• Sonuç bulunamadı

Yerel-Ekoloji Karakterli Karşı-Hegemonya Potansiyelleri

Doğanın tahrip edilmesine karşı Türkiye’deki çevresel yönelimli tepkiler çok daha önceye uzanan bir süreçtir. Ancak dünyada yaşanmaya başlayan birikim krizinin etkisiyle aşama aşama 1970’lerin ikinci yarısından sonra Türkiye’de daha fazla görünür hale gelmiştir. Sermayenin birikim krizi ve bununla birlikte hegemonya krizinin azgelişmiş kapitalist ülkeleri

95 Sözgelimi, Sinop-Gerze termik santral direnişi’nde “halkın katılımı toplantısı”nın yapılamayışı, toplantılar sürece esastan etki etmiyor olsa dahi yereldeki insanların motivasyonunu yüksek tutmayı sağlayarak devlet- sermaye bloğunu bir şekilde geriletebilmiştir.

neoliberal yeniden yapılandırma sürecinde, 12 Eylül askeri darbesinin yaşanmasının ardından Türkiye’deki ekolojik hareketleri önemli derece etkileyebilmiştir. 12 Eylül’ün ülkeye depolitizasyonu sıradanlaştıran bir pozisyon sunması ve darbe öncesi ideolojik yönelimli politik oluşumları tasfiye etmek istemesi, bu oluşumların enerjisinin bir kısmını siyasallıktan toplumsala uzanan bir mücadeleye kaydırmıştır.

Foster’dan (2002: 12) esinlenerek çevre korumacılık (çevrecilik) temeliyle varlık sürdüren ekoloji hareketleri dünyada yaşanan krizi çevresel kirliliğe96 ve doğa krizine indirgemekte, birikim krizi ile hegemonya krizinin bütünlüğünü görememektedirler. Ekoloji hareketlerinin toplumsallığa doğru yöneldiğinin düşünülmesi de hareketin “çevre korumacılık” misyonuyla yola çıkmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca 12 Eylül’ün soldan gelen mağdurları, ekoloji hareketi gibi bir toplumsal hareketi yeni yeni öğrenirken, diğer yandan eskiden benimsedikleri doktrinleriyle hesaplaşmaya girişmekteydiler (Şahin, 2007: 86). Politik alanda bulunanlar için gerçekleşen bu dönüşüm süreci, siyasallık-toplumsallık karmaşasını açığa çıkarmıştır. Kısaca çevre sorunlarına karşı gelişen Türkiye’deki ekolojik hareketlerin düşünsel temeli, ekonomi ve politikanın birliği çerçevesinde değerlendirilmesi yerine büyük oranda çevrenin politikleştirilmesinden uzaklaştırılıp toplumsal bir mücadeleye indirgenmiştir. Ne var ki 1980’lerden itibaren çevre sorunlarının ekonomi ve politikadan ayrılamayacağını gösteren oluşumların çıkması gecikmemiştir.

Türkiye’de çevreci hareketin 1980’lerdeki yükselişinde neoliberal yeniden yapılanmaya geçişin etkisi büyük olmuştur (Duru, 2002: 180). Bu etki iki şekilde anlaşılabilir: Birinci etki neoliberalleşmeyle birlikte doğa tahribatındaki artışla bağlantılıdır. Neoliberalleşme, doğanın mümkün olduğunca metalaştırılması sürecini ifade ettiğinden ülkenin ekonomik büyümesi pahasına doğa tahribatı hızlanmış, buna koşut olarak çevre kirliliklerine karşı duyarlılık günden güne yükselmiştir. Türkiye’deki neoliberalleşme sürecinde, hemen olmasa bile aşama aşama doğa birikim krizine karşı “alternatif tükenebilir kaynak” haline getirilmiştir. Nitekim neoliberal stratejiyle yapılmak istenenlerden biri doğal varlıkların toptan metalaştırılması olduğundan doğal çevrenin bozulmasındaki artışın nedeni doğrudan doğruya neoliberalizmdir (Harvey, 2012a: 78, 80-81). İkinci etki ise daha çok siyasal alan üzerindendir. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de neoliberal hegemonik proje, depolitizasyon amacıyla gerek zorlama unsuruyla (özellikle sol düşüncenin mümkün olduğunca tasfiyesi) gerek rıza imâlatıyla (sivil toplumun önemine vurgu –toplumsallaşma-) karşı-hegemonik potansiyelleri zayıflatma yoluna gitmiştir. Böylece dünyada ve Türkiye’de

96 Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma (TEMA) Vakfı gibi kuruluşlar, çevre kirliliği ve koruma yönünde faaliyet yürütmekle birlikte mütevelli heyeti vb. yönetim kadrosunda sermaye ile doğrundan bağlantılı kimseleri kapsamında taşımaktadır.

çevre sorunları derinleşirken buna karşı tepkilerin politik nitelikleri mümkün oldukça zayıflatılmıştır. Bu süreç de iki eksenli işlemiştir: Birincisi, radikal ideolojilerden biri olmadığı düşünülen ekolojizmin her ideolojide olumlu karşılanması sonucu niceliksel desteğin artması; ikincisi ise, nicelik yükselişinin nitelik kaybına yol açmasıdır. Hatta neoliberalizmin savunucuları dahi çevreci olduklarını açıklayabilmişlerdir (Çoban, 2013a: 456).97 Bunun yanında devam eden süreçte, siyasal alandaki örgütlenme ve stratejinin karakterindeki bütünlük ve birlik anlayışı, yerini parçalı olmaya ve atomize yönelişlere bırakmıştır.

Nihayet Türkiye’de ekoloji hareketi; seksenlerin ikinci yarısından itibaren çevre sorunlarının yalnızca çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi gerekliliğinin yanında toplumsal ve siyasal ilişkiler arasında bağın kısmen kurulabildiği siyasallaşma eğilimine girmiştir (Duru, 2002: 183).98 Bu süreç, çevresel yönelimdeki toplumsal hareketlerin sınıfsal karakterde olduğu ve sınıf mücadelelerinden ayrı düşünülemeyeceğini kanıtlayacak bulguları ve olayları analiz etme imkânına fırsat vermiştir. Böylece literatürde egemen konumdaki anaakım (özellikle öevre korumacılık) tartışmalara alternatifler eklenebilmiştir. Sözgelimi, Türkiye’de doksanların gündeminde yer alan çevresel yönelimli bir toplumsal hareket olan “Bergama altın madeni köylü direnişi”nde çevreyle toplumsal yaşam arasında ayrılmaz bir bağ görünür hale gelmiştir. Çünkü -Çoban’ın (2010: 596-599) belirttiği gibi- “[b]ir topluluk için çevrenin korunması, yerel ekonominin gelişmesi ve adaletin sağlanması ile geçim kaynaklarının korunması aynı şeylerdir, birbirinden ayrı değillerdir.” Bu nedenle, çevre korumacılık yaklaşımının ekoloji hareketlere yaklaşımının aksine ekoloji mücadelelerinin ve ekolojinin korunmasının sınıfsal karakteri yadsınmamalıdır. Bergama köylü direnişinde olduğu gibi, direnişe katılanlar, çevrenin korunmasını yalnızca bilgisel bir tavır olarak görmemişlerdir, aynı zamanda yaşamsal olandan uzaklaştığını fark ettiğinden mücadele etmişlerdir.

Bergama köylü direnişine benzer bir şekilde Türkiye’de son yıllarda artış gösteren Hidroelektrik Santrallerden (HES) termik santral ve nükleer santral yapımına karşı oluşmuş birçok karşı-hegemonya örneği (kitleselleşen ekolojik mücadeleler) görülmektedir.99 Özellikle

97 Dikkat edilirse kavramlar açısından literatürde oldukça büyük bir karmaşa yaşanmaktadır. Çevre, çevrecilik, ekoloji, ekolojizm gibi farkı anlamları ifade eden kavramlar birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Çalışmada, çevre’nin çevre korumacılık (sürdürülebilir kalkınma) yaklaşımının benimsediği “insanın dışında kalan”, “merkez olmama durumu” anlamları; ekolojinin insan ile doğayı bir bütün olarak düşünen anlam kullanılmaktadır. Ekolojizm ise toplumdan ve politikadan yalılarak fetişistleştirilmiş bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.

98 Yeşiller Partisi’nin kurulma aşaması, Radikal Demokratik Birlik vb. ülke içindeki siyasal yönelimler ile bazı ülke dışındaki aktivistlerin Türkiye’de gerçekleştirdikleri eylemler Türkiye’deki çevreci hareketin siyasallaşmaya başladığı sürece örnek gösterilebilir.

1990’lı yılların sonundan günümüze kadar gelen süreçte neoliberal birikim koşullarına uygun olarak gerçekleştirilen bir dizi yasal düzenlemeyle devlet tarafından sermayenin yeni yatırım alanlarına kazandırılacak kapsamlı dönüşümlere gidilmiş, akabinde doğaya tahrip miktarının fazlasıyla yüksek olduğu termik, nükleer vb. faaliyetler serbestleştirilmiştir. Bu yasal düzenlemelerin ağırlıklı bir şekilde kent (inşaat sektörü) ile doğa-yerel (enerji sektörü) mekânlarında yoğunlaştırıldığı gözlenebilir. Neoliberal birikim stratejilerinin kapsamı genişledikçe, kent-doğa ayrımı giderek ortadan kalkarak enerji ile inşaat sektörlerinin doğayı (ve tabi kentsel dokuyu) tahribi içiçe geçmektedir. Öte yandan, neoliberal birikim stratejisinin mekânlara bu denli nüfuz etmesinin etkisiyle yerel-ekoloji karakterli karşı-hegemonya potansiyelleri niceliksel bir artış göstermiş ve bu hareketler niteliksel olarak farklı stratejiler geliştirmeye başlamışlardır.

Son olarak, günümüzdeki yerel-ekolojik karakterli hareketler ile Türkiye’deki ilksel ekolojik hareketler arasındaki farklılık ve benzerlikler bulunmaktadır. Birincisi, örgütlenme ve strateji yönünde ilksel hareketler 12 Eylül askeri darbesinden oldukça etkilenmiştir. 12 Eylül’ün günümüzdeki hareketlerin özgüllüklerine etkisi bu noktada belirginlik kazanmaktadır. AKP iktidarları dönemine denk gelen doğanın neoliberalleşme sürecinin yoğunluğu ile 12 Eylül’le gelen ülkenin neoliberal otoriter devletçi ile yeni-popülist (milliyetçilik ve İslamcılık gibi Yeni-Sağ ideolojisinin ekonomik-korportizmle eklemlenmesi) ve yeni-korporatist yapısı özellikle yereldeki ekoloji mücadeleleri bağlamında paralellikler taşımaktadır. Politikalarının nasıl yürütüldüğünü anlayabilmek adına AKP’nin ekonomik ve ideoloji söylemlerine bakılması yeterlidir. Gerçekte, AKP iktidarı, çevre politikalarını AB’ye giriş sürecinde AB’nin çeşitli yaptırımları ile serbest piyasa ekonomisinin gerekliliğine uyulması gibi iki eksende yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Bu iki eksen, aslında Türkiye’deki çevre politikaları ve yönetiminin yaşadığı problemlere benzer problemlerin farklı koşullarda sürdürülmesine yol açmıştır. AB’ye giriş sürecinde yapılması gereken zorunluluklar, ülkedeki ekonomik etkinliklerin çevreye duyarlı bir şekilde (sürdürülebilir kalkınma) gerçekleştirilmesini vurgularken; birinci ekseni içeren serbest piyasa gerekliliği ise doğal değerlerin tahribatının ekonominin gereksinimi adına denetimsizleştirilmesine neden olmaktadır (Duru, 2013: 783). Örneğin, AKP, 12 Eylül sonrası ANAP’ın çevre politikalarını anımsatacak biçimde (Duru, 2013: 785), enerji sektörünü güçlendirmek için başvurduğu sürdürülebilir kalkınma stratejisi tabanlı ülkenin dışa bağımlılığını azaltma, enerji açığını mümkün olduğunca kapatma, istihdamı azaltma gibi söylemleri doğrudan neoliberal hegemonya projesiyle uyumludur. Öte yandan, AKP, Yeni-sağ konseptiyle tabanını yeniden inşa ederek hem kendi iktidarını güçlendirmiş hem de neoliberalizmle harmonik ilişkilere

girerek iktidarın billurlaşmasını başarabilmiştir (Yıldırım ve Hasbolat, 2016). Bunun göstergesi, Sinop-Gerze Termik Santral direnişinin yer aldığı Karadeniz Bölgesindeki siyasi başarılarıdır. Bu durumun yerel-ekolojik karakterli karşı-hegemonyayla ilişkisi ise Karadeniz Bölgesi’nin henüz kapitalizmin girmediği yerelliklerinin bulunması ve özellikle 12 Eylül darbesinden sonra siyasal kültüründe yaşanan önemli değişikliklerdir (Aksu, 2016: 410). 12 Eylül 1980 askeri darbesinin olabildiğinde Karadeniz’deki sol yapılanmaları tasfiye etmesiyle, bölgenin milliyetçilik ve İskamcılık gibi kültürel dinamiklerini yeniden inşa edilebilmiştir. Dolayısıyla, yerel-ekolojik karakterli hareketler, eski solun geleneksel yöntemleriyle değil, yeni bir karşı-hegemonya stratejisiyle kendilerini konumlandırabilmişlerdir. Böylece ikili bir yapı ortaya çıkmıştır: Bu ikilik, parlamenter sistemdeki temsili güçlü oranlarla AKP olan bölgenin (Yıldırım, 2016: 21-66); toplumsal muhalefet alanında ise aslen AKP’nin ekonomi politikalarına karşı durmuş çeşitli hareketlerin ağırlıklı bir şekilde varlık göstermesidir.

Toparlanacak olursa, neoliberalizmin ölçeklerarası entegrasyonu, birikim stratejileri ile hegemonya projelerinin mekânlara nüfuz etmesiyle değerlendirilebilecek bir konumdadır. Türkiye gibi azgelişmiş kapitalist bir ülke, bu entegrasyonun doğrudan analiz birimi olarak görülmektedir. Bu daha da somutlaştırılacaksa, Türkiye’de yaklaşık son on yıldaki enerji ve inşaat sektörünün yükselişinin etkisinin karşı-hegemonyayla ilişkisi gösterilebilir. Zira çalışmanın örneği olan Sinop-Gerze termik santral direnişi bu kapsamda yer alan yerel- ekolojik karakterli bir karşı-hegemonya hareketidir. Direnişin gerçekleştiği yerelin bölgesel özelliği (Karadeniz Bölgesi) bir yandan neoliberal İslamcı hegemonyayla yeniden imâl edilirken; diğer yandan küresel-ulusal-yerel ölçeklerin karşı-hegemonya merkezi haline getirilmektedir (Yıldırım ve Hasbolat, 2016: 12). Bu anlatılanlar kapsamında çalışmanın bundan sonraki seyrinde Sinop-Gerze termik santral direnişi’nin çözümlemesi yer alacaktır.