• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM

4.1. ZİHNİYET VE EDEBÎ ÜRÜN ARASINDAKİ İLİŞKİ

4.2.1. DEVLET VE TOPLUM DEĞERLERİ

4.2.1.8. Yönetim Anlayışı

17. yüzyıl kasidelerinde devlet yönetimine dair ifadelerin yer aldığını görmekteyiz. Devlet yönetiminde şer’î ve örfî kanunların ağırlığını ya da devletin bunlardan hangisi ile yönetildiğini ya da yönetilmesi gerektiğini gösteren beyanlarla karşılaşmaktayız. Bu, devlet yönetiminde kurallar ve kanunların hangi kaynağa dayandırılarak konulduğunu göstermesi ve yönetimde nasıl bir zihniyetin hâkim olduğunu göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu yalnızca şerî’at ile yönetilen bir yapıya sahip görülmektedir. “Gerçekte, tamamıyla özel koşullar altında gelişen Osmanlı Devleti, şerî’atı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensip ise, örf, yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak şerî’atın şümûlüne girmeyen alanlarda devlet kanûnu koyma yetkisidir. Bu da, doğrudan doğruya hükumdarın devlet içinde tam anlamda mutlak bir mevkiî kazanması, devlet çıkarlarının ve bürokrasinin üstünlüğü sayesinde gerçekleşebilmiştir. İslâm devletinde bu aşamaya, daha Osmanlılardan önce kurulmuş olan Müslüman Türk devletlerinde erişilmiş bulunuyordu.” (İnalcık2, 2005: 28)

Örfî hukuk’un gelişmesi önemli bir zihniyet değişimini de göstermektedir. “İslâm hukuk tarihinde örfün önem kazanarak yeni bir devir açması, Müslüman Türk devletlerinin kuruluşu ile aynı zamana rastlar. Barthol, Becker, Gibb, Köprülü gibi âlimler, Müslüman –Türk devletlerinin kurulmasıyla, İslâm devlet anlayışı ve devlet hukuku alanında esaslı bir değişiklik meydana geldiğini kabul ederler. İslam devletinin dinî-siyasî ümmet anlayışı karşısında, Türk –Müslüman ve sonra Moğol devletlerinde, devlet, siyasî ve icraî bir güç olarak mutlak ve üstün bir nitelik kazandı, yalnız devletin yarar ve gereksinimlerini göz önünde tutan bir örfî hukuk üstün geldi. Daha önce 9. yüzyılda İran’da yükselen İrânî hanedanlar, özellikle Buveyhîler, eski İran mutlak hükümdar, şehinşâh ideâlini, İslâmî hilâfet esası yerine koymuşlardı. Siyâsetnâme literatürü bu geleneği kuvvetle yaymış ve bürokrasinin el- kitabı haline gelmişti. Bu gelişme, klâsik hilâfet kavramını yeni bir şekle soktu. Râhat’us-Sudûr’daki( yazılışı 1203) ünlü parça yeni anlayışı açık bir şekilde ifade etmektedir: ‘İmâmın vazifesi hutbe ve duâ ile meşgul olmak… pâdişahlığı

(hâkimiyeti) sultanlara havâle etmek ve dünyevî saltanatı onların eline bırakmaktır.’” (İnalcık2, 2005: 28)

Osmanlı dokusunda öz Türk kaynaklarından beslenen güçlü bir devletçi anlayışın varlığından söz etmek mümkündür. Böylelikle devlet yönetiminde örfî hukukun ön plana çıkmasında güçlü devletçi anlayışın yattığını söylememiz doğru olacaktır. “İslâm dinine en fazla riâyetkâr sayılan Türk hükümdarları bile, devlet otoritesini her şeyin fevkinde tutmuşlardır.” (İnalcık2, 2005: 29) Sultanların zaman zaman devlet yararını gözeterek kanunlar çıkarmaları buna misal gösterilebilir. Bu kanunlar ya da fermanlar devlet yararı için sırf padişahın iradesine dayanarak çıkarılan kanunlar ya da fermanlardır. “Türk yöneticiler, kamu otoritesi ve bu otoritenin mutlak bağımsızlığı konularında çok duyarlı idiler ve kamu yönetimini daima kendi devlet ve hukuk anlayışları doğrultusunda örgütleme hakkına sahip oldukları kanısını taşıyorlardı.” (İnalcık2, 2005: 41) Şer’î ve örfî hukuğun geniş ölçüde birlikte kullanımı 15. Yüzyılla görülür. “Fatih Sultan Mehmet’in İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki nüfuzlu ve itibarlı ulemayı İstanbul’da toplaması ve imparatorluk çapında yeni medreseler kurması, bir taraftan Osmanlı eğitim sisteminin gelişmesine ve merkezîleşmesine hizmet ederken, diğer taraftan da hem şer’î esasların hem de örfî hukukun her ikisini birden geniş ölçüde uygulama sürecini başlatmış oluyordu.” ( Cihan, 2007: 25)

17. yüzyıl kasidelerinde yönetimin kaynağına ilişkin ifadeler yer almaktadır. Nâbî, devlet için gerekli koşulları sıralarken kasidesinde şer ve kanûnun yanı sıra örfî hukuku hatırlatacak ifadeler kullanmıştır:

Biri tugrâ-yı dil-ârâ biri fermân-ı münîf Biri şer‘ ü biri kânun biri nazm-ı ‘âlem

(Biri gönül süsleyici tuğra, biri faydalı fermanlar, biri şer, biri kanun, biri de âlemin düzenlenmesi.) (Nâbî D.,K.15,B.7, S.104)

İşte köhne berevât işte ferâmîn-i kadîm Hakk-ı insâf ile tatbîk ile olunursa da‘vâ

( İnsaf hakkı ile dava olunursa İşte eski beratlar, işte eski fermanlar.) (Nâbî D., K.18., B.24, S.135)

Nâbî başka bir beytinde de şer’in yanı sıra kanuna işaret etmektedir. “Nâbî gerek konuya dair gazellerinde dile getirdiği bazı beyitlerinde, gerekse devlet adamlarına sunduğu kaside ve mesnevierinde devletin içine düştüğ bunalımı, kanunların uygulanmayışının, şerî’atın dışına çıkışın bir sebebi olarak görür.” (Yorulmaz, 1996: 317)Bu nedenle Nâbî şerî’ata ve kanuna ayrı bir önem verir: ‘İlim ile ‘akl iledir şart-ı vezâret yohsa

Şer‘ ü kânûnı ne bilsün bir alây lâ-yefhem

(Vezirlik şartı ilim ve akıl iledir. Yoksa bir alay anlayışsız şer’ ve kanunu ne bilsin) (Nâbî D.,K.15,B.21, S.106)

Nâbî’nin Osmanlının olumsuz gidişatına son verme adına bir takım fikirlere sahip olduğu görülür. “Nâbî’ye göre, şerî’atın devlet idaresinde temel olması, şerî'atla saltanatın yan yana yürütülmesi, toplumun dertlerini dindirecektir.” (Mengi2, 2000: 190) Nâbî’nin aşağıdaki beyti böyle bir anlayışın ışığında değerlendirilebilir:

Sunuldu destine mühr-i sadâret-i ‘uzmâ Virildi re‘yine kânûn u şer‘ ü best ü güşâd

(Büyük sadaret mührü eline sunuldu, düğümleme ve açma, şer ve kanun emrine verildi.) (Nâbî D.,K.14, B.15, S.98)

Nâbî aşağıdaki beytinde ise sadece şer’e dikkat çekmektedir: ‘Ahdinde oldı ma‘reke-i zulm ber-taraf

Ref‘ itdi dest-i ‘adli livâ-yı şerî‘ati

(Adaletinin eli şeriat sancğını yüceltti. Zulmün savaş alanı onun sözünde bertaraf oldu.) (Nâbî D.,K.20,B.39, S.141)

Revâc-ı dîn-i mübîne mu’âvin-i mukdim Umûr-ı şer-i şerîfe mukayyed ü münkad

( İslâm dininin sürümü için işine düşkün bir yardımcı. Mübarek şerî’at işlerine kayıtlı ve boyun eğen.) (Nef’î D., K.30,B.32,S.143)

Nâ’ilî’nin aşağıdaki beyti devlet yöneticisinin devlet yönetimindeki sorumluluk alanını ortaya koyan bir ifade olarak değerlendirilebilir. Bu sorumluluk alanı içerisinde örfî ve şer’î kaynaklı bir yönetim anlayışı görülür.

Zîb-i eyvân-ı hamel mihr-i mahal sadr-ı ecel Nâzım-ı dîn ü düvel râbıta-bend-i kânûn

(Hamel burcunun köşkünün süsü, yerin güneşi, Muayyen bir vâdenin başkanı; Kanunun bağlayıcısı, din ve devletlerin düzenleyicisi.)(Nâ’ilî D., K.17, B.13, S.77)

Nâ’illî aşağıdaki ifadelerinde ise sadece şer’e dikkat çekmektedir: Hâris-i câdde-i şer’ ki ahdinde olur

İnhirâf eylemek ol câddeden emr-i muhâl

(Şerî caddenin muhafızı ki sözünde durur. O caddeden sapmak imkansız bir emir olur.)(Nâ’ilî D., K.12, B.23, S.58)

Misâk u ahd-ı şevket-i İslâmı bağladın Şer’-i Muhammedî gibi habl-ı metîn ile

( Muhammed’in şeriatı gibi İslâmın yüceliğinin sözleşme ve antlaşmasını İslam dini ile bağladın.) (Nâ’ilî D.,K.28, B.34, S.112)

Tâ kim gazâdan ehl-i sefer kâm-ver gelip Me’cûr ola i’ânet-i şer’-i mübîn ile

(Ta ki sefer ehli gazadan isteğine kavuşmuş olarak gelip açıkta olan şeriatın yardımından sevabı verilmiş ola.)(Nâ’ilî D.,K.28, B.79, S.115)

Osmanlı merkezî bir yönetime sahip bulunmakta idi. Çözülme devri içerisinde görülen en büyük problemlerden birisi de bu merkezî yönetimin zayıflayarak devlet-i âliye’nin güç kaybetmesidir. Ülgener Osmanlı’nın bu gidişatını ortaçağlaşma olarak nitelemekte ve şunları söylemektedir: “Merkezîyetsizliğin bilâhare büsbütün artması İmparatorluğu siyâsî cihetten olduğu gibi iktisadî ve malî yönden de dağınık kuvvetlerin nüfuzu altına düşürmüştür. Taşradan yerine göre istidâne, irsâliye ve sâir ismler altında mal ve para çekmekle ömür süren merkezin derebeyler karşısındaki aczini inhilâl devri şairi pek güzel göstermiştir:

“ Sipah-ı memlekete iftikârı sâbit iken Mülûk-ı âlem-i sûret gedâ değil de nedir?”

(Nâbî: “Divan” s.56; 1292-hicrî).Şu mısraları, siyasî ve iktisâdî inhilâl ile gittikçe hızlanan “Ortaçağlaşma”nın açık bir delili veya ikrarı gibi kaydetmekle yanılmış olmayacağız” (Ülgener1, 2006: 22) Merkezde bir bozulma söz konusudur. Bu nedenledir ki merkezî gücün korunmasında yönetim ve yönetime hâkim olan anlayış büyük bir önem taşımaktadır. Merkezî gücün korunması ise şer ve kanûna verilecek önemle mümkündür.

17. yüzyıl kasidelerinden anlaşıldığı üzere devlet yönetiminde şerî ve örfî kaynaklı bir yönetim anlayışının benimsendiği ve her iki kaynağa bağlı zihniyetin yönetimde egemen olması gerektiği anlayışı görülür. Osmanlı’nın merkezî yönetiminde bu iki unsurun hakkıyla egemen olması devletin iktidarını koruyup kollamasında büyük bir önem taşıdığı anlayışı hâkimdir.

4.3. YÖNETİCİLİĞİN ÖNEMİ VE DEVLET YÖNETİCİSİ