• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

1.3. EMPATİ BECERİSİ

3.1.1. Söylem Çözümlemesi ve Yapı

3.1.1.1. Yapısal Eleştiri

Yapısalcı yaklaşım dilsel değerin sentagmatik (dizimsel) ve paradigmatik (çağrışımsal/ dizisel) olmak üzere iki yönlü olduğunu ve herhangi bir dizgenin çözümlenmesi için de bu dizgede yer alan ögelerin arasındaki bu iki bağıntının netleştirilmesi gerektiğini belirtir. Dizim incelemesi sözdizimi incelemesi değildir.

Tümce içinde yer alan bir sözcüğün anlamı, öncelikle tümcedeki öteki sözcüklerle ve oluşturduğu dilbilgisi birimleriyle olan bağıntısıyla (sentagmatik bağlantı), ardından da aynı dilbilgisi birimi içinde onun yerine geçebilecek tüm öteki sözcüklerle olan

72 bağıntısıyla (paradigmatik bağlantı) belirlenir. Yani dizge içinde yatay (syntagmatic axis) ve dikey (paradigmatic axis) olmak üzere iki eksen vardır (Rifat, 2017: 27-28):

Dizi

Ayşe pencere Adam çekmece Manav dolap Çocuk kitap

Ayşe + (Kapıyı) + (Açtı)

Dizim Şekil 6. Yatay ve Dikey eksen

Yapısalcılık, dilbilimin gösteren-gösterilen sisteminden oluştuğunu kabullenerek, insan zihninin temelini de ikili karşıtlık (ham-pişmiş, beyaz-siyah, uygar-yaban) anlayışına dayandırır. Bu anlayıştan hareketle ikili anlam karşıtlıklarına dayalı anlam yapılanmalarına ve konuşmaya önem verir. Yapısalcılıkta insan zihni, nesneleri ikili karşıtlıklar şeklinde algılar ve karşıtlık ötekinin varlığını gerekli kılar (Sözen, 2017: 42). Gösterge, dizge, karşıtlık gibi kavramlarla dile bakışı değiştiren Saussure’ün dilbilim alanında geliştirdiği yöntemi sosyal bilimlerde ilk uygulayan kişi Lévi-Strauss’tur. O, ana terim olarak ‘gösterge’yi alarak yapısalcı kavramları antropolojik verilere dönüştürmüştür. Strauss’un yapısalcılığı, insan öznenin homojen ve kendi kendini denetleyebilir olmadığı tezi üzerine kuruludur. Özne, varlığının farkında bile olmadığı bir yapı tarafından inşa edilir. Dolayısıyla yapının ve yapının dönüşümlerinin nesnesi konumundadır. Bu anlamda, Strauss’a göre,

“insan öznenin edimlerinin kendisiyle açıklanırlığı” tezi savunulabilir bir tez değildir (Kotlu, 2007: 117).

Yapısalcılar, dilin yapısında öznenin varlığını reddeder. Say (2013: 333), anlamın özne ya da onun ifadesiyle bilinçli aktörler tarafından yaratılmadığını anlam ve düzenin dilin iç sisteminden doğduğunu bu süreç içinde öznelerin de sistem tarafından yaratıldığını belirtir. Aslında bu ifadesiyle Saussure’ün üzerinde durduğu dilin kurumsal karakteri yani onun kollektif bilinçten doğduğu fikrini desteklemektedir (Sözen, 2017: 45). Bu kollektiflik düşüncesi, dili bireyin kontrolünden kurtarır ve bireyi katılımcı kategorisine alır. Bu anlayış anlamlandırma

73 sürecinde bakışların özneden topluma kaymasına neden olmuştur. Yapısalcılar göstergelerden oluştuğunu iddia ettikleri dile psikolojik bir olgu olarak bakarlar ve özneyi etkin konumdan edilgen konuma taşırlar. Yapısalcılıkta özne mağlup olduğu için dilde ifade edilenin anlaşılabilmesi toplumun anlaşılması ile mümkündür. Çünkü bireyler var olan bilgi sistemini paylaşırlar ve söylemler de bu paylaşılan bilgilerle şekillenir. Öznenin bu noktada konumu, etki derecesi yapısalcı yaklaşımın çözümleme stratejisini de belirleyecektir. Yapısalcılara göre dil, iletişimi sağlayan önemli bir formdur. Aynı zamanda da bir göstergeler sistemidir ve psikolojik bir olgudur. Dil ile ortaya çıkan söylemler, kişilerin bağlı bulundukları gurubun özelliklerini yansıtır. Böylelikle söylemi kullanan kişilerin psikolojilerine ve içinde bulundukları grubun özelliklerine dair çıkarımlar yapabilmek mümkün görünmektedir

Yapısal eleştiri, benimsediği yapısal yöntem aracılığıyla yazınsal yapıtı kendi içinde, kapsadığı iç anlamlar ve ördüğü iç bağıntılar açısından bağımsız bir veri, özerk bir bütün, kapalı bir dizge, bir göstergeler düzeni olarak ele alır. Açıklayıcı ve çok yönlü bir eleştiri türü olan yapısal eleştirinin amacı gerçeği temelinden kavrayan bütünsel bir açıklamaya ulaşmaktır. Bu yönüyle bütünü kucaklayan, bölük pörçük incelemeden kaçınan, inceleme alanına giren her bir örneği değerlendirerek yapıtın ilk dilinden hareketle yeni bir ilişkiler bütünü üretir. Yapısalcı eleştirinin ilk kuralı yapıttaki her şeyin bir anlamı olabileceğidir; bu sebeple bütün göstergelerin anlaşılır kılınması gerekir. Kavramları anlaşılır kılma, ögelerin görevlerine ya da işlevlerine erişme çözümlemeyi yüzey yapıdan derin yapıya götürür. Yapısal çözümleme tarihsel yapıyı yapıtın özüne temas etmediği gerekçesiyle yapıtın çözümlemesinde devre dışı bırakır (Vardar, 1974: 316).

Söylemin yapısalcı ayağı bölümünde değindiğimiz gibi yapısalcılar özellikle özneyi yok saymışlar söylemi öznenin tasarrufundan çıkarmışlardır. Yapısalcıların temel iddiası dil bir işaretler sistemidir ve bu işaretlerin düzeninde bireylerin yaratıcılığının etkisi yoktur. Descartes’ten beri hâkim olan bilinçli birey yani sistemin bilinçli katılımcıları terk edilmiş yerine sistem tarafından oluşturulmuş özneler kabul edilmiştir (Say, 2013: 333).

Öznenin yok sayılması yapısalcıların eleştirilmesine neden olmuş ve yapısalcılığa tepki olarak post-yapısalcı eleştiri doğmuştur. Post-yapısalcı eleştiri her ne kadar tepki olarak doğsa da onu yapısalcılıktan ayıran noktalar ortak

74 noktalarından daha azdır. Post-yapısalcı eleştiriyi yapısalcı eleştiri üst başlığı altında ele almamızın nedeni her iki yaklaşımın da dilbilim kaynaklı olması ve yapı kavramından hareketle çözümleme yapmasıdır.

Post-yapısalcı yaklaşımlar başta Jacques Derrida ve Michel Foucault olmak üzere Fransız filozofların çalışmalarından beslenir. Post-yapısalcı ontolojinin temelinde dil yatmaktadır. Sosyal gerçeklerin “gerçek nedeni” bunu tetikleyen sosyal dünyadaki dilsel temsillerin incelenmesiyle ortaya çıkar. Bu anlayış, Foucault’dan itibaren, söylemin sistematik olarak çeşitli “özne pozisyonları” meydana getiren, kişileri ve grupları bu pozisyonların imkân verdiği davranışlara iten sosyal pratikler olarak tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda sosyal gerçeklik söylemden bağımsız olarak var olamaz yani söylemde “gerçek”, “ebedi” ya da

“evrensel” olarak sunulanlar esasen belirli bir söylemsel düzenin dayatmasıdır.

Anlam dayatmasını yaratanlar kişiler ya da gruplar olsa da onlar da bağımsız özneler olarak hareket edemezler ve onlar da içinde oldukları söylemsel bağlamın mümkün kıldığı “özne pozisyonları” uyarınca hareket ederler. Post-yapısalcılar “özne pozisyonları” düşüncesinden hareketle çözümlemelerde lokal ya da mikro yapılardan uzaklaşarak daha geniş söylemsel yapıları, söylemin özelliklerini, belirli bir yazımı ya da konuşmayı inanılır ve doğal kılan söylem biçimlerini mercek altına alır ve elde ettiği veriler doğrultusunda söylemsel biçimlerin ne şekilde inşa edildiği, sabitlendiği ya da değiştirildiğini ortaya çıkarır (Aydın-Düzgit, 2015: 153- 155). Bu yaklaşıma göre dil asıl olandır çünkü bağımsız bir sosyal gerçeklik yoktur, sosyal gerçekliği yansıtan bir dil vardır ve sosyal dünyadaki gerçekler ise dilsel temsillerle algılanabilir. Önce fikirler dil aracılığıyla yayılır ve insanlar sonra o fikirlere inanır, ardından bu fikirler doğrultusunda hareket etmeye başlar ve bu aşamadan sonra fikirlerin ortaya koyduğu dünya kısmen de olsa gerçekleşmiş olur.

Post-yapısalcı (poststructuralist) yaklaşım metin merkezli bir yaklaşımdır. Bu görüş, her metnin arkasında bir yapının bulunduğunu iddia ederek okuyucunun önemini hiçe sayan yapısalcı görüşün aksine, okuyucuyu merkeze alır. Metnin anlamını yazar değil, okuyucu belirler. Birden çok okuyucu olduğu için, metnin de birden çok anlamı vardır. Yazar otorite kaynağı değildir, post-yapısalcılık yazarı öldürerek metni ve okuyucuyu ön plana çıkarmıştır. Metni oluşturan yazar değildir, metni oluşturan okuyucudur. Post-yapısalcılığa göre her okuma, aynı zamanda yazmadır (Sözen, 2017: 51-52). Post-yapısalcıların metni merkeze almalarının

75 temelinde, konuşucuların niyetlerinden uzaklaşma; Saussure’ün hümanizm barındıran konuşmanın öncelikli olduğu fikrinden kopma anlayışı yatar. Derrida’ya göre yazma konuşmaya göre önceliklidir “metnin dışında bir şey yoktur” her şey metinde vardır, dilin karakterini en iyi ifade eden araç yazıdır. Dolayısıyla dilden önce var olan ve dil aracılığıyla nesnel bir tarzda tanımlanan, nesnel bir olgular koleksiyonundan söz etmek mümkün değildir (Cevizci, 2000: 237).

Post-yapısalcılar ile yapısalcıların anlaşamadıkları bir diğer nokta ise bilimsellik karşısında takındıkları tavırdır. Post-yapısalcılar Aydınlanma projesinin bir yansıması olarak yapısalcıların bilimsellikten kopamadığını belirtir. Post-yapısalcılara göre bilim kavramı bizzat 17. ve 18. yy. Aydınlanma Döneminde geliştirilen özel bir söylemin ürünüdür. Söylem kavramı, bilimle uzlaştırılabilir bir kavram değildir çünkü söylemler incelenerek mutlak kesin bilgiye ulaşılamaz.

Derrida’ya göre sözcükler ve tümceler zinciri asla sona ermez ve bu sonsuz göstergeler zinciri devam ettikçe hem sözcük sayısı hem de tümce sayısı artacağı için ne açık bir başlangıç ne de son vardır. Ayrıca sözcüklerin daha sonraki olaylara göre ilk anlamından tamamen farklı anlamlar kazanmayacaklarından da emin olamayız.

Sözcüklerin dizgesinin ne anlama geldiği konusunda kesin konuşabileceğimiz hiçbir nokta yoktur (Kotlu, 2007: 93-95). Foucault post-yapısalcılığın; zaman, mekân ve şartlara göre değişen sebep-sonuç ilişkileri, kimlik, özne, güç, bilgi ve doğrunun metafiziksel eleştirilerini kapsadığını belirtmiştir. Yapısalcılar dil ile ilgili gerçekleri, metni güçlendiren derin ve gizli yapıları araştırırken; post-yapısalcılar kesin bilgi, gerçek ya da doğru yerine insanların sosyal bireyler olarak söylemlerine yerleşmiş ve ortaya konulması gereken çıkarımları, yorumları ve tekrar yorumlamaları araştırır (Foucault, 1972; Ward, 1997, s. 86, Akt. Gür, 2013: 187).

Post-yapısalcılar dilin güç ilişkilerini yansıttığını ve ideolojinin etkisinde olduğunu savunduğu için ideolojik olarak kirlenmiş bir dille gerçek bilgiye ulaşılamayacağını iddia ederler. Bu durumda bilimsellik iddiasından tamamen vazgeçmişlerdir. İdeoloji dil aracılığıyla sunulsa da post-yapısalcılar “dilin ele geçirilemezliği” üzerinde dururlar dil toplumsal hedeflerin hizmetine koşulsa da asla bu hedeflerle özdeşleştirilemez ve asla sadece ideolojik bir şey olarak nitelendirilemez. Dil onu ele geçirmeye çalışan düzenlemelerden kaçınma, onları yıkma eğiliminde bir özelliğe sahiptir yani egemen güç ne kadar etkili olsa da dil karşısında kontrolü yitirebilirler. Post-yapısalcılara göre, toplum basitçe dil gibi

76 olmaktan öte, bizzat kendisi dildir ve içinde yaşadığımız ‘söylemler’ dışında kullanabileceğimiz hiçbir dışsal hakikat standardı ve hiçbir dışsal bilgi göstergesi yoktur (Kotlu, 2007: 97).

Çözümleme açısından baktığımızda yapısalcılar metni açıklamışlar, post yapısalcılar ise yorumlamışlardır. Yorum, açıklama ve anlamayı gerektirdiği için post-yapısalcılar önce yapısalcı ilişkilerin çözümlenmesi için bir veriyi ele alır, ardından da açıklama ve anlamlandırmaya gider. Derrida post-yapısalcı çözümlemelerinde iki farklı okuma yapar. İlk okuma metnin hâkim yorumlamalarının tekrarından oluşur. İkinci okuma ise metindeki iç çatışmalara, istikrarsız noktalara ve bunların metinde nasıl örtbas edildiğine odaklanır. Burada devreye metafor (metaphor) kavramı girer çünkü ona göre dil gerçekliği yansıtmaz onu bir yapıya kavuşturur (Aydın-Düzgit, 2015: 158). Derrida yapısalcıların yapı anlayışı yerine yapı-bozumu dökonstrüksiyon ön plâna çıkarmıştır. Derrida, dilin son derece oynak olup onun hiçbir ögesinin, mutlak ve değişmez bir biçimde tanımlanamayacağını, dilde her şeyin ya da her ögenin başka her şeyin izini sürebileceğini savunur. Diğer yandan, dilin başka bir şeye indirgenemez aşırılıklarını çoklu bir anlam oyunu olarak görüp önemsemiştir (Cevizci, 2000: 1004).

Post-yapısalcılıkta metnin yazarı önemsiz görülür, anlamın oluşmasında temel olan metnin yazarının niyeti değil, daha ziyade göstergelerin iç oyunudur.

Dolayısıyla bir post-yapısalcı olan Derrida’ya göre, göstergelerin anlamları tamamen keyfidir; düzenli ve belirlenmiş olarak alınamayacak bir yapıya sahiptir. Derrida bu düşüncesini bir metni ‘yapı-bozumu’na uğratarak çözümlemeye çalışır ve anlam zenginliğinin olduğunu kanıtlar. Okunan her metin her yorumla yeni alt metinlere bölünebilir.