• Sonuç bulunamadı

Kapitalizmin İkizlerinden Biri: Ekolojik Kriz

Doğa, sermaye birikimi süreçlerinin her noktasında etkinleştirilen bir aktördür. “Sermaye işleyen ve evrilen bir ekolojik sistemdir ve bu sistemin içinde hem doğa hem de sermaye sürekli olarak üretilmekte ve yeniden üretilmektedir” (Harvey, 2015b: 251). Dolayısıyla birikim krizinin yanında yine birikimden kaynaklı olarak ekolojik kriz birikim

krizine paralel bir şekilde gündeme gelmiştir. Ekolojik kriz23, yetmişlerle birlikte tartışılmaya başlanmış ve bu kapsamda çeşitli önlemler alınmaya çalışılmıştır. Ekolojik krize karşı önlemlerin neoliberalizm açısından iki boyutu olduğu söylenebilir: Birincisi, doğa tahribatına karşı önlemlerin geliştirilmeye çalışılması, ikincisi ise bu krizi birikim rejimine uygun haline getirip kullanma stratejileridir. Ekolojik kriz, toplumsal krizden ve birikim krizinden ayrı düşünülemeyen bir problemken (Foster, 2008: 9), kapitalist sınıfın yeni birikim alanlarından faydalanmak için kullandığı bir stratejik araca dönüşmüştür (Şengül, 2008: 67). Nitekim neoliberal stratejinin ekolojik krize (çevre sorunlarının küreselleşmesi) bakışı küreselleşme literatürünün gelişimiyle çevresel sorunları insanlığının ve yerkürenin sorunu olarak tanıtmasıyla belirginleşmiştir. Bu bakışa göre ekolojik kriz, ideolojik problemlerin dışında tutulmuş, yani sınıf mücadelesinden uzak ve tüm insanlığı ilgilendiren bir sorun olarak gösterilmiştir. Zira ekolojik krizle mücadelede doğanın toplumsallaşması gerekirken, doğa tahribatı toplumsal sorunlardan ayrı tutulmaya çalışılmıştır (Foster, 2008: 150-152). Bu ideolojik bakış açısının söylemi, ekoloji sorununun evrenselliği ve herkesi etkilediği, dolayısıyla yalnızca belli bir sınıfı etkilemeyeceğidir. Bu söylem, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını gizleyici ve ideolojik kriz için ekoloji sorununun araç olarak kullanmasını sağlayacaktır (Çoban ve Duru, 2009: 57; Çoban, 2013b: 244-245).

Öte yandan, ekolojik krizin tahribatını önleme girişimiyle ortaya çıkmış yaklaşımlar ve toplumsal muhalefetler bulunmaktadır. Birikim ve ekolojik kriz adına geliştirilen stratejiler, birçok noktada ayrılıyor olsa da ortak yönleri günümüzde doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin aşıldığı (yani ekolojik kriz) gerçeğidir ve bu ekolojik kriz, bir dizi olgulara dayanılarak yapılan soyutlamalarla belirlenmektedir (Kovel, 2005: 37). Ekolojik krize karşı toplumsal imgelemin çevresel boyuta taşınması (Žižek, 2013: 7), toplumsal,

23 İnsan ile doğa üzerine yapılan tartışmalarda coğrafya ve iklimin (ya da yapının) insan doğasını etkileyip etkilemediği üzerine yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu tartışmada ayrılan iki farklı yaklaşımdan söz edilebilir; doğanın etkenliği ve insanın edilgenliği (Hipokrates, Aristoteles vb.) ile insanın etkenliği (Machiavelli) (Şenel, 2015: 133, 138). İlk yaklaşım, insan ile doğa arasındaki ilişkiye determinist (epistemolojik/soyut insan) bir çerçeve sunarken; ikinci yaklaşım iradeci (ontolojik/somut insan) bakış açısıyla değerlendirmelerde bulunur (Keleş vd., 2012: 256, 294-297). Modern insan, Machiavelli’nin doğanın değil insanın etken olarak doğayı olumlu ya da olumsuz etkileyebilen bir özne olduğunu düşüncesinin ifadesidir. Bunun nedeni, Machiavelli’nin bakış açısının “insanın, doğanın ve toplumun geleceğini belirleyebilen bir özne olarak görülmesi”dir (Şenel, 2015: 138). İnsan ile doğa arasındaki ilişkiye bu bakış, Sanayi Devrimiyle birlikte “insanın doğaya hâkim olduğu” söylemiyle de örtüşür. Zira günümüzde, insanın doğa üzerindeki yıkıcılığı ve insanın doğaya egemen olduğu bakış açıları eksik bir değerlendirme sunar. Çünkü insanlık kategorik olarak doğayı tahrip etmez, bu tahribe katkı sağlayan insanlığın içindeki çeşitli faktörlerin belirleyiciliğidir, yani insanlığın içindeki bazı sorumlulardır. Bunlar, sınıflı, devletli, dinsel ideolojilerle belirlenen kişisel çıkarlarının, toplumun genel çıkarının ötesine geçirmesine neden olan erklerdir. Bunlar sayesinde, doğal kaynaklar (kendi) özel çıkarlar(ı) üzerinden kullanılarak doğanın genel çıkara hizmet etmesi engellenmektedir (Koselleck, 2013: 535-545; Şenel, 2015: 158). Kapitalist üretim tarzının neoliberal stratejisi doğal varlıklar üzerindeki kişisel çıkarı daha da belirginleştirmiş, bununla birlikte, insan ile doğa arasındaki ilişkide insanın etkenliğinin daha da görünür olduğunun yolunu açmıştır.

siyasal, kültürel ve iktisadi yapıların birçok noktada dönüşümüne yol açmıştır. Buna koşut sorunun nedeni ve ne yaparak/nasıl çözüleceği de “ekolojizm” tartışmasını gündeme getirmiştir: Ekolojik krizin asıl sebebine itiraz etmek mi, yoksa bu krize karşı yalnızca çözüm ortağı olmak mı? (Şahin, 2007: 84). Bu noktada, ekoloji tartışmaları iki temelde farklılaşır: Bunlar; (1) ekolojik krizi “tüm” ideolojilerden soyutlayarak çözüm üretme yaklaşımı (yalnızca çözümün ortağı olma) ile (2) ekolojik krizin aslen ideolojik (toplumsal) ve birikim krizi içerdiğini iddia eden ve dolayısıyla ekolojik krizi, ideolojik hegemonyadan ayrı görmeyen yaklaşımlardır. Bu yaklaşımların ortak görüşü ise ekonomik krizin (aşırı sermaye birikimi sorunu), ekolojik krizin derinleşmesinde etkili olduğu, bunun için girişilen mülksüzleştirme yoluyla birikim modelinin, siyasi ve toplumsal mücadelelerin biçimini değişime uğrattığıdır.

Özetle kapitalist üretim tarzının sürekli yatırım yapma, servet biriktirme ve kâr elde etme karakteri sebebiyle ekonomik kriz üretme eğiliminin yanında ekolojik kriz, doğal varlıkların (hava, su, toprak) dahi kâr elde etme amacına göre belirlenmesiyle ekonomik krizle ikiz konuma gelmiştir (Magdoff, 2008: 169). Bu bağlamda, neoliberal strateji, sermaye birikim koşullarının yeniden oluşturulması için doğayı kapsamaya başlamıştır. Bu ikiz krizler egemen sınıf tarafından kendi lehine içerilmektedir. Başka bir ifadeyle, birikim krizine ek olarak ekolojik kriz sorunu içiçe geçmiştir. Oysa ideolojik kriz bu ikiz krizlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Aslen, klâsik liberalizm doğal varlık arzının sınırsızlığı ve üretime dönüşme kapasitesinin sonsuzluğu vurgusu yaparken, doğal varlıkların tükenebileceği, yani doğal varlıklar arzının bir sorun haline gelebileceği düşüncesini kabul etmez. Zira bu düşünce, insanın doğaya egemen olduğu algısını ortaya çıkarmıştır (antroposantrik). Ancak neoliberalizmin doğal varlıklara bakışı klasik liberalizmden farklı olarak devlet ile sermayenin birbirinden kopmadan doğayı serbest mal olmaktan çıkartıp (çevre sorunlarının küreselleşmesinin de etkisiyle) piyasalaştırma yoluna gitmesiyle ilişkilidir (Başkaya, 2015: 192-193). Bu da “doğanın neoliberalleştirilmesi”dir (Harvey, 2015a; Castree, 2008a; Castree, 2008b; Çoban vd., 2015a: 400-417). Gerçekte, doğa üzerindeki neoliberalleşme, doğal varlıkların tükenebilir olarak görülmesi hasebiyle liberalizmin, doğal varlıkları serbest mal olarak algılamaktan vazgeçmesi, bir sonuç değil, birikim krizine alternatifler geliştirme çabasının aracıdır. Başka bir anlatımla, doğal varlıkların tahribatı kapitalizmin hegemonik ideolojisi için bir neden değil, yalnızca yeni projenin işletilebilmesi içindir.

Doğanın neoliberalleşmesi, neoliberal stratejinin devlet aygıtının etkin bir şekilde kullanılarak, mülksüzleştirerek birikim yoluyla doğayı da birikimin bir parçası haline getirme süreci olarak ifade edilebilir. Mülksüzleştirerek birikim yoluyla doğayı piyasanın bir parçası

haline getirme süreci neoliberal stratejinin Washington ve post-Washington Konsensüslerindeki hedefleri adına belirledikleri araçlarla işletilmektedir. Bu araçların amacı, emek ile birlikte doğanın metalaştırılması sürecine devlet, birey ve sermayenin birlikte katılımını sağlayabilmektir. Özellikle, devlet, doğanın neoliberalleşmesi sürecinde iki yönlü konumda işler: Bir yandan, sermayeyle birlikte doğayı metalaştırma girişimini derinleştirirken, diğer yandan, emisyon salınımı tedbirleri, çevre vergileri, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gibi çevre politikaları düzenlemelerini işletmek ister (Çoban ve Duru, 2009: 58). Bu konudaki devletin ikinci yönü çevre koruma amaçlı gibi görünse de sermayenin hegemonik etkisiyle bu amaç massedilmeye çalışılır. Nitekim devletin çevre korumacılığı toplumun rızasını alma unsuruna dönüşmüştür. Yani neoliberal hegemonya, kapitalist sınıfın krizini doğayı metalaştırıp bunu “zorlamayla zırhlanmış” bir biçimde rıza ilişkisine dönüştürmeye uğraşır. Doğayı bu süreçte kendi projesinin bir parçasına dönüştürmeye girişen kapitalist sınıf, ekolojik krizi, kendi lehine çevirerek doğanın kendinde değerini doğrudan mübadele değerine sokmuş olur. Kaldı ki bu aşamadan sonra “[d]oğa, insanın bilinçli müdahalesine maruz kaldığı ölçüde artık doğal değildir”, yani “kendinde değer” özelliğini yitirmiş olarak algılanır (Cangızbay, 2003: 95).

Doğaya insanın müdahalesi doğanın kullanım ve mübadele değeri olarak nitelendirilmesine yol açmaktadır. Kapitalizm bu değeri mübadele değerine dönüştürecek projeler üretir. Aslen kapitalizm, ilkel birikim döneminden bu yana doğayı metalaştırmaktadır. Neoliberal dönemdeki fark ise bu metalaştırmayı hegemonik momentteki gibi rıza imâlatı unsuru yerine tahakküm ilişkisindeki zor unsurunun belirginleşmesiyle sürdürmesidir. Yani doğaya yönelik yapılan mülksüzleştirerek birikim yoluyla, “doğanın, şirketler ve özel kişilerce henüz birikim sürecine katılmamış [kapitalist olmayan] unsurları, sermayenin gizli saklı olmayan bir ele geçirme savaşının yeni mevzileri” haline gelmiştir (Çoban, vd., 2015). Doğa metalaştırılırken (fosil yakıtlar gibi doğal varlıkların piyasalaştırılması, taşınamaz olan hava, su gibi doğal varlıkların ise ticarileştirilmesi gibi) geçim kaynakları ellerinden alınanlar proleterleştirilmekte, bu “yabancılaşan emek” düzeyine itilme sürecinde doğrudan sınıf mücadelesinin konusu haline gelmektedir. Süreç neoliberal hegemonyaya karşı, doğanın metalaştırılmasını kapsayan karşı-hegemonya potansiyellerini ortaya çıkarmaktadır.

Kısaca bir değerlendirme yapılacak olunursa, ekonomi politik pratikler teorisi olarak neoliberalizm kapitalizmden ayrılan yeni bir üretim tarzı değildir. Neoliberalizm, mevcut üretim tarzının (kapitalizmin) yeni bir aşaması olarak –hatta kapitalizmin yeni bir evreyi temsil eden- egemen sınıfların güçlerinin ve gelirlerinin yeniden tesisini sağlayan, vergi

gelirlerini mülk sahiplerine aktaran, piyasa lehine doğayı kullanımını sınırsız bıraktıran devlet aygıtıyla hareket eden ve bu devlet aygıtı olmadan hareket edilemeyecek “yeni bir toplum düzenidir” (Dumenil ve Levy, 2007: 26; Dumenil ve Levy, 2015: 19; Dardot ve Laval, 2012; Perelman, 2008: 69-70; Harvey, 2015a: 10).

Buna koşut olarak, egemen sınıf-devlet ittifakıyla krizlerden yararlanılırken, bu bloğa karşı muhalefet kendi pozisyonunu geliştirmeye çalışmıştır. Neoliberal stratejinin uygulamalarıyla biçim değiştiren muhalefet, egemen sınıfın hegemonyasına karşı bir hegemonya uğraşına girerek, ikili kriz için konumunu belirlemektedir. Bu krizler zaman zaman egemen sınıfın hegemonyasını zayıflatmış ve sistemi karşı-hegemonya potansiyelini artıracak imkânların çıkmasını sağlayan hegemonya krizine sokmuştur. Hegemonik kriz, farklı sermaye fraksiyonlarının (banka ya da para, ticaret, sanayi vd.) ekonomik-korporatif çıkar ilişkilerinin rıza ilişkisinden uzaklaşmasıyla gerçekleşmiştir (Jessop, 2008: 260). Böylece krizlerin çözümü için geç kapitalizmin yeni bir veçhesi olarak tasarlanan neoliberalizmin hegemonik projesi devreye sokulmuştur.