• Sonuç bulunamadı

2.8 Wansbrough’nun Kur’an’a Yaklaşımı

2.8.3 Erken Dönem İslam Toplumuna Ve Sünnet’e Bakışı

Kur’an’ın aslında birbirinden bağımsız parçalar(pericopes)dan, bu parçaların da peygamberî söylence(logia)lerden oluştuğu şeklinde bir hipotez oluşturan Wansbrough’ya göre Kur’an’ın kanonlaşması, vahyin aktarım tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturmaktadır ve bu olay ikinci/sekizinci yüzyılın sonundan önce gerçekleşmiş olamaz. Ona göre bu pericope hipotezi anlamlı kabul edildiğinde pergamberî söylencelerin muhafaza edilmiş ve nesilden nesile aktarılmış olabileceği bir çevre fikriyle tamamlanmalıdır. Burada da İslam tolumu ile Yahudi gelenekleri arasında bir bağlantı kurmaya çalışan Wansbrough, Yahudilik’te Allah kelamının Rabbinic ve

119 Ay.

Apostolic formulasyonlarının muhafaza ve aktarımında Kudüs’ün bir merkez olması gibi Müslümanların da bu işlevi görmek üzere Medine’yi bu tür rivayetlere konu edindiklerini düşünmektedir. Ona göre, eğer tefsir literatürünün kökenleri sosyal ve siyâsi gelişmenin bir sonucu olarak Mezopotamya’da konumlandırılırsa, literatürdeki tanımlaması İslamın hikayesini birinci/yedinci yüzyılda Arap yarımadasının özellikle de Hicaz’ın tarihiyle bitişik olduğunu göstermek için tasarlanan sosyal ve siyasi gelişimin paradoksal bir sonucu olacaktır.121

Wansbrough’nun bu düşüncelerinde ilginç bir şekilde, ortaya attığı bir hipotezi anlamlı kılmak için başka birini daha ileri sürmek durumunda kaldığı gözükmektedir. Ona göre, tefsir literatürü yani İslamın ilk kaynak kitapları bölgedeki sosyal ve siyasi gelişimin bir sonucu olarak Mezopotamya’dan kaynaklanıyor olması gerekirken Müslümanlar Yahudi geleneğini taklit neticesinde Hicaz bölgesini ve Medine’yi bir merkez gibi göstermeye çalışmışlardır. Ona göre, söylenceler külliyatının gelişimi Doğu’ya özgü monoteist akım çerçevesinde esasen mezhebsel olan çevreler içinde meydana gelmiştir. Böyle bir çevrenin varlığına delil olarak da yahudi Chaim Rabin’in Qumran Studies isimli eserinde İslamî terminoloji ile bir yahudi topluluğu olan Qumran tarikatının kullandığı terminoloji arasındaki paralellikleri göstermektedir. Wansbrough’ya göre her nereye konumlandırılırsa da ilgili mezhep grubu/topluluğu tarafından söylence rivayeti/geleneğinin gelişimi ve devamı kanun koyucu ya da hukukî otoritenin gereklerinden ziyade mezhebsel yada eğitsel gerekliliklere bağlanabilir. Dolayısıyla hukukî otorite bizzat kanunlaşma sürecini yerine getirirken mezhep de geleneğin liturjik ve didaktik işlevlerini karşılıyordu. Böylece Wansbrough’ya göre,

kanonlaşma sürecinin tamamı aynı zamanda cemaat/ümmet oluşturma

(Gemeindebildung) süreci olarak görünmektedir.122

Yahudi geleneklerinin ağır etkisi altında kalan çeşitli grupların polemik ve dogmatik tartışmalarından oluşan böyle mezhebsel bir ortamda Wansbrough’ya göre İslam kitabı uzun ve çok yönlü bir cemaat/ümmet oluşturma (Gemeindebildung) süreci sonucunda kanonik bir metne dönüşmüştü. Bu uzun süreçle ilgili düşüncelerine tekrar bakacak olursak:

“Şimdi bu süreç birkaç unsurun uyumlu tanzimiyle tanımlanabilir: peygamberî söylenceler külliyatı, bir peygamber figürü, kutsal bir dil ve bu üçü için açık bir ilahî

121 Wansbrough, QS, s. 50. 122 Wansbrough, QS, s. 51.

destek. Bu unsurların gelişiminin ve az yada çok tatmin edici son bir sentezin oluşum biçiminin yeniden inşası ancak varsayıma dayalı olabilir. Önceki gözlemlerimden anlaşılabileceği üzere ben bu unsurların [Müslüman] toplum içerisinde edinimine yukarıda ortaya konulan sıra içerisinde meydana geldiği gözüyle bakıyorum. Bu unsurların etkileşimi zihinde şöyle canlandırılabilir: Birkaç kısmen örtüşen (bariz şekilde Musevilik damgası taşıyan) söylenceler külliyatının (Muhammedî rivayetler [Muhammadan evangelium] malzemelerinin Arap bir tanrı adamına uyarlanmasıyla oluşturulmuş) bir Kitab-ı Mukaddes peygamberi imgesine (Rabbinik Yahudiliği etkisiyle aracısız ve en sonunda Allahın taklid edilmez kelamı olarak uyarlanmış) geleneksel bir kurtuluş mesajı ile beraber atfedilmesiyle.”123

Yine Wansbrough’ya göre “İslam kitabınının kanonik metnini netice veren uzun ve çok yönlü ümmet oluşturma sürecinde ‘hutbe’, peygamberî söylencelerin hem aktarımı hem de açıklaması açısından merkezî” bir rol oynuyordu.124

Ona göre, başlangıçta aynı anlamı çağrıştırmayan ‘mushaf’ ve ‘kur’an’ kelimeleri de sonradan vahiy anlamında eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı. Daha sonrasında ‘sünnet’ de bu işlevi kazandı. İddiasına göre, bir vahiy türü olarak Sünnet, Kur’an vahyinin tarihsel bir Arap peygamber figürü ile bağlantısını kurmada ana araç olarak kullanıldı ve son derece itina ile aktarıldı. Wansbrough’ya göre bu süreci tanımlayan rivayetlerin dikkate değer iki özelliği vardı: 1- örf ve adet hukukunun Sünnet’te ifade edildiği şekilde önemi ve uygulanabilirliği, 2- onun kaynağı ve örneği olarak Medine’nin rolüne devamlı yapılan vurgu.125

Wansbrough ayrıca, Sünnet’in peygamberî uygulama ve hükümlerin düzenlemesi olarak ifadesinin üçüncü/dokuzuncu yüzyılın başlangıcından önceye tarihlendirilemeyeciğini, bu noktada peygamberî söylencelerin kanonik derlemesi olarak Kur’an’ın resmen kabulü ile kesiştiğini düşünmektedir. Ona göre Kur’an’ın toplum içinde kanonlaşması da ancak diğer bir vahiy türü olan peygamberî Sünnet’le ve daha da önemlisi, içinde tasvir edilen tarihsel figürle ilişkilendirilmesi ile olabilirdi. Toplumun dini hayatını düzenleyici emirlerin kaynağı olarak bir peygamberin kabul edilmesinin karizmatik otoriteye dair geleneksel düşünceleri yansıttığı düşünülebilirdi. Ona göre, bu nedenle de peygamber simgelerine ve peygamberlik delillerine ihtiyaç vardı. Bunun için de Kur’an’ın bir işlevinin peygamberlik olgusuna şahitlik yapmak

123 Wansbrough, QS, s. 83. 124 Wansbrough, QS, s. 148. 125 Wansbrough, QS, s. 51-52.

olacağını düşünen Wansbrough, Kur’an’da peygamberlik olgusu ile ilgili kavramları bu iddiasında delil olarak göstermeye çalışmaktadır.

Bununla birlikte Wansbrough Kur’an’ın tarihsel değerinin Hz. Muhammed (s) hakkında biyografik ayrıntıların kaynağı olarak değil, “sonunda İslamî peygamberlik teolojisinin kompozisyonuna uygulanan kavramlar için bir kaynak”126 olarak bulunduğunu düşünmektedir.

Görüldüğü üzere, Wansbrough’nun ilk başta ortaya attığı teori, bir başka teoriyi o da bir başkasını gerektirmekte ve Wansbrough tüm bu teorilerini anlamlı kılmak için Kur’an’dan ve diğer erken dönem İslamî literatürden destekleyici örnekler göstermeye çalışmaktadır. Sonrasında ise bunları Yahudi gelenek ve metinleriyle bağdaştırarak İslamı Yahudilik etkisinde oluşturulmuş bir din ve Kur’an’ı da Tevrat’ın kusurlu bir takliti olarak sunmaktadır. Bu doğrultuda Hz. Musa’nın örnek peygamber olarak Kur’an’da özellikle vurgulandığını ileri süren Wansbrough’nun görüşlerini kendi dilinden devam ettirecek olursak:

“Bu şekilde, kitabtaki [Kur’an] materyaller Musa’nın, ama çok nadiren Muhammed’in pergamber hiyerarşisindeki özel konumunu desteklemek için sıralanabilir. Örneklem sadece Kitab-ı Mukaddes’e özgü değil aynı zamanda Rabbiniktir.

Tevratın ilk altı kitabında bulunan Musa figürünün edebî işlem ürünü olduğunun kesinliği Muhammed için de benzer bir sürecin tanımlanmasıyla ilişkilidir. Ancak burada yazınsal gelişim kanonik olmayan vahiyle; Hicaz Araplarının tarihi olarak formule edilmiş siyer kitaplarıyla [Muhammedan Evangelium] beraber peygamber Sünnetiyle sınırlıdır. Musa örneğinde olduğu gibi Muhammed’in portresi de dini toplumun ihtiyaçlarına karşılık olarak ve tedricen ortaya çıkmıştır.”127

Sünnet’in ilahî dayanağı olan bir kaynak olarak görülmesini de aynı şekilde değerlendiren Wansbrough bu konuda şöyle demektedir:

“Sünnet’in Mişna [Rabbinik Yahudilikte vahyin konulara göre sınıflandırıldığı ilk ana kitap] olarak tanınması, İslamî peygamberlik biliminin Musevî sendromu olarak tanımlanabilecek diğer bir unsuru olarak görülebilir. Toplum içerisinde ditaktik bir

126 Wansbrough, QS, s. 56. 127 Wansbrough, QS, s. 56.

prensip olan ‘ustanın taklidi’, sembolik fiiller ve sözler şeklinde ‘usta dedi ki’ şeklinde gerçekleşmiştir.”128

Yâni Wansbrough’ya göre, İslam toplumu zaman içinde beliren ihtiyaçlar gereği bir peygamber portresi ve buna uygun olacak fiiller ve sözleri içeren rivayetler kurgulamış olmaktadır.

Uygulamaya çalıştığı edebi tahlil metodu açısından Kur’an ile Muhammadan Evangelium diye tabir ettiği Sünnet ve Siyer arasındaki temel farkın yalnızca öncekinin kanonik bir statüsünün bulunmasında yattığını ileri süren Wansbrough, Kur’an’da tematik örneklem şeklinde ele alınan peygamberlik olgusunun Sünnet ve Siyer’de Muhammed (s)’in kişisel tarihi olarak yeniden formule edildiğini iddia etmektedir.129

Bununla birlikte, Wansbrough’ya göre Siyer ile Sünnet arasında üslubsal bir fark vardı. Bu fark da İslam literatürünü oluşturanların meşguliyetlerinin değişmesinden kaynaklanıyordu. Sonrasında ise Sünnet İslam’da otoritenin temel kaynağı olmuştu. İbn İshak, Buharî, Vakıdî ve İmam Malik’in eserlerini bu kapsamda değerlendiren Wansbrough bazı atıflar yaptıktan sonra şöyle demektedir:

“Anlatım[narratio]dan örneğe [exemplum] geçiş, erken Müslüman

literatürünün efsaneler ve kurallarla ilgili zihinsel uğraşları [Geistesbeschaeftigungen], yani Siyer ve Sünnet arasındaki üslupsal farklı mükkemmel şekilde göstermektedir.

Bu iki edebî tür, karşılıklı olarak değil doğal olarak özeldi. Burada benim ana ilgi alanım olan otorite kavramı açısından; gerçekçi, öğretici ve eğlendirici bir peygamber portresi asla lüzumsuz görülemezdi. Herşeyden sonra otorite, Muvatta’daki ifadesinden anlaşılacağı üzere hadisler/rivayetler [paradosis/traditio]di, fakat muhafaza edilen ve aktarılan sadece emirler değil, aynı zamanda tarihsel olayın da açıklaması idi. Bu açıdan İslam, tamamında ve diğer pek çok şeyde olduğu gibi Yahudi-Hırtistiyan mirasının devamını sergilemektedir. Elçiye ait otorite düşüncesi anlaşılır ve herşeyden önce doğrulanabilir bilgilere dayanan tarihsel bir devamlılık öngörür. Doğrulama aracının kendisinin rivayet [paradosis] (aktarım bilgisiyle doğrulama) olması, benim tezimin ilave bir delilidir, yani İslam toplumunda otoritenin asıl kaynağı (mahluk olmayan, bu nedenle de tarihsel omayan) Kur’an değil, kurucusunun örnek hikayesidir”130

128 Wansbrough, QS, s. 57. 129 Wansbrough, QS, s. 65. 130 Wansbrough, SM, s. 78.

Görüldüğü üzere Wansbrough İslamda otorite algısının Peygamber konseptiyle bağdaştırılarak Siyer ve Sünnet şeklinde oluşturulduğunu, buna mantıksal bir dayanak olması için de rivayet zincirleri kurgulandığını iddia etmektedir. Ona göre gerek hadis literatüründeki gerekse tefsir rivayetlerindeki isnadlar da üçüncü/dokuzuncu yüzyılda icat edilmiş bir faaliyetdir. Kendi ifadesiyle nakledecek olursak:

“İster peygambere kadar gitsin, ister sahabeye, isterse onlardan sonrakilere, isnadlar münhasır resmi bir yenilik olarak anlaşılabilir ve 200/815 yılından pek öncesine tarihlendirilemez.”131

Wansbrough’nun İslam peygamberi Hz. Muhammed (s) ve onun hayatını anlatan Siyer’le ilgili çizdiği daha bir çok böyle kurgusal resimler göstermek mümkündür. Herşeyin bir kurgu olduğundan hareketle işe giriştiğinden olsa gerek, Sünnet ve Siyer’e ait ne kadar rivayet, olay ve de edebî özellik gösteren metin varsa bunlar arasından sınırlı örneklemlerle genellemeler yaparak hepsini öncelikle bir şekilde kurgusal hedef ya da ihtiyaçlara sonra da bunlara kaynak olabilecek Rabbinik Yahudilik’ten ya da daha genelde Kitab-ı Mukaddes geleneklerinden çeşitli unsurlara bağlamaktadır. Bu konuyla ilgili daha detaylı analizler çalışmamızın boyutunu genişleteceğinden bu kadarla iktifa ederek Wansbrough’nun tefsir literatürü ile ilgili görüş ve iddialarına geçmek istiyoruz.