• Sonuç bulunamadı

VaroluĢçuluk (Egzistansiyalizm)

B. Orhan Duru‟ya Kadar Türk Öykücülüğü ve 1950 KuĢağı

I. BÖLÜM

1. Hayatı

3.3. Beslendiği Kaynaklar

3.3.3. VaroluĢçuluk (Egzistansiyalizm)

VaroluĢçuluk, temelde insanı esas alan ve onun var olma mücadelesini savunan hümanist bir ahlak felsefesidir. Bu felsefenin temellerini Sokrates'e kadar götürmek mümkündür. Dünyanın hemen her ülkesinde geniĢ yankılar uyandıran bu felsefe, Sokrates'ten sonra Pascal ve Bengson'dan da izler taĢımasının yanı sıra asıl Ģeklini 19. yüzyılın ortalarından sonra almaya baĢlamıĢtır; ancak yaygınlık kazanması 1930'lu yıllardan sonra olmuĢtur. Bu felsefi akımının ilk büyük temsilcisi Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard'dır. Frederic Nietzche, Karl Jaspers, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre gibi önemli temsilciler de varoluĢçuluk felsefesinin temellendirilmesinde etkin rol oynamıĢlardır(ÇetiĢli, 2004:144).

Antik çağ filozoflarına baktığımızda ''var oluĢ'' düĢüncesini daha çok

''Ģeylerin, tanrısal birliklerinden, tanrısal ilksel kökeninden ayrılma sonucu meydana gelen bir kayıp'' olarak değerlendirmiĢlerdir. Ortaçağda ise bu düĢünce

öncelikle ''Tanrının var olduğu ya da varoluĢu sorunu'' üzerine kurulmuĢtur.

Daha sonra ise Descartes'in ''düĢünüyorum ve düĢündüğüm ölçüde varım''

düĢüncesi insanın varlığına iĢaret eder; ancak bu varoluĢ düĢüncesinin de tanrının varlığını yetkin kılmak için ileri sürülmüĢtür. Kant ve Leibniz'in bu düĢünceye karĢı çıkmaları ise varlık'a daha somut anlamda yaklaĢmalarından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaĢım yine Tanrısal bazdadır. VaroluĢa bu metafizik bakıĢ 19. ve 20. yüzyılda yerini ‗canlı ve yaĢanmıĢ bir gerçeklik‘e bırakır. Hegel ile ''varlık'' ''insana özgü ve özsel'' bir boyut kazanır; ancak varoluĢ, metafizik ve Hegel'in kapalı felsefi sisteminin dıĢına tam anlamıyla bir dindar olan Kierkegaard'la birlikte çıkılır.(Bozkurt, 2004:111-121)

VaroluĢçuluğun kurucusu olan Sönen Kierkegaard, varoluĢ düĢüncesini ortaya attığı ''Ben kimim?'' sorusuyla baĢlatır. Bu soru ile insana ve onun varlığına yönelen egzistansiyalizm, insanı tanımak için kendilerine kadar gelen metafizik ve insanı özsel algılayıĢın çok dıĢında, insanı öznel bir varlık olarak ele alır; ancak bu felsefi akım insana genel olarak varlık değil, birey olarak varlık gözüyle bakmıĢtır. Ġnsana soyut bakıĢın yerine, somut ve ''ferdi'' bir bakıĢ ile dıĢ dünya gerçeği yerine, insanın iç gerçeğine yönelmeyi esas alan egzistansiyalizmin hareket noktası sadece insanın kendisidir; çünkü insan artık kendisini tanımaya ve hayatını Ģekillendirmeye baĢlar. Ġnsan, kendisini tanımaya ve kendi kimliğini oluĢturmaya çalıĢırken kendi sorumluluğunun farkında olur. Toplum içinde yaĢadığına göre de topluma karĢı sorumluluğunu da bilir.

VaroluĢun tanrısal düzlemden ferdi düzleme kadar olan sürecini özetledikten sonra felsefi bir akıma dönüĢmesi ve kurumlaĢmasının 1930'lu yılların baĢında Fransız düĢünür Jean-Paul Sartre ile birlikte gerçekleĢtirdiğini söylemek gerekir. 1935 yılından sonra edebiyatta görülmeye baĢlanan

varoluĢçuluk, II. Dünya SavaĢı'ndan sonra güçlenmiĢ, özellikle savaĢtan sonra çok farklı biçimlerde çeĢitlenmiĢ ve 1955'lerden sonra etkisini yitirmeye baĢlamıĢtır. 20. yy'lın ilk yarısında dünya genelinde yaĢanan büyük buhranlar, savaĢlar, sosyo- ekonomik olumsuzluklar insanı içinden çıkılmaz bir bunaltıya sürüklemiĢtir. ĠĢte bu bunaltıdan ortaya çıkan ''insan sonunu'' varoluĢçuluk'un ortaya çıkmasını sağlar:

VaroluĢçuluk, kökenlerinden kopmuĢ(...), temelini yitirmiĢ, geçmiĢe, tarihe güvenini kaybetmiĢ(...), toplumda yabacılaĢmıĢ(...), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren'' bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, toplum içinde yaĢayan bireyin tehdit altında olduğu(…), günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu(...), insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baĢ gösterdiği yerde ortaya çıkar. Özellikle, savaĢ ve bunalım ertesi yılları bu çıkıĢın keskinleĢtiği, göze battığı dönemdir.(Sartre, 2005:10)

VaroluĢçuluk, Sartre tarafından bir edebiyat kolu olarak tanıtılmıĢ ve onun en büyük savunucusu kendisi olmuĢtur. Bu akımın temelinde ''varoluĢ, özden

önce gelir.'' düĢüncesi vardır. Bu temel görüĢ aslında teorik olarak ''insanın akıllı bir varlık olmasından önce tenlenmiĢ bir varlık'' (Yazgan, 1983:38) olması

anlayıĢından ortaya çıkar. Sartre bunu Ģöyle dile getirir:

''VaroluĢ özden önce gelir. Ġyi ama ne demektir bu? ġu demektir: Ġlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tamamlanıp belirlenir, özünü ortaya koyar.'' (Sartre, 2005:39)

Sartre'ın bu düĢüncesinden yola çıkarak insanın tarif edilmesi, onun tanımlanması, yaĢamadan özünü bulması mümkün değildir; çünkü özüne kavuĢmayan bir insanın ne olduğu üzerine yorum yapmak birey kavramını ortadan kaldırır ve birey yaĢamın dıĢında değerlendirilmiĢ olur. Ġnsanı önceden belirli tanımlarla sınırlamak onun ''özgürlük'' doğasına aykırıdır. Ġnsan her Ģeyden önce özünde özgür bir varlıktır. Burada egzistansiyalizm çıkıĢ noktası olan Dostoyevski'nin ''Tanrı olmasaydı her Ģey mubah olacaktı.'' sözü önem kazanır. Çünkü Tanrı olmayınca insan özgürlüğü gereği istediği gibi kendi hayatını ve kiĢiliğini yani varoluĢunu Ģekillendirir:

''VaroluĢçuya göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez; hiçbir Ģey değildir o zaman. Ancak sonradan bir Ģey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir tanrı olmayınca insan doğası diye bir Ģey olmaz bu durumda. Ġnsan var olduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaĢmaya doğru yaptığı bu atılımdan sonra olmak istediği gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. VaroluĢçuluğun baĢ ilkesi budur iĢte'' (Sartre, 2005:39-40)

Buradan hareketle mademki insan ''kendini yapmak'' ta özgürdür, o halde

''seçim yapma'' özgürlüğüne de sahip olur. Ancak insan bu seçiĢten ''tepeden tırnağa sorumludur''dur. Ġnsanın bu sorumluluğu onun seçme hakkından

kaynaklanmaktadır. ''Ġnsan kendi kendini seçer'' ifadesi, burada insanın kendi yaĢamını ve varoluĢunu gerçekleĢtirirken karar verdiği her Ģey onun kiĢiliğini ve kimliğini ortaya çıkarır görüĢüne dayanır. Bu sebeple insan, bu seçiminden dolayı kimseyi sorumlu tutamaz. Tek sorumlu kiĢi kendisidir. Sartre'a göre bu seçiĢ sanıldığı kadar bireysel değildir. Çünkü Sartre, ―ne var ki biz ‗insan sorumludur‘

derken yalnızca sorumludur demek istiyoruz. Bütün insanlardan sorumludur.‖

diyecek bireyin kendisini seçiĢini bütün insanları da seçmesi olarak değerlendirir (Sartre, 2005:41).

Kendisinden ve seçiminden sorumlu olan insan aynı zamanda topluma karĢı da sorumlu olur; ama ne var ki insan bu seçiĢlerinde sürekli ikilem içinde kalır. Bu ikilem, insanı mutsuzluk, huzursuzluk ve bunalım içinde bırakır. Ġnsan dünyaya atılmıĢ bir varlık olarak terk edilmiĢlik, bırakılmıĢlık hissi ile bunalım içinde kalır. VaroluĢluğun en çok tartıĢılan tarafı da bu ''bunalım'' düĢüncesi olmuĢtur. Bu noktada varoluĢçuluk kötümser bir felsefe olarak değerlendirilmiĢtir. Bunun sebebi ''insanın sınırlılığı ve yoklukla yüz yüze bulunması; kendi kendini

yaratmak, bu yaratmak esnasındaki seçme mecburiyeti ve seçmedeki hürriyeti''dir. Ġnsanoğlu sebebini bilmeden ve kendi arzusu dıĢında dünyaya gelmiĢtir. Tesadüfen kendine yabancı olan dünyaya gelmiĢ bulunan insan; tanrısız, yardımcısız ve yalnız bırakılmıĢtır. Kendi kendini yaratmak, bunun içinde seçmek hürriyeti ve bundan doğan sorumlulukla baĢ baĢa kalan insan, sürekli bir bunaltı ve bunalımdadır.'' (ÇetiĢli, 2004:147)

Sartre bu kötümserlik düĢüncesine karĢı çıkar; çünkü ona göre

''umutsuzluk irademize bağlı olan Ģeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara güvenmekle'' ortaya çıkar. Bu sebeple insan olasılıklardan kendini kurtarmalıdır.

Olasılıklar bizim dıĢımızdadır:

''Ġnsan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve Ģuna da inanmalıdır: Hiçbir Ģey -tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt(delil) dahi- kiĢioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz. VaroluĢçuluk bir çeĢit iyimserliktir bu anlamda, bir çeĢit eylem, çalıĢma öğretisidir''(Sartre, 2005:76)

―Evrende kendini bulduğu terk edilmiĢlik, tek baĢınalık içinde insan, bir Ģeye ancak kendisi karar verir‖ diyen ve ''kendi iç evreninden çıkıp, dıĢındaki evrelere yönelerek varoluĢunu anlamlandıran kiĢi bir amaç doğrultusunda eylemlerini gerçekleĢtirerek insansal bir varlık olduğunu kanıtlayacağına inanan''(Yazgan, 1983:40) bu felsefenin Türk toplumunda ve edebiyatında yerini

alması 1950'li yılları bulur. Bu felsefenin ortaya çıkmasında etkili olan bütün etkenler bizim toplumumuzda mevcut muydu? Bu soruya olumlu yanıt vermek olası değildir. Ancak dünyada yaĢanan buhran, dünya savaĢları, toplumsal kaos ve bireyin tanrıya olan güveninin sarsılmasına paralel olarak bizim toplumumuzda da bu dönem için toplumsal kargaĢanın ve huzursuzluğun varlığı bir gerçektir. Yıllardır süre gelen tek parti döneminin baskısı ve ondan sonraki Demokrat Parti'nin dikta yönetimi, aydınlara, yazarlara ve sanatçılara uyguladığı baskılar, insanda bir bunaltının doğmasına sebep oldu diyebiliriz. Çünkü bu yıllarda toplumda meydana gelen hareketlilik ve yeni anlayıĢ, yeni bir insan tipi ortaya koymuĢtur. Bu yeni insanın arayıĢları da farklı olmuĢtur:

''Toplumsal hareketliliklerin hızındaki artıĢ, toplumsal zihniyetleri de etkiler. Kentler karmaĢık, heterojen ve hareketli metropoller haline gelir. Kentteki hareketlilik bireyin duygusal yaĢamının yoğunlaĢmasına neden olur. Uyaranların artması ile duygular yetersizleĢir. Birey, kentin dalgalanma ve süreksizliğine karĢı kendisini korumak için duyarlılığını ez aza indirip zihinselliğini ortaya koyar. Bu da yeni bir insan tipinin ortaya çıkması demektir.(Altuğ, 2002:101)

Cemal ġakar'ın da belirttiği gibi bu yeni insan tipinin ortaya çıkmasında

''batıda ardı ardına yaĢanan iki dünya savaĢının oluĢturduğu zihinsel tahribat, tanrının öldüğü fikri, insanı derin, anlamsız bir boĢluğa düĢürmüĢ ve gerçeklik anlayıĢı/algısı köklü bir değiĢim geçirmiĢ ve halk, toplum gibi kolektif çabalar anlamsızlaĢmıĢ yerini bireysellik gibi yeni anlayıĢlar almaya baĢlamıĢ'' (ġakar,

2004:50) olması da etkili olmuĢtur.

Toplumsan baskının varlığı ve kısır döngüye dönüĢen toplumsal anlayıĢı, bu yeni bireyi farklı yönelimlere iter. Nitekim edebiyatın içinde bulunduğu ve ''toplumculuğun'' hüküm sürdüğü bu anlayıĢ yeni oluĢan insan tipinde bir bunalıma sebep olur. ''Sıkıntımız yalnızca toplumsal yaĢamımızdaki bunalımdan

değil, yazınsal tek düzelikten de kaynaklanıyordu. Yayınımızda geçmiĢin ağır yükünden, durmadan yinelenen kalıplardan kurtulmalıydık.'' diyen Orhan Duru,

bu bunalımlı dönemde kendisinin ve kuĢağının bireyi ve onun varoluĢsal sorununu ele alan varoluĢçuluk akımından etkilendiklerini söyler:

''Batı'dan esintiler, özellikle Paris kaynaklı esintiler düĢün biçimimizde etki oldu. Sartre ve Camus'nün II. Dünya SavaĢı sonrası estirdiği varoluĢçuluk havasını ilk bizler soluduk derinden. Demir Özlü'nün 1958 yılında yayınladığı ilk öykü kitabının Bunaltı adını taĢıması boĢuna değildir. Ferit Edgü'nün ilk yapıtlarının Kaçkınlar ve Bozgun adını taĢımasının da öyle. Bu yapıtlarda bir bunalım ağırlığı ve umutsuzluk sezilir derinden. Kısacası bambaĢka bir öykü anlayıĢı ve yeni bir söylem. Ġlk öykü kitabım BırakılmıĢ Biri de aynı ortamda yayınlandı.'' (Duru, 1996:146)

VaroluĢçuluktan etkilenen ve onun düĢüncelerini eserlerinde yansıtmaya çalıĢan Duru'nun, ilk eserine verdiği isim bu etkinin en önemli göstergesidir. Heidegger'in ortaya attığı ve Sartre'ın da sürekli vurguladığı ''bırakılmıĢlık'' ve

''Tanrı olmadığı için insan bir baĢına bırakılmıĢtır.'' düĢüncelerinin etkisiyle ilk

öykü kitabına BırakılmıĢ Biri adını verdiğini söylemek mümkündür. Orhan Duru'nun kendi kuĢağı için söylediği ''sokağa bırakılmıĢ gibiydik'' benzetmesi bu yöndeki düĢüncemizi destekler.

“Ġlk kitabım BırakılmıĢ Biri 1959'da çıktı. (...) Kitabın kapağında hiç unutmam bir gebe kadın resmi. ''BırakılmıĢ Biri'' kapaktaki o kadın mıydı, yoksa biz miydik? Aslında o kitabın adıyla bizim kuĢağın arasında bir benzeĢme, bir uyum vardı sanırım. Nasıl Amerikan yazınında bir ''Lost Generations(Yitik KuĢak)'' daha sonra ''Beat generations'' varsa bizde de ''bırakılmıĢ'' bir kuĢak vardı. Belki biz hepimiz, o dönemde yazınla, Ģiirle uğraĢanlar, kendimizi bırakılmıĢ sayıyorduk. Elimizden tutan yoktu. Sokağa bırakılmıĢ gibiydik.” (Duru, 2008:67)

Tipik bir Sartre cümlesi olan bir değerlendirmelerin iz düĢümünü, bu eserde yer alan hemen hemen bütün öykülerde görmek mümkündür. Yalnızlık, umutsuzluk, çaresizlik ve bunalım içinde olan öykü kahramanları sürekli bir arayıĢın içindedirler. Özellikle “BırakılmıĢ Biri”, “Yenik”, “Karabasan”, “Darağacı Arayan Adam” gibi öykülerde VaroluĢ'un bütün sancısını görmek mümkündür. Bunun yanında varoluĢçuluğun reddettiği ''tarihsel bağ''ı da Orhan Duru'nun öykülerinde görmek mümkündür. Çünkü varoluĢçuluğa göre insan

''öncesiz'' bir varlıktır. Ġnsanın geçmiĢe dönük olması ve yaĢaması onu bunaltıya

sokar. Bu bağlamda yine BırakılmıĢ Biri adlı eserindeki ''Bat'' öyküsü de geçmiĢin bunalımından kurtulamayan bir insan anlatmaktadır.

Ayrıca Ağır ĠĢçiler kitabındaki ''Bir Kentin Tarihçesi'' adlı öyküsü de tarihin ve yarattığı bunaltının eleĢtirisi yapılır. VaroluĢun bunaltısını anlatmak için varoluĢçuların kullandığı ve örnek gösterdiği Hz. Ġbrahim de onun hikâyesi de Orhan Duru'yu etkilemiĢtir. Hz. Ġbrahim'e gelen sesin bir melek sesi olup olmadığı ya da Ġbrahim'in gerçekten kendisinin mi olduğu soruları, insanın bunaltısını anlatmak için örnek gösterilir. Buna göre Hz. Ġbrahim gibi insan da karar verirken bunaltıya, iç sıkıntısına kapılır. Bunu, Duru'nun hikâyelerinde görmek mümkündür. Ağır ĠĢçiler kitabındaki ''Hz. Ġbrahim'' adlı öyküsü bunun önemli bir örneğidir. Bu hikâyede Hz. Ġbrahim'e göre ''artık kimse aldırmıyor

Tanrı'nın buyruklarına''(AĠ, HĠ:213). Çünkü insan bunalım içindedir ve hiçbir Ģey

yapmak istememektedir. Hatta bu hikâye de Duru, kahramanın ağzından Sartre'dan etkilendiğini açıkça dile getiriyor:

''Nasıl bana ne? Duymuyor musun hiç bir sorumluluk? Bu kadar yıl kafa patlattığın halde Sartre üzerine ve yazdığın halde makaleler.''(AĠ, HĠ:214)

Bu, Tanrı fikrinden uzaklaĢma Orhan Duru'nun aynı eserinde yer alan ve Hz. Ġbrahim'in Tanrı‟ya koĢulsuz bağlanıĢından kopup bireyselleĢme yolundaki sürecini anlatan hikâyeler de vardır. Bunlar, “GeliĢmesi Az KalmıĢ Ülkeler Ġçin GeliĢtirme AraĢtırmalarına GiriĢ”, “Ġbrahim'in Toplum Kalkınması Çabaları”, “Ġbrahim'in Adaylık Sorunu” gibi hikâyedir.

Bütün bu örneklerin yanı sıra Orhan Duru'nun varoluĢçuluğun bir temsilcisi olduğunu söylemek doğru bir değerlendirme olmayacağı kesindir. VaroluĢçuluğa felsefi bir görüĢ ile yaklaĢtığı söylenemez. Daha çok Dostoyevski, Camus, Kafka ve Sartre'ın eserlerinden gelen bu varoluĢçuluk, o zamanki toplumun içinde bulunduğu kaos ve baskıcı yönetim Duru'yu ve onun kuĢağını, karamsarlık etkisi fazla olan bu felsefeye yönlendirir. Nitekim varoluĢçuluğun ileri sürdüğü ve savunduğu fikirleri toplumumuzun bir ürünü haline dönüĢtürmek ve onları bize aitmiĢ gibi sunmak oldukça yadırganmıĢ ve büyük tartıĢmalara sebep olmuĢtur. Özellikle Demir Özlü'nün, Fethi Naci'nin ''Bunalan Genç Adamlar'' yazısına verdiği cevaplar, bu akım üzerinden gerçekleĢen önemli tartıĢmalara yol açmıĢtır. Fethi Naci, bu bunaltıyı Ģöyle eleĢtirmiĢtir:

''Bir takım gençlerimiz var, bunlarda biraz özenti, biraz ithal malı durumunda bir bunalma görüyoruz. Bunalmaları toplumla olan gerçek bir çatıĢmanın sonucu değil, bir çeĢit aydın süsü. Yazdıklarından genel olarak toplumla bir anlaĢmazlık, toplum düzeniyle bir uyuĢmazlık değil de kendi özel hayatlarındaki yoksunluklardan gelen bir tepki, gönlünce yaĢayamamanın verdiği bir huysuzluk vardır. Analarından babalarından aldıkları harçlıkla meyhanelerde içerler, sonra da analarından babalarından dert yanarlar. Gerçi ailelerinin değer yargılarının kofluğunu görmüĢlerdir; ama rahat düĢkünlüğü, hayat karĢısında ürkeklik, onları bir opportunism'e sürüklemiĢtir. Oysa bu toplumsal koĢullar içinde bile gönüllerince yaĢamaları mümkündür; bunalmalarının nedenleri bireysel olduğu için kurtuluĢ yolları da bireyseldir. Bir bakıma kendi ellerindedir, bunun için de kolaydır. Ama özenti bir bunalma içinde yaĢamak, yaĢamadıkları halde, hakları olmadığı halde: ''Sorumluluğu da yaĢadım, sorumsuzluğu da ikisi de çıkar yol değildi'' gibi iri sözler etmek daha bir hoĢlarına gider.'' (Naci, 1959:10)

Fethi Naci'nin bu sert ve aĢağılayıcı eleĢtirisi genç yazarların (Orhan Duru Demir Özlü, Ferit Edgü...) bunaltısının bireysel, oysa kendi kuĢağının (1940) bunaltısını da toplumsal bunaltı olarak değerlendirir ve gerçek bunaltının da kendi kuĢağının bunaltısının olduğunu söyler. Buna Demir Özlü karĢı çıkar ve Ģu yorumu dile getirir:

''Bizim kuĢaktan bir önceki kuĢağın aydınlarının bir bunaltı yaĢadıklarını kabul etsek de, onların, toplumsal savaĢa katılan aydının iç sorunlarına giren, bunaltı, iç sıkıntısı, kaçıĢ, seçme, bağlama gibi bireysel sorunlara değinen hiçbir yapıt vermedikleri su götürmez bir gerçektir. Bütün bu sorunları yazın alanımıza ilk bizim kuĢağın yazarları getirmiĢtir, bu aĢama tarihsel bir akıĢın sonucudur, toplum savaĢımızın sonucu ortaya çıkmıĢ, kaçınılmaz bir gerçektir.(Özlü, 1959a:1)

Demir Özlü'nün kendi kuĢağını savunduğu bu yazısında, yazının genelinde ''sizin-bizim kuĢak'' algısı mevcuttur. Kendi bunaltılarının ''ithal'' olmadığını vurgulayan Özlü'yü (az da olsa) haklı bulan ve Naci'yi de eleĢtiren Memet Fuat düĢüncelerini Ģöyle dile getirmiĢtir:

“Fethi Naci ''bireysel-toplumsal'' diye kolay bir ayırmaya gitmeseydi de yalnız aydınlarımızda değil, toplumumuzun her çeĢit insanında az çok görülen bunaltının nedenlerini araĢtırsaydı, devrimciliğimiz, geri dönüĢlerimiz üzerine düĢünseydi, umutsuzlukları, geleceğe güven duygusunun sarsılıĢını, ülküsüzlükleri göz önüne tutsaydı, bunalan genç adamları böyle ikiye ayırıvermenin çok yanlıĢ olduğunu kolayca görürdü; ikinci bir bunaltı örneği olarak ortaya sürdüğü bireysel bunaltının da toplumsal bunaltının sayısız örneklerinden biri olduğunu kolayca sezerdi'' (Fuat, 1959:6)

Memet Fuat'ın bu saptamasından önce buna benzer bir yorumu aslında Orhan Duru da dile getirmiĢtir. Henüz bu tartıĢmalardan birkaç ay önce Duru bir yazısında Demir Özlü'nün düĢüncelerini destelemektedir. Duru, toplumumuzda bir bunaltının var olduğunu dile getirir. Ona göre, derebeylik düzeninin üzerinden atlayarak, imparatorluk düzeninden Ulus toplum düzenine geçtik. Bu durum buhrana yol açmıĢtır. Fakat bu olgu'yu eski kuĢaklar saptayamamıĢlardır.

Kendilerinin bile, bu durumu içlerinde sakladıklarını dile getiren Duru Ģöyle devam eder:

''Gerçekten bugün ülkemizde aydın sınıf geçmiĢi olmayan bir gemi enkazından baĢka bir Ģey değil. (...) Fakat bu durum Batı'daki gibi yaratılmıĢ değil. Biz kendi elimizle geçmiĢten bağlarımızı kopardık. Devrimler nelerdir? Bunu kendimiz istedik. Acısını, bunaltısını, sıkıntısını, Ģimdi kendimiz çekiyoruz. Her Anadolu'ya çıkıĢımızda bize yabancı ülkelerde dolaĢıyormuĢ gibi gelmiyor mu? Nasıl Sartre'ın, Camus'nün kiĢileri kendilerine yabancı, cansız ve ruhsuz bir dünyada yaĢıyorlarsa biz de öyle değil miyiz? Gerçekten Türk aydının baĢına ''müthiĢ bir iĢ'' geldi. Bunun acısını çekiyoruz. Çekmeye de devam edeceğiz.'' (Duru, 1959:277-280)

Bu tartıĢmaların yaĢandığı ve varoluĢçuluğun sadece ''bunaltı'' yanının söz konusu olduğu yazılar birbirini takip eder. Özellikle bu konuda kendi kuĢağının bir savunucusu durumunda olan Özlü, Duru'yu da haklı çıkaracak düĢünceleri dile getirir. “Bireysel bunaltının toplumsal durumdan ve bu durumun bozukluğundan

geldiğini(Özlü, 1959b:1); özellikle yapılan devrimlerin gereği gibi yapılmadığını, eksik kaldığını ve bu eksikliğinin de aydın üzerinde ciddi bir bunaltı yarattığını‖

(Özlü, 1959c:1) vurgular. Ayrıca kendilerine yıllarca yapılan eleĢtirilerin bir cevabı olarak yıllar sonra kaleme aldığı geniĢ ''savunma'' yazısında ''Bunaltı

yazımı aktarma olmadığı gibi öykünme de değildir. Bunaltı yazımı diye adlandırılan eğilimin düĢünce kökleri Batı ekin geleneği içinde bulunuyorsa bu yazımın öykünmeci olduğunu göstermez. Toplumcu-gerçekçi yazım da Türk yazımında ortaya çıkmadan önce batı ekinin etkilediği bütün ülkelerde vardı; bu olgu nasıl toplumcu-gerçekçi yazımın bir öykünme ya da aktarma yazım olduğunu kanıtlamazsa bunaltı yazımı denen yazımında kaynaklarının Batı yazımında olması, onun öykünme, aktarma bir yazım olduğunu ortaya koymaz.'' diyerek

bunaltı yazımının ―insan içinde yaĢadığı toplumla uyuĢtuğu zaman‘a;

yabancılaĢmıĢ insan, ayrı düĢmüĢ insan ortadan kalkıncaya; eksiksiz insan