• Sonuç bulunamadı

Yönetim görevlerini üstlenenlerin homojenleştikleri özelliklerden biri de cinsiyettir. Birçok araştırmada örgütsel hiyerarşinin üst basamaklarına çıkıldıkça erkekler ile kadınların oranının, erkeklerin lehine büyük bir artış gösterdiği görülmüştür (Oakley, 2015; Aycan, 2004; Çelikten, 2004). Çeşitli nedenlerden dolayı erkek egemenliğinin üst kadrolarda baskın olması bariz olan bir gerçektir. Kadınların aleyhine olan bu eşitsizlik, tarihsel ve karmaşık birçok örgütsel ve toplumsal etkenle ilişkilidir (İnandı ve Tunç, 2012).

Türkiye’de ve dünyada son yirmi yıldaki toplumsal dönüşümler her alanda olduğu gibi aile ve toplum içinde kadına ilişkin incelemeleri gerekli kılmıştır. Kadınların aile ve toplum içinde kişisel anlamda güçlenmelerini sağlayacak kaynaklara ulaşım için eğitimin gerekliliği yine bu dönemde vurgulanmaya başlanmıştır. Fakat her ne kadar eğitim alınsa da eğitimli olunsa da kadının üstünden atamadığı, yapmak zorunda hissettiği belirli görevler bulunmaktadır. Bu nedenle toplumların yaşamış oldukları değişimi anlamanın bir yolu, kültürel aktarımda önemli bir rol üstlenen kadın olgusuna ilişkin sorunları ve buna yönelik çözümlemeleri doğru bir şekilde ortaya çıkarabilmektir (Koyuncu, 2011).

En güncel anlamıyla ilk olarak Amerikalı feministler cinsler arasındaki ilişkinin toplumsal olarak örgütlenmesini kastetmek için “toplumsal cinsiyet/gender” kavramını kullanmaya başlamışlardır. Toplumsal cinsiyet, kadınlara ve erkeklere ilişkin uygun

rollerin tamamen toplumsal olarak üretildiğini ifade eden “kültürel inşalar”a işaret etmenin bir şeklidir (Oakley, 2015). Erkeklerin ve kadınların öznel kimliklerinin sadece toplumsal kökenlerinin bir yolu olan “toplumsal cinsiyet” Scott’un (2007) ifadesiyle cinsiyeti olan bir bedene zorla kabul ettirilmiş bir toplumsal kategoridir. Toplumsal cinsiyet, toplumun kadın ve erkeğe cinsiyet nedeni ile biçtiği rol ve beklentiler olarak tanımlanabilir (Akt: Akın, 2007).

Toplumsal cinsiyet bir toplumun üyelerinin kadınlık ve erkeklik ile ilgili sosyal konumlara ve kişisel özelliklere parmak basmaktadır. Kadın ve erkeğin sınırlarını çizerler. Toplumsal cinsiyet bizim diğerleriyle nasıl etkileşim kurduğumuz ve kendimiz hakkında nasıl düşündüğümüzü şekillendiren toplumsal örgütlenmenin bir başka çeşididir (Kahraman, Ozansoy-Tunçdemir, Kekillioğlu ve Özcan, 2015).

Cinsiyet ayrımcılığı, doğrudan ve dolaylı cinsiyet ayırımcılığı olmak üzere iki biçimde kendini göstermektedir. Doğrudan cinsiyet ayırımcılığı, bir bireyin bir kadına cinsiyetini esas alarak bir erkeğe davrandığı ya da davranacağından daha olumsuz davranması veya daha az olumlu davranmasıdır. Dolaylı cinsiyet ayırımcılığı ise, biçimsel olarak eşitlikçi gözüken davranış veya uygulamaların sonradan kadın üzerinde ayırımcı etkiler oluşturmasıdır (Demirbilek, 2007). Cinsiyet ayrımcılığı da kendini eğitim yönetiminde belirgin bir şekilde göstermektedir çünkü kadın öğretmen sayısı bu kadar çokken, kadın yönetici sayısının azlığı, yönetsel hiyerarşide yükselmek isteyen kadınlara karşı çeşitli engeller olduğunun anlamlı ifadesidir (Çelikten, 2004) .

13. Yüzyıl sonlarında başlayan ve 20. Yüzyılda yoğunlaşan kadın hakları savaşına rağmen, kadının aile ve toplum içindeki rolü, her zaman çocuk bakımı ve doğurganlık ile bağlantılı olarak ele alınmıştır. Doğduğu ve yaşadığı yere bile “anavatan” diyebilen insanoğlu bu analık kavramını, kadınla özdeşleştirmeyi zaman zaman bilinçli olarak nitelemiştir (Doğramacı, 1982; Koyuncu, 2011). Türk toplumunda da kadının toplumsal cinsiyet rolleri, değişmeyen temel unsurlarıyla, yüzyıllardır toplumsal bir olgu olarak kendini göstermektedir. Sur kemerlerinde bile kilit taşı olan kadın figürleri kadının aile düzenindeki önemini de gösterirken, kadının öneminin iş hayatıyla değil sadece aile bakımıyla sınırlandırılması da çelişki barındırmaktadır.

Can (2008) araştırmasında, Türkiye’de eğitim sektöründe kadınların yöneticiliği için yasal bir engel olmadığı belirtilmiştir. Bireysel olarak da kadınların yöneticiliğine karşıtlık bulunmadığı da vurgulanmıştır. Temelde geleneksel, sosyal ve kültürel yapı ve anlayışlar, kadınların yöneticiliğe yönelmelerinin engelini oluşturmaktadır. Sonuç olarak, yöneticiliğin fazla mesai gerektirmesi, kadınların ev ve okul işlerini birlikte

yüklenmek zorunda olması ve üst yöneticilerin erkek yöneticilerle çalışmayı tercih etmeleri temel engellerdendir. Ancak kadınların sayısı her meslekte olduğu gibi yöneticilikte de gelişme eğilimi göstermektedir. Kadınlar daha çok eğitim aldıkça iş yaşamında daha aktif rol almaya başlamaktadırlar.

Yapılan çalışmalar göstermiştir ki kadınlar, evde çocukların bakımına ve ev içi sorumluluklara yönelik görevleri kendi doğal görevleri olarak algıladıkları için erkeklere göre kendilerini daha değersiz ve önemsiz görmektedirler. Erkekler tarafından da onaylanarak devam ettikçe aile içi eşitsiz ilişkiler tekrar tekrar şekillendirilerek nesilden nesile aktarılmaktadır. Dolayısıyla kadın ve erkek arasında erkek bakış açısına göre belirlenmiş olan aile içi ilişkiler, ev işleri ve çocuk bakımına ilişkin geleneksel işbölümüne dayalı olarak tanımlanmış; kadın-erkek rolleri ailede kız ve erkek çocuklarının cinsiyetçi rolleri kabullenip bu çerçevede büyümelerine sebep olmuştur.

Kadınlar ile erkekler arasındaki farklılıkların biyolojik farklılıklar ile açıklanamayacağını, kadın ve erkeklerin rolleri söz konusu olduğunda çeşitli kültürler arasında büyük farklılıklar olduğuna dikkati çeken toplumsal cinsiyet çalışmaları bunun toplumsal düzlemde kurulduğunu savunurlar. Dolayısıyla bir toplumda kadın ve erkeklerin toplumsal hayata katılım biçimi, oranı, görünürlüğü ve temsil biçimi önemli oranda o toplumda geçerli olan toplumsal cinsiyet algısından etkilenir. Başka türlü ifade edilecek olursa, bir toplumda kadın ve erkeğin toplum içindeki statüsü ve buna uygun rollerini büyük oranda toplumsal olarak kurulan toplumsal cinsiyet rejimi cinsiyet rolleri belirler (Ökten, 2009). Cinsiyet çalışma yaşamında önemli değişkenlerden biri olmayı sürdürmektedir. Çünkü cinsiyet kadın liderlere bir engel olarak kabul edilmektedir. Bazı kadınlarsa bu durumu olması gereken gibi kabul edip o şekilde davranmaya zorlanırlarken, erkeklerin yönlendirmelerine izin vermektedirler (Growe ve Montgomery, 1999).

Cinsiyetin en büyük etkisi de tüm işkollarında kadın ve erkek çalışanların oranı farklılaşırken, bu farklılaşma belirli sektörlerde ve belirli istihdam pozisyonlarında kadınların aleyhine büyük bir artış göstermesidir (İnandı ve Tunç, 2012). Bu artışın görüldüğü iş alanlarında ise genelde toplumda kadına biçilen rollerle benzerlik göstermektedir.

Genel olarak bakıldığında dünya üzerinde ortaya çıkan sorunların başlangıcı kadınların maruz kaldıkları eşitsizliktir. Günümüzde ise kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorunun toplumsal cinsiyetle ilişkili olduğu yönünde yaygın bir kanaat olduğu tartışılmaktadır. Toplumsal cinsiyet; biyolojik

cinsiyetten farklı olarak toplumsal ve kültürel olarak belirlenen ve dolayısıyla içeriği toplumdan topluma olduğu kadar tarihsel olarak da değişebilen “cinsiyet konumu” ya da “cins kimliğidir. Bu anlamıyla toplumsal cinsiyet yalnızca cinsiyet farklılığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda cinsler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerini de vurgular (Berktay,2009).

Cinsiyeti doğa belirlerken; toplumsal cinsiyeti kültür belirler (Üner, 2008). Toplumun kadınlara atfettiği roller sadece kadının aile hayatını etkilemekle kalmayıp sosyal hayatını ve iş hayatını da etkilemektedir. Toplum da öyle bir algı oluşmaktadır ki yöneticilik sadece erkeklere özel bir alan gibi kabul edilmektedir. Bu da kadın sayısının öğretmenlikte fazlayken yöneticilikte az olmasını açıklamaktadır. Bu fark öğretmenler ve yöneticilere kadın ve erkek açısından bakıldığında daha anlaşılır hale gelecektir.