• Sonuç bulunamadı

Hegemonik Projelerde Disiplin: Denetim ve Yönetim Aygıtları

1.2. Hegemonya Krizi ve Neoliberal Hegemonik Projeler

1.2.2. Hegemonik Projelerde Disiplin: Denetim ve Yönetim Aygıtları

İnsan eylemlerinin tümünü piyasa alanına açmayı isteyen neoliberalizmde devletin rolü, mülkiyet, serbest piyasa, rekabet, bireysel girişim gibi unsurları kolektivizme karşı korumaktır. Korumayı ve çalıştığı unsurları güvence altına alabilmek için devletle bağlantılı “ordu, savunma, emniyet ve hukukla ilgili yapı ve işlevleri düzenlemelidir.” Hatta piyasanın mevcut olmadığı toprak, hava, su, sosyal güvenlik, çevre kirliliği gibi alanlarda devlet müdahalelerde bulunarak piyasalar yaratmalıdır (Harvey, 2015a: 10-11). Devlet ve sermayenin bu yeni formu “üretimin toplumsallaşması”nın tarihsel süreciyle (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşim) paralellik gösterir.

Üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla bireysel emeği (somut emek) toplumsal emeğe (soyut emek) dönüşmesi sürecidir. Bu süreçte birikim modeli, 1970’ten itibaren neoliberal politikalarla birlikte, üreticilerin tüketici yönelimli olduğu, tüketicilerin egemenliğindeki post-fordist üretim/tüketim tarzına (Urry, 1999: 206) doğru evrilmiştir. Post-fordizm (ya da esnek üretim tarzı), emek piyasasında ücretler düşmeye başlamış, güvencesizlikler artmış, bunun yanında örgütlenme yeteneğinde azalmalar ve

parçalanmalar görülmüştür (Yelkenci, 2011: 204). Üretim toplumsallaştıkça, bireysel emek toplumsal emeğe dönüşmüştür. Dönüşüm, bir ürünün metalaştırılmasıyla ilişkilidir. Ürünün metalaştırılması, Braverman’ın (2008b: 414) mülkiyetin bir başkasına devri dediği “yabancılaşmış emek” süreciyle ilişkilidir.

Kapitalizmde üretim araçları, ürünün mülkiyeti, ürünün satışından elde edilen kazancın mülkiyeti ve son olarak üreticinin kendisi başkalarına devredilmekte, yani yabancılaştırılmaktadır. Sonuç olarak üretimin toplumsallaşması sürecinde “her şey” proletaryaya yabancıdır ve yalnızca “ücret, istihdam edilen işçinin tek eşdeğeri haline gelir.” Kapitalizmde bu üretim, proletarya tarafından “düşmanlık ya da kayıtsızlık” ortamında sürdürülür ve sistem bu durumu sürdürebilmek için “denetim ve yönetim” araçlarını devreye sokar (Braverman, 2008b: 414). Braverman’a (2008b: 418) göre, üretimin toplumsallaşmasıyla,

üretim daha kolektif bir nitelik kazanır ve tek tek işçiler kolektif işçi gövdesi ile eklemlenirken, bu gövde, beyninin lob lifleri kesilmiş ya da daha da kötüsü, beyni tamamıyla çıkartılıp alınmış olan bir gövdedir. Modern yönetim tarafından emek gücünü ve emek süreçlerini kontrol etme ve ucuzlatma aracı olarak el konulan beyni gövdesinden kopartılıp alınmıştır.

Ayrıca kapitalist üretim tarzında, üretimin toplumsallaşması, giderek mülkiyeti merkezileştirir. Bunun anlamı, üretim araçlarının toplumun mülkü haline gelerek “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”ne yol açmasıdır (sermayenin temerküzü).

Dumenil ve Levy (2015: 20- 21), üretimin toplumsallaşmasında üç yön tespitinde bulunur. Birinci yön üretimin sürekli genişlemesi (üretim aracı, sermaye, işçi sayısının artışı), yönetim kurullarıyla hissedarları bir araya getiren genel kurullarıyla, hisseli şirketlere dönüştürür. İkinci yön buna koşut olarak şirketler içinde ve şirketler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisini ortaya çıkarır. Son olarak üçüncü yön artık şirketler birbirlerine aittirler ve böylece finans şirketleri merkezi bir konuma geçer. Üretimin toplumsallaştırılması süreci, böylece, şirket sahiplerinin şirketlerinin birbirleriyle aidiyetleri nedeniyle yönetimi üst düzey yöneticilere bırakması (yönetim devrimi) özel mülkiyetle çelişen bir alanın açılmasına neden olmuştur. Dumenil ve Levy (2015: 22), üretimin toplumsallaşmasının üç yönüne, son olarak bütün ekonomik mekanizmaların merkezi eşgüdüm ve denetimlerinin devreye sokulması gerekliliği olan dördüncü bir yön daha ekler. Bu merkezi unsurların aracıları, ulusal düzeyde hükümetler, bakanlıklar ve merkez bankaları; uluslararası düzeyde ise IMF, DTÖ, AB gibi kurumlardır. Artık gerek ulusal düzeyde gerek uluslararası düzeyde devlet ve diğer aracıları şirketlere bağımlılık göstererek şirketlere ait hale gelirler (yönetişim). Görüldüğü gibi üretimin toplumsallaşması süreci içerisinde, neoliberal dönemde yönetsel ilişkiler

farklılaştırsa bile sınıfsal ilişkiler sürmüştür. Özellikle proletarya bu süreçte (emek gücünün sermayenin bir aracına dönüştürülmesi) -bu süreç sonsuz olduğundan- imha edilmezler. Braverman’ın (2008a: 147) ifadeleriyle, proletarya her ne kadar “eleştirel, zihinsel, kavramsal yetenekleri” körelse de sermayeyi bir düzeyde tehdit etmektedirler. Bu tehdit Polanyi’nin (2010) “Büyük Dönüşüm” çalışmasında değindiği “devletin ve özgürlüğün ikili anlamı” yaklaşımına benzerlik gösterir.

Polanyi’ye (2010: 332, 335) göre piyasa, düzenli bir şekilde sosyal hayatla çatışmalar yaşayarak, zorlamalar ve gerginliklerle toplumu çökertmiştir. Piyasa, zorlama ve gerginlik ortamıyla iktisadın kişisel çıkara dayandırılmasına çalışır. Polanyi (2010: 338), piyasasının içerdiği çabaya karşılık, bu durumdan kurtulabilmek adına özgürlük sorununu iki düzeyde tartışmaya açar. Birincisi, kurumsal düzeyde sunulan artan özgürlük ile azalan özgürlüklerin dengelenmesi problemidir. Kurumlar, çeşitli düzenlemelerle özgürlükleri hem arttırıp hem de kısıtlar. Gerçekte kısıtlama mekanizması herkes için olmasına karşın, sistemde ayrıcalıklı olanlar kısıtlamayı kendilerine yapıldığını iddia ederler. Böylece ayrıcalıklı olanlar kendilerince özgürlüklerin yükseltilebilmesi için azaltılması gerektiği tarafında yer alırlar. Sonuçta, özgürlük kâr ve refah yaratmak olarak anlaşılırken, sözgelimi, barış bir özgürlük kategorisine dâhil edilmez. Bu mekanizma devlet aygıtıyla sabitlenir ve toplumun özgürlük rızası, piyasanın özgürlüğü haline gelerek kısıtlanmış olur (Polanyi, 2010: 339). Neoliberal proje, devletin zor unsurunu kullandırtarak (zorlayıcı nedenler –Marx-, zorlamayla zırhlanmış rıza –Gramsci-, mülksüzleştirerek birikim -Harvey-) piyasaya içerilen bir toplum projesi yaratma amacındadır (Munck, 2007: 108). Hatta öyle ki, neoliberal dönem öncesindeki ilkel birikim dönemindeki devletin belli ölçülerde koruması altında olan yoksul köylülerin, neoliberal dönemde devletin –rıza unsurunun- geriye çekilmesiyle devlet tarafından toprakla bağları zorla zayıflatılmıştır (Byres, 2007: 150).

Kapitalizmin gelişimi, yalnızca sermaye ile devlet bloğunun gücü ile emek gücünün kırsaldan kentlere doğru yoğunlaşmasıyla kentsel alanın hâkimiyet kazanmasının yanında, kapitalist üretimle sivil toplumun mekânsal yeniden yapılanmasıyla ilintilidir (Urry, 1999: 111-112). Bu iddianın temeli, Braverman’ın da ifade ettiği gibi emeği harekete geçiren güç ile “proletaryanın kapitalist üretim sürecine alıştırılması” sürecinden meydana gelir. Braverman’a (2008a: 76) göre insanda emeği harekete geçiren güçle, emeğin kendisi arasındaki ilişki ihlal edilemez bir birlik değildir. “Emeğin itici gücü hala bilinçtir, ama ikisi arasındaki birlik bireyde parçalanıp grup, fabrika, topluluk ve bir bütün olarak toplum içinde yeniden tesis edilir.” Emeği harekete geçiren güç ile emeğin kendisinin mekânda parçalanması, bir yandan birliği parçalamaya çalışan ile diğer yandan birliği tekrardan tesis etmeye çalışanların

arasındaki mücadeleye sahne olmaktadır. Proletaryanın sermaye tarafından bir araç olarak emek gücüne ve bir üretim faktörüne dönüştürülmesi, bu birliğin sürekli parçalı bırakılmasının çabasıdır. Bu çaba, sermaye tarafından proletaryayı, denetim altında tutma ve kapitalist çalışma biçimlerine alıştırma biçiminde gerçekleşir. Bilimsel yönetim (Taylorizm), emeğin bilinçten kopartılması, emeğin denetim altında tutulması açısından yeni bir düzenleme getirmiştir (Braverman, 2008a: 106-109). Ne var ki, proletarya, “eleştirel, zihinsel, kavramsal yetenekleri ne kadar köreltilmiş ya da tüketilmiş olursa olsun, sermayeyi daima bir düzeyde tehdit eder” (Braverman, 2008a: 147). Bu mücadele, iki tarafın mekân ve zamanda örgütlenme ve stratejini belirler.

Sermaye ve işgücünün yeniden örgütlenme örüntülerindeki değişimin unsurlarından biri olan birikim rejimleri (fordizm, post-fordizm gibi), üretim ve ücretlilerin yeniden üretim koşullarında meydana gelen bir bileşikliği içermektedir. Kapitalist formasyonun yeniden üretiminin gerçekleşmesinde her türlü bireyin davranışını, birikim stratejilerinin işleyişini mümkün kılacak bir bütünlüğe kavuşturulması amaçlanır. Birikim stratejilerine uygun “birikim rejiminin, normlar, alışkanlıklar, yasalar ve benzeri biçimler altında cisimleşmesi gerekir. Bu içselleştirilmiş kurallar ve toplumsal süreçler bütününe düzenleme tarzı adı verilir” (Harvey, 2012b: 143-144). Düzenleme tarzı, İkinci Dünya Savaşı sonrası, yeni üretim sürecinde, bu sürece uygun işçilerin yaratılması çabasıyla ilintili olmuştur. Zira 1929 ekonomik kriziyle birlikte, Fordist üretim modeli, yeniden kurulmak istenen toplumun bir aracına dönüştürülmek istenmiş ve işçiler adına denetim mekanizmaları geliştirilmiştir (Harvey, 2012b: 148-150). Nitekim proletaryaya sendikal haklar tanıyan, sınıf uzlaşını sağlamaya çalışan Keynesçilik ile Fordizm bir ittifak halinde 1945-1973 yılları arasında etkinliğini sürdürebilmiştir. Ne ki, bu dönem sonrası, Fordizm yerine esnek birikime (post- Fordizm) doğru evrilen yapıyla muhalefetin örgütlenme ve stratejisi de değişime uğramıştır. Bunun anlamı, Harvey’in (2012b: 196, 268) belirttiği gibi Fordist dönemdeki proletaryanın kolektif unsurunun yükselmesi, bu yükselişi kırıp bireyciliğe yönelme, Fordizmden esnek birikime geçişin önemli nedenlerinden biri olmuştur. Esnek üretime geçiş, sınıfsal ilişkilerin yeniden düzenleme girişiminin mekânsal mücadele boyutunu temsil etmiştir. Zaman ve mekândaki sistemli organizasyon girişimleri, bu duruma karşı farklı muhalefetleri doğurmuştur. Fordist modelin kapitalist hegemonya için zaafı işçilerin fabrikalarda toplanmasının sağladığından, işçi örgütlenmelerinin ve proletaryanın gücünün artışıdır. Bir başka ifadeyle, bir yandan işçilere yönelik bir denetim mekanizması olan Fordist yapı ile diğer yandan bu yapıdaki işçi sınıfı örgütlenmelerindeki yükseliş bileşik bir halde hareket

etmişlerdir.30 Bunun anlamı Harvey’in de vurguladığı gibi, genel olarak her üretim tarzının kendisine benzeyen, muhalefet türlerini ortaya çıkarmasıdır. Sözgelimi, Fordist yapı, Fordist bir muhalefet yapısı çıkarırken, seksenlerden sonra sermayenin mekân ve zamanda akışkan hale gelmesiyle -yani post-fordist yapıyla birlikte- post-Fordist yapıya benzeyen muhalif hareketler kendilerini konumlandırabilmiştir.31

Klasik siyasetin örgütlenmeleri (siyasal partiler, sendikalar vd.), kapitalist formasyondaki yeni biçime gerekli müdahalelerde bulunmadaki konumlarını etkilemiştir. Müdahalelerin kapsamı -Harvey’in dediği gibi-, üretim tarzının değişmesiyle eski üretim tarzının örgütlenme biçimi olan klasik siyaset biçimlerinin yeni tarza karşı muhalefetteki yetersizlikleriyle ilintilidir.32 Zira sermaye birikiminin yeniden örgütlenmesi, yeni tarzda muhalif örgütlenmelerin ortaya çıkmasını (ya da muhalefette etkisinin artmasını) sağlamıştır.33 Bu yeni muhalif tarzlardan biri “yeni” toplumsal hareketlerdir. Ne ki, Harvey, üretim tarzına karşı muhalif hareketlerin örgütlenme biçimleri için bir uyarıda bulunur. Uyarı, -Harvey’e göre- yapılması gerekenin üretim tarzı örgütlenmeleriyle biçimlenen muhalefetin, eleştirmekte olduğu şeyin ilişkisinden kurtulması gerekliliği üzerinedir. Bu, kapitalist formasyonun simbiyotik ilişkisinden kurtulabilmiş muhalif hareketlerin özgünleştirilmesidir. O halde, yapılması gereken, kapitalist formasyonun araçlarını kullanmadan, muhalefeti kapitalizmin simbiyotik ilişkisinden kurtarabilecek olan “yeni” toplumsal hareketlerin kendi özgünlüğünün (ve potansiyelinin) tespit edilmesidir. Buradaki sorun ise hegemonyanın kendi içinden çıkan karşı-hegemonyanın hegemonyanın araçlarını kullanmadan hareket edip edemeyeceğidir.