıklık kazanabilir (Çüçen vd., 2009: 378 ). Anlamı varoluşunda yatmakta olan dasein, Heidegger’e göre ontik-ontolojik bir varlıktır. Onun ontik olması, diğer var olanlar arasında bir var olan olmasına tekabül ederken, ontolojik olması ise, diğer var olanlar arasında kendi varlığını kendine sorun eden var olan olması anlamına gelmektedir (Kılıç, 2014: 20-21).

Bu da bizi dasein’ın dünya-içinde-var olan olduğuna götürür (Heidegger, 2011:

55). Fakat dasein’ın dünya-içinde-var olan olması, onun herhangi bir nesne gibi statik

15 olarak yer kaplaması anlamında değildir, başkalarıyla birlikte ilgi ve ilişki içinde olmak anlamında tamamen varoluşsaldır (Heidegger, 2011: 56). Yani dasein’ın dünya-içinde-var olan olması, başkalarıyla dünyayı paylaşması demektir (Esenyel, 2016: 373). Bu nedenle Heidegger’e göre dünya içinde varlık olarak dasein’nın dünyası başkalarıyla paylaştığı birlikte dünyadır (Heidegger, 2011: 124). Ona göre dasein, her zaman başkalarıyla birlikte var olma durumunun içindedir (Heidegger, 2011: 130). Ancak birlikte olma durumunda başkalarıyla bir arada olan ve onlarla dünyasını paylaşan dasein, onların arasında kendi varoluşunu ve bireyselliğini yitirerek, varoluştan yoksun bağlı olduğu grubun, toplumun ya da geleneklerin isteklerine uygun bir şekilde eylemde bulunmayı kendine görev edinen kamusal bir kişiliğe bürünerek yığının bir parçası haline gelebilir. Heidegger dasein’ın bu durumunu “herkes” olarak adlandır. Ona göre dasein’ın bu durumdan çıkarak kendi varoluşuna erişmesi, onun kendi benliğine dönmesi ve kendine yakınlaşması ile mümkün olur (Heidegger, 2011: 136). Bu ise dasein’ın benliğini sarsarak, onu kendine döndürecek olan kaygıyı gerektirir.

Kaygı hali, kolayca ve sık sık meydana gelen korku halinden farklıdır. Bizim daima korktuğumuz şey, belli bir şeydir. Sözgelimi bir kişiden, bir hayvandan veya meydana gelebilecek doğal bir afetten korkarız. Bunların tamamı korkunun birer nesnesi durumundadır. Çünkü korkunun nesnesi her zaman belirli ve bilinen bir şeydir. Heidegger buna, “… den korku” (Heidegger, 2003: 42) der. Buradaki ”den” den önceki boşluğu, korktuğum şey her ne ise onu sebep göstererek doldurabilirim. Örneğin köpekten korkuyorum, yangından korkuyorum diyebilirim. Yani korku her zaman bir şeyden korkudur. Ancak kaygı, böyle bir halin ötesindedir. Kaygı için Heidegger, “… dan duyulan havftır (kaygı)” (Heidegger, 2003: 42) ifadesini kullanır. Fakat buradaki “dan”

dan öncesi belirsizdir. Söz konusu belirsizlik, bu veya şu gibi bir nedenle doldurulamayacak bir belirsizliktir. Çünkü kaygının korkuda olduğu gibi belirli bir nesnesi yoktur. “Kaygı anında insana ne olur?” diye sorulması durumunda, Heidegger’e göre verilebilecek cevap, insana bir şeyler olduğudur, ancak insana neden bir şeyler olduğu söylenemez, çünkü bu, nedeni bilinmeyen bir şeydir (Heidegger, 2003: 43).

Aslında kaygı anında insana bütünüyle bir şeyler olur ve insan dahil olmak üzere, her şey adeta batar, varlık erir ve tutunacak hiçbir dalı kalmaz, kalan tek şey sadece hiçliktir, yani kaygı, hiçliği ifşa ederek beni onunla karşı karşıya getirir (Heidegger, 2003: 43). Hiçlik, kaygı içinde vuku bulur; ancak bir varlık ya da bir nesne olarak değil, o, ne bir nesne ne

16 de bir varlıktır; insana, var olanın her nasılsa öyle görünmesini sağlayarak ona sınırlı ve sonlu olduğunu kavratan bir deneyimdir (Heidegger, 2003: 45-47). Demek ki kaygı, insanı hiçlikle yüz yüze getirerek ona sınırlı ve sonlu, yani ölümlü bir varlık olduğunu bildirir.

Bu da insan olarak dasein’ın ölümlü olduğu demektir. O kendi ölümüyle iç içe olan, onunla şekillenen bir varlıktır (Aydoğan, 2016: 128). Ölüm dasein’ın varlığıyla birlikte var olur ve her an onunladır. Çünkü dasein, ölüme doğru gerçek varlıktır (Heidegger, 2011: 276). Bu nedenle Heidegger’e göre ölüm, dasein’ın üstlenmek zorunda olduğu, hiçbir şekilde atlatamayacağı olanaksızlığın olanağıdır (Heidegger, 2011: 266).

Dasein her zaman yanı başında olan ölüm olanağından kaçamadığından da kendisini ona bırakır ve teslim olur.

Böylece her ne kadar varoluşçu olduğunu kabul etmese de dasein’a atfettiği bu niteliklerden, ortaya koyduğu düşüncelerden Heidegger varoluşçu geleneğe uygun fikirler beyan eden bir varoluşçu filozof olarak karşımıza çıkmaktadır.

1.4. Jean Paul Sartre’ın Tanrı’nın Yokluğuna Dayanan Varoluşçuluğu