• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM

4.4. FARKLILAŞMALAR

4.4.2. Yaşanan Tarih ve Algılanışı

Kasidelerde zaman zaman yaşanan tarihin akislerini görebilmek mümkündür. Kasidelerin bu yönü zayıf gibi görünse de devrin devletinin yaptığı savaşların, ilişki içerisinde olduğu ulusların, sosyal hayatta ya da devlet yönetiminde ne gibi değişiklikler olduğunun kasidelere yansıması söz konusudur. “Osmanlı tarihçisi Cornell H. Fleischer, edebiyat metinlerinin bilhassa tarih araştırmalarındaki değeri üzerine şunları söylemektedir:‘Osmanlı İmparatorluğu üzerine modern araştırmacılıkta, anlatı kökenli, özellikle de edebî nitelikte kanıtlara güvenmeme, arşiv belgelerine dayalı, kişisellikten arındırılmış ‘katı’ verileri ya da ‘olgusal’ yeğleme eğilimi vardır. Böyle bir güvensizlik ya da bu kaynakların içerdiği öznellikten korku duymak yalnızca yersiz değil, aynı zamanda ciddî biçimde kısıtlayıcıdır. ‘yumuşak’ kanıtlar, tıpkı yumuşak dokular gibi, katı yapılara can ve anlam kazandırır.’” (Bilkan, 2009: 101)

Kasidelerde devre ait reel pek çok bilgiyi bulabiliriz. “Genel olarak bir maksat, bir niyet üzere yazılan kasidelerde pâdişahların cülûsu, zaferleri, fetihleri de yer alır. Vezir ve şehzâdelerin medhi niyetiyle yazılan kasidelerde de aynı biçimde dönemin tarihî, sosyal ve kültürel hadiselerine değinilir. Gerek padişahın gerekse vezir veya şehzadelerin övüldüğü hususlar ve yaptıkları işlerin değerlendirilme biçimi, oldukça önem taşır.” (Bilkan, 2009: 99) Devrin olayları ya da yaşanan tarih kasidelere yansırken zannedildiği gibi büyük bir abartı ile kasidelerde yer almamıştır. Bazen Ordusunun başında bir sefere çıkan padişahın bu vaziyeti devrin kaside şairi için oldukça büyük bir yenilik olarak görülmüş ve oluşan bu heyacan ile bu tarihî an sanatsallaştırılmak istenmiştir.“Divan şairi bütün bunların yanında aynı zamanda içinde bulunduğu durumu, dışarıda ve içeride olup bitenleri yakından takip eder.” (Yorulmaz, 1996: 296)

Kanûnî’den sonra padişahlar ordunun başında sefere çıkmamaya başlamışlardı. “II. Selim kırk dört yaşında Osmanlı Hükümdarı olmuştur. Kendisi tenperver, zevk ve safâya düşkün olup ordusunun başında hiçbir sefere gitmeyen İlk Osmanlı hükümdarıdır.” (Uzunçarşılı, 1951: 40) Ordunun başında sefere çıkmama Sultan Selim’le beraber uzun bir süre gelenek olarak südürülmüştür. “Artık Osmanlı pâdişahları bizzat ordusunun başında caphelerde uğraşan bir başkumandan değil, sarayda kapanmış, memleket ahvalinden hakikî durumlardan habersiz şahsiyetlerdi.” (Uzunçarşılı, 1951:124) “II. Osman, Kanûnî’den sonra yaklaşık 60 yıldır ordunun başında sefere çıkan ilk Osmanlı sultanı idi. Onun dönemine kadar Uzun çarşılının deyimiyle Osmanlı sultanları ‘bizzat ordunun başında cephelerde uğraşan bir başkumandan değildir” (Tokel, 2005 )Bu yüzyılda sultanların ordunun başında sefere çıkmaları önemli bir algılayışı ortaya koymaktadır. “padişahın bir sefere bizzat katılması ona önemli bir statü ve meşrutiyet kazandırıyordu.” (İnalcık 2004:)Devrin kaside üstadı Nef’î Sultan II. Osman ’ın Lehistân seferi için kaside sunmuş ve bu tarihî olay bir kaside tarafından belgelenmiştir. Nef’î’nin aşağıdaki beyitleri “Güçlü Osmanlı” algılayışı içerisinde değerlendirilebilir:

Âferîn ey rûzgârın şehsüvâr-ı safderi Arşa as şimdengeri tîg-ı süreyyâ-cevheri

(Âferin ey zamanın düşman saflarını yaran at binicisi, Süreyya cevherli kılıcını bundan sonra arşa assan yeridir.) (Nef’î D., K.15, B.1, S.90)

Ne memâlikde olur hîç ihtimâl-i ihtilâl Ne adû bâc u harâcı vermede eyler inâd

(Ne memlekette hiç ihtilâl ihtimâli olur ne de düşman haracı vermede inat eder.) (Nef’î D., K.26, B.42, S.129)

Nef’î Nasuh Paşa’nın övgüsünde tarihî Nasuh paşa anlaşmasını da hatırlatcak bir tarzda halen daha üstün olan Osmanlı’nın iktidarına vurgu yaparak şu beyti sarf eder:

O Kahramân-ı zamân kim hücûm-ı ikbâli Kul etdi pâdişeh-i Rûma şâh-ı İrânı

(O zamanın kahramanıdır ki, talihin hücumu İran’ın padişahını Rum’un padişahına kul etti.) (Nef’î D., K.31, B.21, S.147)

Nef’î Nasuh Paşa anlaşmasının ekonomik yönden kazancını şöyle dile getirir ve ve tarihi süreç içerisindeki “Güçlü Osmanlı” telâkkisine dikkat çeker:

Kerem ki sofre-keş-i dûdmân-ı himmetdir Eder atiye-i cûduyla kesb-i sâmânı

(Cömertlik ki gayret soyunun sofra çekeni, cömertliğinin hediyesi ile servet kazanır.) Nef’î D., K.31, B.34, S.147)

Cevrî Sultan Murad’ın bir sefere çıkışını kasidesinde şöyle dile getirir: Hak mu’în ola şehinşâh-ı Skender-zafere

Ki gazâ niyyetine sıdk ile çıkdı sefere

( Allah yardım etsin, İskender zaferli padişahlar padişahı sefere çıktı ki gazâ niyeti ile doğrulukla sefere çıktı.) (Cevrî D.K.5,B.1,S.68 )

Virdi alayı mürettibleri hayret beşere

(Bir asker ile taşraya tahtını bırakarak çıktı, Mürettiblerinin tümü İnsanlığa hayret verdi.) (Cevrî D.,K.5,B.6,S.68 )

Şairlerin bazen bizzat seferlere katılmaları ve bu tarihi anı sanatsallaştırmaları da söz konusudur. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi Padişahla beraber bizzat Bağdat ve Revan seferlerine katılmıştır. Yahyâ’nın kasidelerinde de güçlü Osmanlı algılayışı mevcuttur:

Gösterdi ser-fürûlarını sürh-serlerin Aks-i nihâl-i gonca olup âbda ıyân

(Gonce fidanının aksi suda görününce Kızılbaşların baş eğişini gösterdi) (Yahyâ D.,K.2, B.18, S.5)

Nâ’ilî yüzyılın ortalarında yaşamış bir şair olarak bu algılayışı taşıyan bir şairimizdir. Nâ’ilî’nin divanındaki 11. kasidesi Sadrâzam Kemaneş Kara Mustafa Paşa için söylenmiş olup İran savaşlarını bitiren Kasr-ı Şirin anlaşması sonucunda kendisine(Oak 1640/Ramazan 140) sunulmuştur. “Kasidede, yıllarca süren askeri ve halkı bıktıran bu savaşların başarıyla sonuçlanmasını Nâ’ilî’nin de sevinçle karşıladığı anlaşılıyor.” (İpekten, 1999: 31) Ancak burada dikkati çeken nokta halen daha güçlü Osmanlı algılayışının devam ettiğidir. Savaş ve barışın her ikisine düşmanın değil kendisinin karar verdiği güçlü devlet imgesi şairlerce oluşturulmak istenen önemli bir imgedir:

Müjde ey sadr-ı vezâret kim o dâverdir gelen Sadr-ı a’zam ya’nî serdâr-ı muzafferdir gelen

(Ey vezirlik makamı! Müjde gelen o sultandır. Gelen sadrazam yani muzaffer komutandır.) (Nâ’ilî D., K.11, B.1, S.54)

Sulh-ı nâçâra rızâ gösterdi gördü üstüne Bir senin gibi kavî hasm-ı tüvângerdir gelen

(Senin gibi zengin bir düşmanı üzerine gelir görünce (düşman kuvveti) çaresiz barışa rıza gösterdi.) (Nâ’ilî D., K.11, B.24, S.55)

Gazâ mübarek ola ey şehinşeh-i gâzî Ki âlemin sana tefvîz olundu ihrâzı

(Ey gâzilerin padişahlar padişahı gazan mübarek olsun ki dünyayı alma kazanma sana sipariş edildi) (Nâ’ili D. K.8, B.1., S.46)

Sâbit’in aşağıdaki beyti de güçlü Osmanlı algılayışının ifâdesi olan bir beyit olarak düşünülebilir:

Yedi kırâl idüp iltizâm-ı bâc ü harâc Niyâz-ı sulh ile kapunda eyleye feryâd

(Yedi kıral haraç ve vergilerini toplayıp barış yalvarması ile kapında feryad edeler.) (Sâbit D., K.VII, B.61, S.184)

Devrin şairlerinin hayata bakışı ile devrin özellikleri arasındaki ilişki tarih penceresinden bakıldığında daha iyi yorumlanabilir. Bilindiği üzere 17. yüzyıl Osmanlı’nın artık Yorgun Osmanlı olarak adlandırıldığı bir yüzyıldır. Sonu gelmez savaşlar ve yenilgiler gerek halkta ve gerekse de orduda büyük yılgınlıklar oluşturmuştur. Bir barış ortamının ve istikrarın ve sükûnun arandığı bir dönem söz konusudur. Devrin kasidelerinde özellikle yüzyılın sonuna yaklaştıkça bunu gözlemlemek çok kolaydır. “Kötü ve güç günlerini yaşayan bir toplumun insanı olarak Nâbî, çağının yapısal özelliklerinden önemli ölçüde etkilenir. Bu etkilenmeyi öncelikle, onun, toplumunu hemen her yönüyle şiirlerinde yansıtmasındaki, yani Osmanlı İmparatorluğunun o günlerdeki kötü durumunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermesindeki başarısında görürüz. Bu nedenle Nâbî’nin şiirlerinin çoğu, yüzyılın genel durumu üzerine bilgi edinmemizi sağlayan birer belge görünümündedir.” (Mengi: 1991: 24) Şiir ile bir tarihî dönemin yorumlanışı Nâbî’de zihniyeti önemli ölçüde belli etmektedir.

Li’llâhi’l- hamd olup ma’reke-i ceng tamâm Buldı ‘âlem yeniden sulh u salâh ile nizâm

(Allaha şükür ki savaş meydanı sona erdi. Dünya yeniden barış ve huzurla düzen buldu.) (Nâbî D.,K.13, B.1, S.85)

Nâbî’nin şiirinden Osmanlı’nın geçirmiş olduğu dönüşümü tespit etmekteyiz. Artık güçlü bir Osmanlı değil yenilgiyi kabullenen ve barışa hasret bir Osmanlı söz konusudur. Osmanlı’nın kendini tarih perspektifinde algılayışı değişmiş olup her şeye şekil veren devâsa güç algısı artık kaybolmuştur. “Osmanlı devletinde imzalanan sulh anlaşmaları, genellikle devletin yeni kazanımlar elde etmesi ve düşmanın kayıplara uğratılması biçiminde gerçekleşmiştir. Denilebilir ki 1683’teki İkinci Viyana kuşatmasının yenilgiyle sonuçlanması, devletin acı bir gerçekle karşılaşmasına da sebep olmuştur.” (Bilkan, 2009: 76) Burada esas üzerinde durulması gereken nokta sonuçları Osmanlı için oldukça ağır olan bir anlaşmanın şükür duyguları ile karşılanmasıdır. Bu Osmanlı’nın kendini algılayışındaki önemli bir değişimdir ve aynı zamanda önemli bir zihniyet değişimidir. Edebî metin vasıtası ile dile getirilmiş olan yeni bir bakış söz konusudur. Sulhiyye kasidesinde aşağıda vereceğimiz birkaç beyit Nâbî’nin tarihî süreci yorumlayışı hususunda bize yeterli bilgi vermiş olacaktır:

Şarkdan garba tolup ‘arbede-i ceng ü cidâl Kimse bilmezdi ne yüzden bulacagın encâm

(Hiç kimse doğudan batıya kadar dolan savaş ve kavga gürültüsünün ne zaman son bulacağını bilmezdi.) (Nâbî D.,K.13, B.5, S.85)

Hâtıra gelmez idi bir dahı fikr-i sıhhat Mübtelâ-yı maraz olmışdı mizâc-ı eyyâm

(Sıhhat bulma düşüncesi bir daha akla gelmezdi. Günlerin tabiatı hastalığa tutulmuştu.) (Nâbî D.,K.13, B.6, S.85)

Nice imdâd u fürû‘ u teba‘ından gayrı Çâr çâsâr-ı yesâr itmiş iken harbe kıyâm

(Çâr, nice yardımcı kuvveti ve teb‘asından başka soldaki kuvvetlerle de harbe kalkışmış iken …) (Nâbî D.,K.13, B.7, S.85)

Garka yaklaşmış iken keşti-i bî-lenger-i mülk Bâd-ı tevfîk irüşüp eyledi tefrîk-i gamâm

(Demir atmamış mülk gemisi batmak üzereyken, Allah’ın yardım rüzgârı yetişip bulutları birbirinden ayırdı.) (Nâbî D.,K.13, B.8, S.86)

Osmanlı’nın barış ile küçük bir soluk alması söz konusudur ve bu küçük soluklanma büyük bir başarı olarak nitelendirilmektedir.

Şair içerisinde yaşadığı toplumun bir sözcüsü olduğu gibi olaylara ya da yaşanan tarihî sürece farklı bir pencereden bakabilir. Özellikle Nâbi Ekolü olarak adlandırdığımız Hikemî tarz bunun açık bir ifadesidir. Nâbî yaşadığı yüzyılda tarihî olaylara farklı bir pencereden bakabilmiştir. “Daha önce de belirttiğimiz gibi, kayıplarla neticelenen bir anlaşmanın ve barışın, “şükürle karşılanması” bile bir anlamda yeni bir anlayış ve yeni bir dünya görüşünü temsil etmektedir.”( Bilkan, 2009: 80)

Nâbî aşağıdaki beyitinde yaşanan bu olumlu gelişmelerin bir anlaşma vesilesi ile olduğunu belirtiyor ve Karlofça anlaşması olarak adlandırdığımız bu anlaşmaya sanatkârane bir yorum getiriyor:

Hüccet-i ‘ıtk gibi itdi ‘ibâdı âzâd

Nâme-i ‘ahd-ı hümâyûn-ı mübârek-fercâm

(Padişahın kutlu sona eriştiren anlaşması, tıpkı azatlık belgesi gibi kulları azat etti.) ( Nâbî D.,K.13,B.11,S.86)

Geldi eczâ-yı be-hem ber-zede-i devrânın Sûzen-i sulh ile şîrâzesine kuvvet-i tâm

(Devranın dağılıp bozulmuş parçaları, barış iğnesiyle tam bir kuvvet bularak düzene girdi.) ( Nâbî D.,K.13,B.12,S.86)

Şairin Karlofça antlaşması vesilesiyle Amcazâde Hüseyin Paşaya sunduğu bu Sulhiyye kasidesinde geçen “zelzele-i hâile”(korkunç deprem) ifadesi, devletin içerisinde bulunduğu durumu da anlatmaktadır:

Kimse bu zelzele-i hâ’ileden ummaz idi Ki bula bir dahı erkân-ı umûr istihkâm

(Kimse bu korkunç depremden kurtulup işlerin kuvvetle yoluna gireceğini beklemiyordu.) (Nâbî D., K.23, B.39, S.88)

Sâbit’in Sulhiyye kasidesinin Nâbî’nin Sulhiyye kasidesi ile aynı zihniyeti taşıdığı görülür. Yorgun Osmanlı dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. Sanatkârların barışı büyük bir heyecanla karşılamalarının ardında Osmanlı’nın tarihî süreç içerisinde kendi konumunu algılayışının büyük bir etkisi olduğu düşünülebilir:

Şükr-i Bâri ki be-fetvâ-yı imâm-ı İslâm Şerbet-i sulh helâl oldı mey-i ceng harâm

(Allah’a şükür ki İslâm imanının fetvasıyla savaş şarabı haram olup ve barış şerbeti helal oldu.) (Sâbit D.,K.XLI, B.1, S.284)

Yukarıda 17. yüzyıl kasidelerinden sunduğumuz değişik örneklerden de anlaşılacağı üzere yüzyılın başı ile sonlarına doğru arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini algılayışı farklılıklar göstermektedir. Yüzyılın başında yaşanan problemler, aksaklıklar olduğu gibi bir sultanın sefere çıkışı bile büyük bir heyacan uyandırırken yüzyılın sonunda iyice yorgun düşmüş, yıpranmış bir Osmanlı söz konusudur. Aynı zamanda Cihân İmparatorluğu’nun kendini algılayışı oldukça değişmiştir. Artık yaşanan tarih içerisinde istediğ zaman savaşan ve istediği zaman kazanan ve kazandığı savaşlar sonunda düşmanını barış yapmaya mecbur bırakan bir Osmanlı iktidarının var olması söz konusu değildir. “Osmalı devleti genişleme siyâsetine dayanarak kurulmuş bir devletti, yüzyıllarca genişleme siyâseti devlet kurumlarının gelişmesini etkilemiş, Osmanlı devlet yapısının ve iç düzeninin

niteliğine de şekil vermişti. Karlofça ve Pasarofça anlaşmaları ise Osmanlı devletinin batı sınırlarında yeni bir dengenin habercisi oldu. Artık Osmanlı devleti hiç olmazsa Avrupa cephelerinde genişleme siyâsetini bırakmış, Avusturya’nın karşı genişlemesini durduracak savunma tedbirlerine başvurmaya başlamıştı. Pasarofça antlaşmasının imzalandığı son 20-25 yıldır tarihinde ilk defa savaştan çok barışı kurmak ve korumak amacıyla genel Avrupa siyâseti ile çok yakından ilgilenme zorunluluğunu hissediyordu Osmanlı yöneticileri.” (Kunt ve diğerleri, 2002: 57) Nitekim Osmanlı’nın 18. yüzyılda barışçı bir siyaset izlediği görülür. Bunun ilk tohumları 17. yüzyıl sonlarında görülmektedir.

17. yüzyıl kasideleri vasıtasıyla bütün bir yüzyılın tarihî perspektiften değerlendirilmesi mümkündür. Kasideler tarihî bilgiler ışığında okunduğunda görülecektir ki kasideler ve tarihî bilgiler arasında sıkı bağlar bulunmaktadır.