• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: 12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE 12 EYLÜL FİLMLERİ

2.2. Türkiye Sinemasında 12 Eylül Filmleri ve Politik Sinema

2.2.2. Politik Sinema

2.2.2.1. Vizontele Tuuba

Vizontele Tuuba 2000’lerde 12 Eylül’ü sorunsallaştıran filmlerden ilkidir.

Türkiye’nin Güneydoğusu’ndaki küçük bir kasabaya (Van’ın Gevaş ilçesi) televizyonun gelişini anlatan Vizontele filminin bir devam filmi olarak düşünebileceğimiz Vizontele Tuuba’da 12 Eylül’e giden süreçte bu kasabanın gündelik hayatından kesitler sunulmaktadır.

Film, siyah bir çerçeve ile başlar. Üst ses olarak Yılmaz Erdoğan’ın şu sözleri duyulur: “Nereden aklıma geldi bilmiyorum her şey olup bittikten yirmi dört yıl

143 sonra… Mazide tamamlanmamış ödev kalmasın diye herhalde… Ankara’da 1980 yılının herhangi bir sonbahar sabahıydı, ilk ders sabah 7’deydi ve sabah 7 böyleydi.” Kasabanın Ankara’da okuyan tek çocuğu olan Yılmaz’ın (Şenol Ballı) Türkçe dersini izlemeye başlarız. Sert, disiplinli, katı, kuralcı ve okuduğu Tercüman gazetesinden anladığımız üzere sağ görüşlü olan edebiyat öğretmeni, sınıftaki öğrencilerden yaz tatilini nasıl geçirdiklerini anlatan bir kompozisyon yazmalarını ister. Yılmaz ise ödevi bir türlü yazmaya başlayamaz. Çünkü o yaz pek çok şey yaşanmıştır. Öğretmeninin iki satır yazıyı yazamadığı gerekçesiyle azarladığı Yılmaz, önünde boş duran kâğıda büyük harflerle “TUUBA” yazar. Yılmaz Erdoğan yine üst ses olarak, o gün o ödevi yapamasa da yıllar sonra yeniden o ödevi yapmayı denediğini söyler. Bu açılış sahnesinden hareketle Yılmaz Erdoğan’ın 12 Eylül öncesini ve darbe ile yaşananları kendi kişisel tarihi aracılığıyla anlatmayı, bir ödev bildiği iddiasında olduğunu söyleyebiliriz.

“Kardeş Türküler” isimli grubun müziği eşliğinde, TRT’nin tek kanallı döneminden televizyon imgeleri ile birlikte jenerik akmaya başlar. Jeneriğin ardından Yılmaz’ı kasabaya götüren otobüsü görürüz. Otobüsün uzak plan görüntüsü üzerinde anlaşılması güç, son derece alçak sesle söylenen Kürtçe bir türkü duyulmaktadır. Sesin kaynağı olan çocuk görüntüye geldiğinde ise ses yükselir ve türkü Türkçe devam ederek biter. Film boyunca belli belirsiz birkaç kez (başe, bııro gibi birkaç sözcük ve film müziğindeki bazı sözler) dışında Kürtçe duymak mümkün olmaz. Zaten filmin Kürt sorunu ve etnik kimlik meselesi üzerine bir vurgusu bulunmamaktadır.

144 Kasabaya doğru yol almakta olan otobüste Güner Bey (Tarık Akan)47

ile eşi Aysel (İdil Fırat) ve kızı Tuba (Tuba Ünsal) da bulunmaktadır. Filmin daha sonraki sahnelerinden kütüphanesi olmayan kasabaya kütüphane müdürü olarak atanan Güner Beyin siyasi görüşlerinden dolayı buraya sürüldüğünü ve sol görüşlü olduğunu anlarız.

Bütünlüklü bir öyküsü olmayan film, temel olarak Güner Bey ve Deli Emin (Yılmaz Erdoğan) karakterinin, belediye başkanının48

(Altan Erkekli) desteği ile kütüphane oluşturma çabası etrafından ilerler. Bu arada Emin ile Tuba arasında çocuksu bir aşk doğar. Filmin mizahi tonuna romantik bir atmosfer ekleyen bu durum, aynı zamanda filme adını da verir. Vizontele Tuuba nedensellik zinciri etrafında örgütlenmiş olmakla birlikte, giriş, gelişme ve sonuçtan oluşan üç perdeli yapıyı takip etmekten çok, romantik ve dramatik öğelerle desteklenen, uç uca eklenmiş skeçvari sahneler bütünü olarak betimlenebilir.

Keyifli bir seyirlik olarak görüldüğünde filmin son derece başarılı olduğu düşünülebilir. Zaten ulaştığı seyirci sayısı da ticari başarısını kanıtlamaktadır. Bir 12 Eylül filmi olarak baktığımızda, öncelikle Vizontele Tuuba’nın darbeye ve sonrasında yaşananlara değil, darbeden önceki süreçte, bütün yoksun bırakılmışlıklarına rağmen, kendi halinde güzel bir yaşamları olan insanların gündelik hayatlarından kesitlere odaklandığını söyleyebiliriz. ’80 öncesinin politik

47

Tarık Akan’ın filmde canlandırdığı Güner Sernikli, gerçek hayattan aynı isimle alınmış bir karakterdir. Filmde Van’ın Gevaş ilçesine sürülen idealist bir devlet memuru olan Güner Sernikli, gerçekte 12 Eylül 1980’de Hakkari'ye sürgün edilmiş ve orada yedi yıl yaşamış bir kütüphane memurudur.

48 Belediye başkanı Nazmi Bey filmde iyi niyetli, dürüst ve çalışanlarının hakkını savunan bir kişi olarak temsil edilmektedir. Bununla birlikte politik duruşu ve hangi siyasi partinin üyesi olduğu belli değildir.

145 olarak kutuplaşmış atmosferi filmin geçtiği kasaba için söz konusu değildir; siyasal mücadele, iki devrimci grup arasında naif fraksiyon çekişmesiyle ve belediye başkanı Nazmi ile Latif (Cezmi Baskın) isimli karakter arasında kurulan “iyi niyetli, halkı için çalışan, dürüst politikacı”, “kaypak, çıkarcı, üç kağıtçı politikacı” ikiliği üzerinden işlenmiştir. Filmde memlekette olup bitenler ise televizyondaki haberler aracılığıyla özet biçimde verilir.

Yılmaz’ın Türkçe öğretmeninden Adalet Partisi İlçe Başkanına, Jandarma komutanından ilçedeki solcu gençlere kadar film kişilerinin mizahi anlatı içinde karikatürize edildiklerini söyleyebiliriz. Özellikle Belediye başkanının oğlu Nafiz (Tolga Çevik), Diyarbakır’dan gelen üniversite öğrencisi Mahmut (Bülent İnal) ve diğer devrimci gençler, son derece naif karakterler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir sahnede Mahmut, Diyarbakır’dan dönüşünde otogarda arkadaşları tarafından karşılanır. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:

Mahmut:

- Size Diyarbakır’dan selam getirdim, Nafiz:

- Ve aleyküm selam… (Bir süre sessizlik, karakterler birbirlerine bakar, ardından Nafiz yumruğunu sıkar) Var olsun yoldaşlar!

Bu örnekte olduğu gibi filmin pek çok yerinde devrimci karakterler, aslında pek de içselleştiremedikleri bir “devrimci modeli”ne uygun davranışlar sergilemeye çabalamaktadırlar. Kasabanın devrimci gençlerini incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerle uğraşmanın dışında herhangi bir eylemlilik içinde de görmeyiz. DFKD (Devrimci Folklorik Kültür Derneği) üyeleri olan Mahmut, Nafiz ve Servet, Emin’den derneklerinin kuruluşunun 3. yılı onuruna Vatan tepesine çok büyük

146 harflerle DFKD yazmalarını ister. Emin bu iş karşılığında herhangi bir para alamayacağı için pek de gönüllü olmasa da sonunda isteği kabul eder ve yazıyı yazar. Nafiz bu emek karşısında Emin’e bir hediye almalarını teklif eder, bu basit konu üzerine bile daha sonra konuşmaları gerektiğine karar verirler.

DFKD ile sürekli çekişme halinde diğer bir devrimci grup ise49

, DEKD isimli bir başka dernek altında örgütlenmiştir. DEKD üyeleri Vatan tepesindeki yazıdaki F harfinin altına bir çizgi çekerek, bunu DEKD haline getirirler. İki grup arasında bu sebeple büyük bir kavga çıkar ve jandarma karakoluna götürülürler. Belediye başkanı Nazmi Bey, bir arkadaşını ve Güner Bey’i yanına alarak gençleri karakoldan mahkemeye sevk edilmeksizin kurtarmaya çalışır. Nazmi Bey, “neticede bunların hepsi çoluk çocuk” diyerek ve kasabanın ileri gelen ailelerinin çocukları olduğunu söyleyerek komutanı yumuşatmaya çalışır. Komutan ise: “Ne zannediyor bunlar? Buradaki soytarılar da büyük şehirlerdeki elebaşıları da, ne zannediyorlar kendileri yav? Devrim yapacaklarmış, e yapıldı zaten! Sosyalizmi getireceklermiş Allah Allah… Ulan iyi bir şey olsa niye getirmesin devlet!” sözleriyle cevap verir.

Bu sözler üzerine Güner Bey ile komutan arasında bir sürtüşme yaşanır. Güner Bey devletin iyi olan her şeyi getirip getirmediğini imalı biçimde sorar. Komutana göre “eğer çok masraflı değilse” cevap “evet”tir. Gerginliğin tırmanmasından endişe eden başkan ve arkadaşı konuyu değiştirmeye çalışırlar ve ikram edilen çaydan söz ederler. Güner Bey yine imalı biçimde komutana çayın en

49 Çatışma halindeki bu iki grup pek çok görüşmeci tarafından “sağcılar” ve “solcular” olarak okunmuştur, konuyla ilgili ayrıntılara çalışmanın IV. Bölümünde yer verilecektir.

147 güzelini kendileri için getirdiklerini söyler.50

Komutan da ona kütüphanede ne tür kitaplar okuttuklarını sorar. Oysa henüz kütüphanede hiçbir kitap bulunmamaktadır. Bunun üzerine komutan alaylı bir biçimde endişelenecek bir şey olmadığını, orayı Güner Beyin bile idare edebileceğini söyler.

Filmde askerlere ve sağcı karakterlere yumuşak bir tonda da olsa eleştirel bir bakışla yaklaşıldığı söylenebilir. Örneğin Jandarma komutanın söylediği sözler aracılığıyla 12 Eylül’ü gerçekleştiren zihniyetin cehaleti eleştirilmektedir. Bir başka sahnede AP ilçe başkanının yardımcısını da alarak komutanın yanına geldiğini görürüz. Niyeti Güner Beyi jurnallemektir. Önce kütüphanede kadın ve erkeklerin birlikte bulunmasından ahalinin rahatsız olduğunu söyler. Ancak komutan bunda bir sakınca görmediğini sert biçimde dile getirince, bütün “anarşistlerin” orada toplandığını anlatır. Bu noktada komutanın tavrı değişir. Darbenin akabinde ilk dağıtılan yerlerden biri de kütüphane olur ve Güner Sernikli diğer devrimci gençlerle birlikte tutuklanır. AP ilçe başkanı, darbenin ardından askerlere yaranmaya çalışan kaypak bir tavır takınmasıyla da izleyiciye itici bir biçimde sunulur.

Filme yönelik temel eleştirilerden birini karakterlerin basit, klişe ve basmakalıp olmaları biçiminde ortaya koymak mümkündür. Örneğin filme ve yönetmeni Yılmaz Erdoğan’a oldukça eleştirel bir biçimde yaklaşan Yıldırım Türker bu minvaldeki eleştiriyi şöyle dile getirmektedir: “Çizgi film solcuları karşısında ellerinde Tercüman gazeteleriyle beceriksiz komik timsahlar gibi gezinen sağcılar. (…) Nazlı Ilıcak’ın bile coşkuyla karşıladığı filmde 12 Eylül’ü bekleyen günler,

50 AP ilçe başkanının ziyareti sırasında yine çay konusu açılır. Başkanın çayın güzelliğine yaptığı övgü karşısında komutan öfkelenir, çayın güzel olmasının sebebinin iyi çay demleyen bir asker olduğunu ve onların da herkesle aynı çayı içtiğini söyler.

148 Erdoğan’ın küçük kasabasına bir avuç zekâsı gelişmemiş, ahlâkı ve kafası tekâmül etmemiş solcu kliklerin itişmesiyle yansıtılıyor” (Türker, 2004).

Darbenin filmdeki temsili ise şöyledir: 11 Eylül akşamı kütüphaneye insan toplayabilmek için konulmuş olan televizyon bozulur. Emin bütün gece çalışarak televizyonu tamir edebileceğini ve ertesi güne yetiştirebileceğini söyler. Darbe olduğunu, gece yarısı askeri araçların konvoy halinde ilerleyişinden ve sabah Emin’in açık unuttuğu televizyondan Kenan Evren’in yaptığı halka sesleniş konuşmasının duyuluşundan anlarız. Emin televizyondaki görüntüyü bir savaş filmi zanneder ve her şeyden habersiz tamir ettiği televizyonu kütüphaneye götürür. Kütüphane alt üst edilmiştir, Emin ne yapacağını bilmez bir halde kütüphanenin içinde dolanıp durur. Dışarı çıktığında ise askeri araçlarla karşılaşır. Araçlardan silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğu ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiği anonsu yapılmaktadır. Emin askerlerden gizlenerek Sernikli ailesinin evine gider. Ev de darmadağın edilmiştir, Tuba ve annesi yere oturmuş birbirlerine sarılarak ağlamaktadırlar. Belediye başkanının evine de adeta ölüm sessizliği çökmüştür. Yılmaz Erdoğan üst ses olarak devreye girer: “İşte sonbahar gelmişti. Sanırım o eylül günlerinde çocukluğum bitti, büyümeye başladım.”

Asuman Suner Vizontele Tuuba’yı Fredric Jameson’un “nostalji sineması” kavramı bağlamında değerlendirmektedir. Ona göre filmde darbe, taşranın korunaklı dünyasını parçalar; bu aynı zamanda “çocukluğun bittiği, masumiyetin kaybolduğu an”dır (2006, s. 69). Suner’in düşüncesinde “Yeni Türk sinemasının popüler nostalji filmleri”nin asıl olarak hizmet ettiği şey toplumsal bellek değil, “ geçmişin ‘toplumsal çocukluk dönemi’ olarak hayal edilmesine vurgu” yapmaktır (2006, s. 73).

149 (…) nostalji filmleri geçmişin eleştirel bir sorgulamasını yapmak yerine, geçmişi dondurulmuş bir çocukluk anlatısı içine hapseder. Söz konusu olan, geçmişi yakına çekmek yerine, geriye itmek için girişilen bir hatırlama çabasıdır adeta. Aidiyet sorunsalı etrafındaki gerilimler ve onlara eşlik eden şiddet, sevimli bir çocukluk anlatısı içinde bulanıklaşırken, toplumsal çatışmalar dışsallaştırılır, dışarıdan gelen kötülükler olarak tasvir edilir. Nostalji filmlerinde geçmiş geçiştirilir. Bu filmlerin yaptığı, geçmişi bir çocukluk anlatısı olarak temize çekmek, toplumu çocuksulaştırarak temize çıkarmak, böylelikle geçmişin yükünden kurtulmaktır (2006, s. 99).

Fakat bununla birlikte Asuman Suner, popüler metinlerin anlamsal olarak egemen ideolojiyle eklemlendiği noktada karşımıza çıkan, “genellikle metnin kendi üzerine kapanmasını engelleyen bir fazlalık, bir aşırı unsur”dan söz eder. Bu nedenle “popüler metinlere istikrarlı, sabit ve bütünlüklü yapılar” değil, Gledhill’in kavramıyla bir “müzakere alanı” (1990, s. 67) olarak bakmak gerekliliğini de vurgular.51

Filmin sonunda kasabanın devrimci gençleri ve Güner Bey askerler tarafından toplanıp götürülürler. Yılmaz Erdoğan’ın sesi yine devreye girer: “Güner Ağabey ve çocukları götürdüler. Bazıları bir ya da birkaç yıl sonra geri döndü, bazıları dönmedi. Hepsi iyi çocuklardı. Yapmak istedikleri şeylerin bazılarının yasa dışı olduğunu biliyorlardı ama yapmak istediklerinin hiçbirini yapmamışlardı.” Filmin yönetmeni

51 Christine Gledhill metinsel ve sosyal özne arasında bir köprü kurabilmek için “müzakere” (negotiation) kavramının kullanışlı olabileceğini belirtmektedir. Ona göre bu kavramın değeri, kültürel ürünlere yönelik olarak, gerek ekonomik (medya üretimlerinin metnin dışındaki egemen ekonomik çıkarları yansıttığı iddiası) gerekse sine-psikanalitik (ataerkil bilinçdışının psiko-linguistik mekanizmalar aracılığıyla metin tarafından seyirciyi inşa etmesi) üst belirlenimci bakışlardan kaçınmasında yatar. Müzakere kavramı, devam etmekte olan bir verme-alma (give-and-take) sürecinde, birbirine karşıt tarafları bir arada tutmayı ima eder. Bir anlam üretimi modeli olarak müzakere, kültürel değiş tokuşu, üretim ve alımlamanın kesişimi olarak ele alır. Buna göre anlam, ne empoze edilir ne de pasif biçimde özümsenir. Anlam, birbiriyle yarışan referans çerçeveleri, motivasyonlar ve deneyimlerin mücadelesi ya da müzakeresiyle ortaya çıkar (Gledhill, 1990, s. 67-68).

150 olan Erdoğan’ın sesinden duyulan bu sözlerin, filmin 12 Eylül’e bakışını özet biçimde yansıttığını düşünebiliriz. Burada götürülenlerden bazılarının bir daha evlerine dönemediklerinin söylenmesi elbette eleştirel bir bakışı barındırmaktadır. Ancak ifadenin geri kalanında 12 Eylül öncesi sol muhalefet ve devrimci mücadele, “yasa dışı olduğunu bildikleri bazı şeyleri yapmak isteyen, ancak bunları yapmamış olan iyi çocukların” dramına indirgenmiştir.

Filmin kapanış sahnesinde Tuba, annesi, anneannesi ve Yılmaz’ı Ankara’ya götüren otobüs uzaklaşırken fonda Sezen Aksu’nun “Gülümse” isimli şarkısı çalar. Emin Vatan tepesine büyük harflerle TUUBA yazmıştır. Askerler yazıyı silmekte bir yandan da yazının açılımının ne olacağına ilişkin fikir yürütmektedirler. “Türkiye Ulusal Uygar Barış Akademisi” olduğuna ilişkin sesler duyulur. Yine burada da 12 Eylül’ün kışla zihniyeti mizahi bir tonla eleştirilmektedir.

Film Suner’in de vurguladığı üzere 1980’lere nostaljik bir gözle bakmaktadır. Jenerikteki televizyon görüntülerinden, Dallas dizisi izleme ritüeline, sürekli kesilen telefonlardan açık hava sinemasında gösterilen Yılmaz Güney filmlerine ve tütün kolonyasına kadar pek çok nostaljik imge film boyunca karşımıza çıkar. Fatih Özgüven’e göre Vizontele Tuuba, 12 Eylül’ü “evcilleştirmiş bir uzlaşı filmi” olarak görülebilir:

12 Eylül’ü de İzocam reklamını da bir resmi tarih, nostalji parçası olarak bilen seyirci/tüketici kuşağına 12 Eylül'ü hatırlatmak, daha bir hatırlayanları ise 12 Eylül’le bir nevi uzlaştırmak. Bunu da, yumuşak bir alan açarak, evcilleştirerek, TV ile temsil edilen “onlar da bir günlerdi”nin- tartışmalı, şaibeli- alanına sokarak yapmak. O selim klişelerle dolu dünya bize şöyle demek istiyor: “Hepsi geçmişte kaldı, bir televizyon reklamı kadar eski ve siyah-beyaz, ama eh, ondan da biraz fazla”. Bunu, çok kanallı televizyon dünyasının yıldızları ve oyuncularıyla, reklamlardan, dizilerden, skeçlerden, podyumlardan tanıdığımız eşhasla, o estetikten çok uzaklaşmadan, üstelik yeni prodüksiyon ilişkileriyle, galalarla filan yapmak da Erdoğan'ın kendine özgü “salto mortale”si (Özgüven, 2004).

151 Özetle söylemek gerekirse film, 12 Eylül darbesiyle ve darbe sonrası yaşananlarla ciddi bir hesaplaşma iddiası taşımaktan çok, darbenin bütün yoksun bırakılmışlıklarına karşın güzel bir yaşamları olan insanların hayatını darmadağın ettiğini göstermektedir. Zira Yılmaz Erdoğan da daha önce belirtildiği gibi Vizontele

Tuuba’yı “bir hesaplaşma filmi” olarak değerlendirmemektedir.