• Sonuç bulunamadı

ULUS DEVLET BAĞLAMINDA EGEMENLİK TARTIŞMALARI

gelişmeler ve hızlı iletişim sayesinde dışlanmış gruplar hükümetlerinin vatandaşlarına karşı hesap verme sorumluluklarını yerine getirme taleplerini dile getirebilmektedirler ve seslerini daha güçlü duyurabilmektedirler. Bu siyasal demokrasinin gelişmesine ve genişlemesine katkı sağlamaktadır. Otoriter toplumlar bakımından ise aynı teknolojiler sayesinde hükümetlerin hesap verme sorumluluklarının yeniden oluşmasını sağlamaktadır. Zira, küreselleşen dünyada insanlar diğer ülkelerin gerçekliklerinden hızla haberdar olabilmektedir ve otoriter rejimler dahi nihai olarak en azından varlıklarını korumak için hesap vermekle yükümlüdürler.

DTÖ’nün kurallarını uluslararası ticaretten faydalanmak adına kabul etmektedirler ve bu vesile ile bu alanda egemenliklerinin bir kısmından vazgeçmektedirler (Krasner, 2001: 1, Oji, 2011: 259).

Özünde küreselleşme fikirlerin, malların, paranın, hastalıkların, teknolojinin, silahların ve diğer başka birçok şeyin artan bir hızla ve hacimle sınırlar arası transferine neden olmaktadır ve bu durum egemenliğin en temel unsurlarından bir tanesine meydan okumaktadır: sınırdan geçen herhangi bir şeyi kontrol edebilmek. Egemen devletler gittikçe birbirlerine karşı değil ancak diğer devletlerin de gücünün ötesinde küreselleşmenin doğal gelişimi içinde ne kadar kırılganlaşmaya başladıklarını görmektedirler (Oji, 2011: 264).

Küreselleşme bu anlamda egemenliğin zayıfladığını göstermekle kalmaz, zayıflamak zorunda kaldığını da ortaya koyar. Devletler dünyadan ve gelişmelerden izole olmamak için egemenliklerini ne derece zayıflatmak zorunda kaldıklarını kabul etmek ve bunu regüle etmeyi seçmeyi düşünmelidirler. Egemenlik devletler için artık birer sığınak olmaktan çıkmıştır. Afganistan savaşı ile ABD bunu tüm dünyaya göstermiştir. Benzer şekilde Amerika’nın önleyici savaşı BM’nin nasıl görmezden gelindiğini ve egemenliğin artık mutlak bir koruma sağlamadığını ortaya koymuştur (Cohen, 2001: 76-77).

Bunun yanı sıra egemenlikten vazgeçmek bir devletin kendi vatandaşlarının en temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak seviyeye geldiğinde de düşünülebilecek bir çözüm yoludur. NATO’nun Kosova’yı işgali birden fazla ülkenin başka bir ülkenin egemenliğini, etnik temizliği ve soykırımı durdurmak için, bilinçli bir tercihle ihlal etmesine bir örnektir. Bunun tam tersine, Sudan, Ruanda, Darfur’a yapılmayan müdahaleler de egemenliğin üstünlüğünde ısrar edilmesinin maliyetini göz önüne koymaktadır (Ip, 2010: 637).

Bu nedenle egemenlik anlayışının küreselleşme çağında yeniden dikkatle

bir denge bulunmalıdır. Küreselleşme nedeniyle sınırlar arası teknoloji, insan, mal ve para akışının büyük bir hızla gerçekleşmektedir ve ulus devletler bir an önce yeni dünya düzenine merkeze insanı alarak ayak uydurmak ve egemenlik kavramını yeniden değerlendirmekle yükümlüdürler. Burada dikkate alınması gereken bir diğer husus egemenliğin yeniden tanımlanması sorusuna cevap aranırken devletlerin birbirlerine ne yaptığı dikkate alındığı kadar devletlerin vatandaşlarına ne yapmaları gerektiği sorusuna da cevap aranmalıdır. Küreselleşme ile tüm dünya hemen her konuda birbirine daha bağlı ve daha bağımlı hale gelmektedir (Ip, 2010: 637-644; Cohen, 2001: 81-85).

Başka bir deyişle küreselleşme kendine özgü bir sistem ortaya çıkarmıştır;

milletler, bölgeler, ülkeler ve insanlar ve şirketler, farklı dernekler, küresel organizasyonlar birbirleriyle iç içe geçmiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir olay çok sayıda ülkeyi hızla etkilemektedir. Yine bir ülkede alınan bir karar, diğer ülkeleri, şirketleri, insanları aynı hızla etkilemektedir. Küreselleşme bu çerçevede çok yönlü bir süreçtir ve ekonomik, politik ve sosyal yapıların farklı dallarına ciddi bir etkileşime yol açmaktadır. Olumlu etkileri kadar olumsuz etkileri de vardır; çevresel etkiler, sınır ötesi suçlar, kitle imha silahları, teknolojinin olumsuz etkileri gibi. Bu çerçevede sınırların kalkması da hem pozitif hem negatif etkilere sahiptir; terörizmin artışı ve şekil değiştirmesi, uyuşturucu ticareti, küresel ısınma. Ve bu etkiler dünyanın her bir yerinde farklı sonuçlar doğurmaktadır (Çeçen, 2016: 69 vd.).

Ulus devlet kendi egemenliği altındaki alanları sınırlarıyla diğer egemen ülke topraklarından ayırarak bu alan içerisinde başka bir egemenlik kaynağını kabul etmez ve iç ve dış politikada tam bağımsızdır. Bu kavram 19. yüzyılda yaygın şekilde kabul edilmiştir ancak zaten Modern Çağın başında Machiavelli, Bodin ve Hobbes tarafından yapılan çalışmalarda kesin bir yoruma kavuşmuştur. Westphalia uluslararası ilişkiler sistemi içinde, devletin egemenlik ilkesi tüm Avrupa’da kabul edilmiş ve tüm dünyada kabul görmüştür. Fransız Devrimi ile birlikte tam olarak 18 - 19. yüzyılın başlarında

tanımlanmıştır ve Napolyon Savaşları ile birlikte 1815'te Viyana Kongresi'nden sonra yeni bir düzen kurulmuştur (Oji, 2011: 259-260). Bugün gelinen noktada iç egemenliğin kapsamı uluslararası anlaşmalar nedeniyle fazlasıyla daralmıştır.

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ise devletler egemenliklerinin bir kısmını uluslararası organizasyonlara devretmeye başlamışlardır. Hatta büyük bir kısmı ise bölgesel organizasyonlara devredilmiştir. Ayrıca, küreselleşme ile birlikte ekonomik sisteme entegre olmak devletler için gittikçe daha önemli bir hale gelmiştir.

Bu nedenle sorun devletler üstü bir seviyeye geçmektedir ve egemenlik kavramının yeniden değerlendirilmesi sorunu özellikle kendilerinden bağımsız değişimleri etkileme gücü olmayan ülkeler bakımından önemlidir.

Küreselleşme sıklıkla ulusal egemenliğin karşıtı olarak tartışılmaktadır ve genel olarak ulusal egemenliği aşındırdığı belirtilmektedir. Özellikle, ekonomik olarak küreselleşmiş bir dünyada hükümetlerin neoliberal ekonomi politikalarını benimsemekten başka çaresi olmadığı, özelleştirme ve kuralsızlaştırmaya boyun eğmek zorunda oldukları ve kamu harcamalarını düşürmek zorunda oldukları kabul edilmektedir. Neoliberal küreselleşme nedeniyle devletler sahip oldukları sınır egemenliğinin çoğunu terk etmiştir ya da kaybetmiştir. Bu sınır egemenliği kaybı aynı zamanda iç ekonomik egemenlik kaybını da beraberinde getirmiştir. Devletler, neoliberal politika gündemini takip etmek için uluslararası sermaye piyasalarının baskılarına boyun eğmişler ve seçmenlerin isteklerinden bağımsız olarak farklı politikalar benimsemek zorunda kalmışlardır (Doğan, 2016: 389 vd.; Oji, 2011: 261vd., Cohen, 2001: 81vd.).

Sınır egemenliği kaybının öncelikli nedeni yanlış finansal düzenleme politikalarıdır. Esasında sosyal-demokrat politikaların sürdürülmesi mümkün olduğu kadar neoliberal küreselleşmenin yol açtığı sosyal adaletsizliğin ve eşitsizliğin giderilmesi için elzemdir. Bu çerçevede devletlerin kapasitelerini arttırabilmeleri için

üstesinden gelebilecek kurumsal donanımdan yoksun olmaları özellikle bu devletlerin egemenliği nezdinde tehditleri daha da arttırmaktadır (Doğan, 2006: 123 vd.)

Ulus devletin egemenlik unsuruna ilişkin tartışmalar, ulus devletin küreselleşen dünyada maruz kaldığı etkiler bağlamında farklılaşmakla beraber, ulus devletin halen en etkili ve güçlü siyasal ve hukuksal kurum olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Ulus devlet hukukun egemenliğini mümkün kılar ve hem içte hem dışta güvenliği sağlar.

Devlete karşı tehditler bakımından yurttaşları korumayı garanti eder, halkların gelişimini, kendilerini var edebilmeleri için gerekli güvenli ortamı sağlayabilmeyi, aidiyet duygusunu verebilmeyi garanti eder. Devletler halen halkların varlığı için kaynaklarını seferber edebilecek, aynı zamanda istihdam, sosyal güvenlik gibi alanlarda çözüm sunabilecek, ekonomik refahı, sosyal adaleti sağlayabilecek makam ulusal hükümetlerdir (Doğan, 2006: 158-159).