• Sonuç bulunamadı

2.7 Wansbrough’nun Oryantalist Yaklaşımı

2.7.2 Wansbrough’nun Metodolojisi

Wansbrough dil ile tarih yazılıcılığı arasındaki ilişkiye yönelik ilginç bir yaklaşıma sahipti. Quranic Studies (1977) ve The Sectarian Milieu (1978) eserlerinde kullandığı Kur’an ve İslam tarihine yönelik çalışmalarına esas teşkil eden bu yaklaşımın en net ifadesini yıllar sonra 16 Mart 1986’da Kudüs’te İsrail Bilimler Akademisinde Albert Einstein’ın anısına hazırlanan konferanslar arasında sunduğu ve daha sonra hem kitapçık hem de makale şeklinde yayımlanan ‘Res Ipsa Loquitur: History and Mimesis’ [Eşya kendini anlatır: Tarih ve Taklit] başlıklı bildirisinde görmekteyiz.

Wansbrough tarihsel vakıaları anlatan kitapların bize gerçekten olmuş olayları anlatıp anlatmadıklarını bilemeyeceğimizi, çünki onların ancak yazarının sübjektif bakış açısını yansıttığını, olayları kendi yorumlarıyla naklettiklerini düşünüyordu. Kendi ifadeleriyle nakledecek olursak Wansbrough’ya göre:

a) Yazılı (herhangi) bir kaynak gerçekten neyin meydana geldiğini bize anlatamaz. Ancak yazarın meydana geldiğini düşündüğü ya da meydana gelmiş olmasına inanmak istediği yahut meydana geldiğine başkalarının inanmasını istediği şeyleri anlatır. Bu nedenle biz yazılı bir belgenin tarihselliğini düşünmeden önce yazarın bilgisi ve niyetlerinin boyutlarıyla ilgili problemleri düşünmek zorundayız. Yazılı bir metnin kullanımındaki temel problem budur ve Arap çalışmaları alanını haricinde tarihsel metodoloji literatürünün oluşumuna neden olmuştur.

b) Yalnızca şahit olan kişi ne yazdığını bilir (bu bilgi bile kişinin bunu daha önceden var olan bilgisine uydurmaya çalıştığı bilinçli ya da bilinçsiz yorumlamaya maruzdur) . Çağdaş bir tarihçiye –belki- [olayların] yakından şahidi statüsü veilebilir. Yazar olsun okuyucu olsun diğer herkes bu çağdaş haberin doğru olduğunu kabul etmek zorundadır ve bu habere dayandığı söylenen sonraki haberler de dolayısıyla doğrudur. Bu kabulün dayandığı iki temel [yöntem] vardır. Tercih edilen yöntem, harici delille karşılaştırmaktır: diğer çağdaş haberler (beraberce değerlendirildiğinde herhangi bir yazarın kişisel önyargılarını ve kusurlarını giderebilecek), ve hatta daha da iyisi, söz konusu dönemden kalma yazılı olmayan kalıntılar. Bu tür delillerin yokluğunda diğer yöntem ise başka insanların doğru olarak kabul ettikleri şeye bakmaktır: ‘ birisi diğer meslektaşının eserlerini okur, ve er yada geç bir tür konsensüs ortaya çıkar’. Ancak bu yaklaşım sorunludur. Çünkü, bu şekilde aslında bağlantısı olmayan temeller üzerine bulutlarla kaplı kuleler inşa etmek mümkündür.

c) Gerçekte meydana gelen olayın yazımını bir dizi kelimeye hasretmek ve böylece anlatılan olayların içermemiş olabileceği bir düzen, sıra ve ardıllık atfetmek.

d) Eski bir belgenin nakil geçmişi büyük şüphelere açıktır. Bu sadece müstensihin normal olarak yapabilceği hata miktarı meselesi değildir, orjinalinden sinsice uzaklaşan farklılıklar meselesidir. Çünkü açıkça kabul edilmiş bir tarih anlatım versiyonu çerçevesinde çalışmakta olan bir yazar eski metinler farkında olmaksızın bile o görüşe göre değiştirecektir. Bu nedenle bizler eski metni yorumlayan aktarıcıların burada şurada bir kelimeyi, bir ifadeyi ya da açıklamayı süsleyerek ve açıklayarak ya da ekleyerek, çıkartarak, değiştirerek yaptıkları doğru olarak bildikleri şekilleriyle

yetinmek zorundayız. Bunun bir örneği eski metinlerde geçen ‘Hacerîler’ (Hagarene) ya da İsmailîler (Ishmaelite) ya da Sarecenler (Saracen) yerine Müslüman teriminin, ya da aslında Peygamber (the Prophet) kelimesinin ‘Muhammed’ kelimesiyle yer değiştirmesi, Müslüman edebi kaynaklarından aşina olunan bir muharebe isminin aslında isimsiz olan ya da ‘bilinen’ tarih kayıtlarında görünmeyen bir ismin bir muharebeye atfedilmesi olabilir. Eğer eski metinler bağımsız olarak elde mevcut olmasa, böyle karıştırmaları tespit etmek neredeyse imkansızdır. Bu yüzden bu seviyede sonraki [dönemden] bir yazarda bulunan eski bir metinden olan bir pasajı metnin doğru bir nakli olarak kabul edemeyiz.

e) Yukarıdaki noktalardan çıkarılacak sonuç şudur ki yazılı kaynaklar ‘gerçekte meydana gelenin’ bize haberini verme vadinde yanıltıcıdırlar, yapıları dolayısıyla aksi ispatlanamaz gerçekleri (hard facts) temin edemezler, ancak yazarın o gerçekler hakkında bildiğiyle ilgili görüşünü, yani edebiyat (literature) temin edebilirler. Bunlar üzerinde yapılacak çalışma tarih değildir, edebi tahlil (literary criticism)dir.80

Wansbrough’nun bu beyanlarında görüldüğü üzere O, İslamî rivayetlerde nakledilen haberlerin doğruyu, gerçekten olmuş işleri yansıtmayacını düşündüğünden bu rivayetlere ve onları içeren eserlere tarihsel bir değer verilemeyeceğini, onların ancak edebîyat örnekleri olarak görülebileceğini, bu nedenle onları incelerken kullanılabilecek yöntemin de edebî eleştiri olduğunu düşünmektedir.

Hicaz hakkındaki ifadeleri bu düşüncesini net bir şekilde yansıtmaktadır:

“Yedinci yüzyılda Hicaz hakkında bildiğimiz şeyler yoğun edebi faaliyet ürünüdür, öyleyse kayıtlar edebî eleştiri olarak bildiklerimize göre yorumlanmak zorundadır”81

Edebî eleştiri (literary analysis), Avrupa’da edebiyat, sanat ve felsefe eserlerinin incelemesinde geliştirilmiş daha sonra da Kitab-ı Mukaddes incelemelerinde kullanılmış bir yöntemdir. Bu metot üç çeşit incelemeyi içermektedir. Bunlar; şekil eleştirisi (form critisism), muhteva eleştirisi (content critisism), ve redaksiyon eleştirisi (redaction analysis) incelemeleridir.

Bu eleştiri metodunda eserler bir edebiyat ürünü (literary product) olarak ele alınır ve içerdiği metnin dil yapısı, kompozisyonu, tarihsel kökeni ve geçirdiği aşamalar

80 Wansbrough, J., “Res Ipsa Loquitur”, in: (ed.) Berg, Herbert, Method and Theory in the Study of Islamic Origins, Brill, 2003, s. 3-19; Koren, J.& Nevo, Y.D. “Methodological Approaches to Islamic

Studies”, Der Islam, Volume 68, Issue 1,1991, Pages 87–125.

yoruma tabi tututulur. Kısaca ifade edilecek olursa bu metot metin analizine dayanmaktadır.

Wansbrough; Kur’an da dahil, hadis, tefsir, siyer, tarih vs. tüm erken dönem İslam literatürünü bu metot ışığında incelemektedir. Dolayısıyla İslam tarihçiliğinin Kur’an ve İslam’ın erken dönemine ait rivayet ettiği tüm haberleri gerçekleri yansıtmayan edebî formulasyonlar olarak ele almakta ve onların tarihsel olaylara ve gelişime ait delaletlerini geçersiz görmektedir. Böyle olunca da yapacağı incelemeler metinlerdeki ifadelerin, kelimelerin türlerini, kullanım şekillerini, işlevlerini ve benzerlik ya da farlılıklarını tespitle sınırlı kalmaktadır. Bunlardan çıkarılabilecek yorumlar da aslında edebî özelliklerin tespiti olabilecekken Wansbrough değerlendirmelerini tarihsel boyuta taşımakta ve Kur’an ve İslam tarihine dair yorum ve çıkarımlarda bulunmaktadır.

Wansbrough Quranic Studies’in giriş (preface) bölümünde amacının “bağımsız ve bilinçli bir dinî topluluğun oluşumunda katkısı olan tek ve muhtemelen ana faktör olan yazınsal otoritenin biçimsel özelliklerinin sistematik bir şekilde incelemesi”82 olduğunu söylemektedir. Bu amaçla Wansbrough kutsal kitabın (Kur’an’ın) edebî ve toplumsal işlevlerinin önem ve ortaya çıkışına göre kronolojik sıra itibariyle azalır şekilde kabaca dört başlık halinde incelenebileceğini söylemektedir:

tartışmalı (polemic) ibadete yönelik (liturgic) öğretici (didactic) hukukî (juridical)

Wansbrough İslamî tefsir literatüründe bunun örneklerinin gösterilebileceğini ve kitabının (QS) yarısının bu incelemeye hasredildiğini ifade etmektedir. Wansbrough Kur’an’ın kutsal bir metin olarak otorite kazanıp kabul görmesinin tefsir literatürü sayesinde giderek artan bir şekilde ifade edildiğini düşünmektedir. Ona göre gelenek tarihselleştirmeyi içermektedir ve tartışmalı bir motifin tarihsel bir gerçeğe dönüşümü pek fazla örnekleme gerektirmeyen bir süreçtir. Buna örnek olarak Eski Ahit’in patriyarkal hikayelerini göstermektedir. Tarih de şiir gibi taklitseldir ve tesadüfen bazı gerçekleri içerdiği kadar gerekli sayıda inanılması gereken hakikatleri de üretmektedir.83

82 Wansbrough, QS, s. xxii. 83 Ay.

Yani Wansbrough’ya göre gelenekler gerçekte olmamış olayları zaman içerisinde gerçekten olmuş gibi nakletmekte, böylece nesilden nesile taklitsel bi şekilde anlatımlar devam ederek tarihsel rivayetler ortaya çıkmaktadır. Wansbrough bu nedenle İslamî literatürü metodolojik açıdan yanlızca yazınsal değerleri olan ürünler olarak ele almaktadır.

Wansbrough bu metodoloji ile İslamı incelerken yaptığı sınıflandırmayı şöyle açıklamaktadır:

“Yedinci yüzyılda Arabistan ile ilgili rivayetleri incelemek için alanı sabitler ve değişkenler şeklinde ayırdım: evvelkisi [sabitler] çoğu monoteizm tanımlamalarında ortak olan temel kategorileri, sonrakisi [değişkenler] her bir versiyona kendi özel karakterini veren yerel parçaları temsil ediyor. Bu basit sınıflandırmaya başvurmak; İslamın kökenleri ile ilgili tartışmayı herhangi bir din öğrencisine anlamlı gelecek şekilde, kısacası, tanıdık olmayanı anlaşılabilir bir çalışma ünitesi yapmak için kolaylaştırabilir göründü. Sabitler; peygamber, kitap ve kutsal dildi. Değişkenler bunların belirli bir biçimde Arap [figürlü] özellikleriydi, yerel kullanımın bu tür izleriyle birlikte yeni inanç tarafından sonradan nesh edilmesinden (örneğin rütüel uygulamada ve medenî hukukta) çıkarılabileceği gibi.”84