• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.2. Parlamenter Rejim ve Anayasal Sistem

3.2.1. Tek Partili Dönem

Halk Fırkası’ndan bazı siyasal ve kişisel sebeplerden dolayı ayrılanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası’nı (TCF) 17 Kasım 1924 yılında kurmuşlardır. Kurucular arasında parti başkanı Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar, Hüseyin Rauf Orbay gibi Milli Mücadele döneminde önemli görevlerde bulunmuş kişiler yer almaktaydı (Ersel, Kuyaş, Oktay ve Tunçay, 2002:42).

Yeniliklere kişisel ya da ideolojik nedenlerle karşı çıkanların ortak noktası durumuna gelen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası zaman içinde güçlenmiştir. 21 Kasım 1924’de, ağır bir hastalık geçiren İsmet İnönü’nün başbakanlık görevinden ayrılması ve yerine, İnönü’ye göre daha yumuşak karakterli olan Fethi Bey’in atanmasını Terakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası için rahat bir ortamın oluşmasına neden olmuş böylece etkinliklerini arttırabilme olanağına kavuşmuşlardır. (Öztürk, 2006:59). Yaşanan bu siyasi gelişmelerin ardından devlet ve rejim için büyük bir tehlike olan Şeyh Sait İsyanı gerçekleşmiştir.

Şeyh Sait İsyanı, 1 Şubat 1925 tarihinde Doğu Anadolu’daki Kürtler tarafından Şeyh Sait liderliğinde gerçekleştirildi. İsyanın amacı bağımsız bir Kürt devleti kurmak ve halifeliği yeniden diriltmekti. İsyanla başa çıkabilmek için 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edildi. Bir gün önce Başbakanlığa getirilmiş olan İsmet İnönühükümetine bu kanunla, asilere ve gericilere karşı kullanılmak üzere geniş yetkiler verildi. Bunun yanı sıra sıkıyönetim ilan edilerek vatana ihanet suçlarıyla, rejime karşı işlenen diğer bütün suçları yargılamak üzere 1920’de kurulmuş olan İstiklal Mahkemeleri6 geniş yetkilerle harekete geçirilmiş oldu

(Karpat, 2012:133). Kısaca belirtmek gerekirse 1925 yılında Türkiye’nin doğusundaki bazı illerinde ortaya çıkan Şeyh Sait isyanı, din propagandası öne çıkarılmış bir Kürtçülük cereyanı biçiminde değerlendirilebilir. Şeyh Sait isyanı çok süre geçmeden bastırıldı. Ancak isyan ülkenin demokratik gelişim sürecinde olumsuz bir etki yarattı. Nihayetinde isyanın bastırılmasının ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.

Koçak’a göre (1990:101-102) Şeyh Sait İsyanı’nın siyasal sonuçları, tek parti yönetimi açısından demokratik gelişim sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. İsyandan sonra ülkede yeni başlamış olan çok partili hayat sona ermiş oldu ve Takrir- i Sükûn Kanunu ile hükümet tüm ülkede, otoriter bir yönetim kurdu. Bundan sonraki dönemde gerek Mecliste ve gerekse Meclis dışındaki muhalefet geçmişe oranla pek cılız kaldı ve serbest tartışma ve eleştiri olanağı büyük ölçüde ortadan kalktı. Siyasal muhalefet hükümetin sert baskısı altında yaşamak zorunda kaldı. Ahmad (2010b:106) Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasının tüm muhalefetin ezilmesi için gerekli ortamı yarattığını öne sürmektedir. Bunun yanı sıra; şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Medeni Kanun, Ceza Kanunu gibi Türkiye’nin modernleşmesinde önemli olan reformların da muhafazakâr kesimin karşı çıkmasına fırsat vermeden gerçekleştirebilme olanağı vermiş oldu. Böylece yeni rejim güvence altına alınmış oldu.

6 İstiklal Mahkemeleri ile detaylı bilgi için bknz. Kılıç Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, İstanbul,

Karpat’a göre (2012:164); İnönü döneminde Türkiye’yi derinden etkileyen, siyasi rejimin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin güç kaybetmesine neden olan ekonomi olmuştur. Eski Osmanlı mali felsefesini benimseyen İnönü, Celal Bayar’ı başbakanlıktan uzaklaştırdıktan sonra bürokratik devletçi ve tekelci iktisadı politikasını tekrar yürürlüğe koymuştur. Savaşın da etkisiyle askeri harcamalar ve bütçe giderleri artmış ve birçok ürün de ithalatı yapılamadığı için karaborsaya düşmüştür. Hükümet de İnönü’nün iktisadı politikasını benimseyerek, üretimi arttırmak yerine mevcut kaynakları tüketmeyi tercih etmiştir.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı da ekonomisi zaten zayıf olan genç Cumhuriyet’in daha zor bir duruma düşmesine neden oldu. Cumhuriyet’in ilanından itibaren Kemalist devrimlerin hızlı gelişmesi halkta bir tepkiye neden olmuştu. Bununla beraber hükümetin ortaya çıkan bu tepkileri bastırmak için kullandığı baskı mekanizmaları ve ekonomik ve sosyal alanda somut başarılı bir politika izleyememiş olması, ülkede genel olarak bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Atatürk, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal sorunların hükümetin Meclis’te eleştirisiz ve denetimsiz bir konumda kalmasından kaynaklandığını düşünüyordu (Koçak,1990:106). Bu açıdan bir muhalefet partisinin siyasi hayata katılması demokrasinin gelişimi ve ülkenin refahı açısından faydalı olabilecekti. Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası 12 Ağustos 1930 yılında Fethi Okyar tarafından kuruldu (Ersel, Kuyaş, Oktay ve Tunçay (I.cilt), 2002:146). Bir muhalefet partisinin varlığı hem iktidarın hem de aslında var olan muhalefetin gücünü ortaya açıkça ortaya koyabilmesi ve iki partili bir sisteme geçilmesinin demokrasiye uygunluğu açısından önem taşımaktaydı.

Ahmad’a (2010: 15-17) göre kuşkusuz Cumhuriyet’i kuranların tek partili bir devlet kurmak gibi bir niyeti söz konusu olmamıştı. 1925 Şeyh Sait İsyanı ile kendini gösteren karşı devrimci güçlerin varlığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına yol açtığından, Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası da, yine aynı sonuca maruz kalmamak için 17 Kasım 1930’da kendini feshetti. Bu durum sonraki 15 yıl boyunca da CHP’nin tek parti olarak iktidarını sürdürmesine neden oldu.

Bu bağlamda Atatürk aslında çok partili siyasal düzeni güdümlü muhalefet oluşturma yoluyla denediğini ancak bu düzenin başarısızlıkla sonuçlandığı ortadadır. Bunu ülkenin çok partili cumhuriyet düzenini uygulayabilecek duruma gelmemiş olmasına bağlayan Atatürk, toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırabilmenin yolunun tek partili cumhuriyet düzenini ulusal irade temelinde devam ettirmek olduğu kanısına varmıştır (Goloğlu, 2009:3). Düzeni devam ettirmek için de Cumhuriyet Halk Partisi’nin uygun olduğu düşünülmekteydi.

Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk 29 Kasım 1930 tarihinde Trabzon’da yaptığı konuşmada tek partili düzeni sakıncalı gördüğünü, ancak bir zorunluluk neticesinde ortaya çıkan bu dönemde oluşabilecek sakıncaları ortadan kaldırmak için daha çok çalışılması gerektiğini vurgulamaktadır (Yetkin, 1983:29). Konuşmasında şöyle demektedir:

“…Karşımızda birçok fırkalar varmış gibi her gün daha fazla bir faaliyetle çalışmak, fikirlerimizi halk kütlelerinin içine yaymak ve köylerimize kadar götürmek mecburiyetindeyiz. Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lazımdır. Tasavvur (tasarım) ve faaliyetlerimizde bu kadar hassas ve muteyakkız (uyanık) bulunmak suretiyle muhalifsiz bir fırkanın mahzurlarını bertaraf etmiş (sakıncalarını gidermiş) oluruz”.

1937 yılına gelindiğinde Atatürk ve İnönü arasındaki tarihi süreçte aralarında oluşan uzlaşmanın zarar görmesi neticesinde bazı fikir ayrılıklarının varlığı kendini gösterdi. Atatürk İnönü’nün devletçilik politikasının başarıya ulaşıp ulaşmayacağı konusunda tereddüt içindeydi. Hatta bu nedenle özel sektöre yakın olan Celal Bayar’ı İktisat Bakanı yaparak hükümet içinde olmasını uygun görmüştü. Bunu yanı sıra dış politikayla ilgili bazı konularda da, Hatay meselesi gibi, İnönü ve Atatürk arasında fikir ayrılıkları yaşanmıştı (Ersel, Kuyaş, Oktay ve Tunçay (I.cilt), 2002:280-281). Nihayetinde Atatürk’ün isteği üzerine İnönü önce izinli olarak ayrıldığı başbakanlık görevinden, daha sonra da istifa etti. Yerine Celal Bayar başbakan oldu.

10 Kasım 1938 yılında Atatürk’ün ölümünün ardından Cumhurbaşkanlığı’na İsmet İnönü geçti. Bu değişiklik ülke siyasetinde nispeten sertleşme yaşanmasına neden oldu. Partinin sağcı kanadı bakanları değiştirerek, hükümetin kontrol altına alınmasını sağladı. Öyle ki, Atatürk’e düşman olan bazı kişilerin milletvekili

olmasına izin verildi, rejim muhalifi olan diğer bazı kişilerin de birtakım hakları iade edildi. Hükümet bir parti hükümeti halini aldı. İsmet İnönü yani milli şef partinin daimi başkanı ve devletin simgesi haline gelmiştir (Karpat, 2012:161).

Akın (2010:308), Atatürk ile yaşamış olduğu fikir ayrılıklarına karşın mevcut siyasal düzende İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinin Kemalist devletin, Atatürk’ün fiziki varlığından öte özerk olarak cumhuriyet esaslarında pekiştiğinin göstergesi olduğunu belirtmektedir. Bunun yanı sıra İnönü’nün bu göreve getirilmesi partinin politik ve ideolojik birliğini sağlayabilecek tek isim olması nedeniyle partinin ortak aklı neticesinde alınmış bir karardır. İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmiş olması, parti, devlet ve bürokrasinin, yerleşik düzeni, statükoyu, kurucu önderin yokluğunda en iyi onun devam ettirebileceğine olan inanıştan kaynaklanmıştır.

İnönü, geçişin kendisi hayattayken yapılması istemiş ve bunun da sebebini (Toker, 1970:77-78) şöyle açıklamıştır: “Ben ömrümü tek parti rejimi ile

geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu nedenle vakit geçirmeksizin bu ise girişmeliyiz. İnönü’nün kızı Özden Toker de

(Birand ve Dündar, 1995:24), İsmet Paşa’nın o dönem de çok partili rejime geçme isteği konusunda şöyle demektedir. “Tabii ilk demokrasi kurulmak üzereyken

babama belki de iyi niyetle gelip, ‘Aman Paşam, daha çok erken. Bu işe girmeyelim. Daha halkımız olgunlaşmadı. Biraz daha bekleyelim’ diyenler çok oluyordu. Ve, ‘Paşam, ilk defa size hücum edecekler, sizi yıpratacaklar’ derlerdi. Bunlara da gene babam gülerek cevap verirdi: ‘İşte ben bunun için benim sağlığımda bu işe geçmek istiyorum. Benden sonra gelecekler benim kadar sabırlı olmayabilirler. Ama ben kendime güveniyorum” derdi. Nihayetinde Türkiye 1946 yılına gelindiğinde çok

partili sistemle tanışmış oldu.

3.2.2. 1946 Çok Partili Sisteme Geçiş

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan kutuplaşma sürecinde, Türkiye de tek parti iktidarını terk ederek, çok partili sistem ile yeni bir rejime adım atmış oldu. ABD ve SSCB arasında süregelen Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye Batı’nın

yanında yer almış, bu nedenle de çok partili sisteme geçiş sürecinde sol partilerin var olmasına izin verilmemiştir. (Yılmaz, 2012:85). Türkiye’nin demokratikleşme süreci açısından çok partili sisteme geçilmesi olumlu bir durum olmakla birlikte, farklı ideolojilerin siyasal düzlemde temsilinin engellenmiş olması aslında demokratikleşme sürecinin biçimsel olarak gerçekleştiğini de göstermektedir.

Akın (2010:331) tek parti döneminin sona erme nedenlerinin tartışmalı olduğunu belirtmektedir. CHP’nin çok partili rejimi siyasal düzlemde ulaşılması gereken bir hedef olarak görmesinin yanı sıra, CHP’nin tek parti döneminde sürdürmüş olduğu yönetimi adım adım gerileterek demokratik bir devrim gerçekleştirdiği de diğer neden olarak gösterilmektedir. Ahmad da (2010:25), Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren CHP’nin gerçekleştirdiği devrimci değişimler topluma dayatılarak gerçekleştirildiğini, ancak canlı bir ulus devlet yaratma açısından başarılı sonuçlar doğurmasına karşın, sıradan halk üzerinden herhangi bir etkiye sahip olamadığını belirtmektedir. Bu da halkın Kemalist rejime yabancılaşmasına neden oldu. Bu noktada muhalefetin varlığının halk için gerekli ve kaçınılmaz olduğu bir ortamın mevcudiyeti söz konusu olmuştur.

Çok partili sisteme geçilmiş olmasının en önemli sonucu, siyasal muhalefetin oluşumu ve muhalefet kurumunun resmi olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Çok partili sisteme geçilmesinde iç ve dış etkenler etkili olmuştur. Dış etkenler bloklaşma politikasının gündeme gelmesi ve bu arada Sovyetler Birliği’nin boğazlarla ilgili olarak Türkiye’ye nota vermesi, Türkiye’yi Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki Batıya yaklaştırmış, bu da demokrasinin esas alınmasını zorunlu gerektirmiştir. İç etkenleri ise, toplumsal güçlerde meydana gelen gelişmeler ve geniş kitlelerin içinde bulunduğu ekonomik durum oluşturmaktadır (Turgut, 1986:443). Bu bağlamda toplumdaki sosyal değişimler ve ekonomik bunalımlardan dolayı oluşan hoşnutsuzluk siyasal hayata da yansıyarak, çok partili sistemin önünü açmıştır. Ayrıca Sovyetler Birliği karşısında ekonomik ve askeri yönden güçsüz olan Türkiye Batı’ya yaklaşma ve Batı’nın desteğini alabilme gayreti içerisine girmiştir. Bu nedenle de demokratikleşme yolunda çok partili siyasal düzene geçilmesi bir nevi gereklilik haline gelmiştir.

Çok partili siyasi hayata geçişin ilk adımı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den gelmiştir. 19 Mayıs 1945’te yaptığı konuşmada, İnönü, savaş bittiğini ve artık demokrasi yolunda yeni adımlar atılabileceğini ifade etmiştir. İkinci adım ise, 17 Haziran 1945’te altı milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, iktidardaki tek parti olmasına karşın CHP’nin aday göstermemesi olmuştur (Eroğul,2003:113). Kongar’ a göre de (1998:148) İnönü Türkiye’de gerçek demokrasinin kurucusu olarak tarihe geçmiştir. Kendi gücünü Türkiye’de siyasal hayatın ve demokrasinin gelişebilmesi için kısıtlaması da bunu kanıtlar niteliktedir. Atılan bu adımlar çok partili hayata geçişte İsmet İnönü’nün desteğini açıkça göstermektedir. İnönü, Atatürk’ün gerçekleştirmek istediği ama ülkenin hazır olmadığını düşündüğü için ertelediği çok partili demokrasiye geçerek Atatürk Devrimlerini tamamlamak konusunda kararlılığını göstermiş olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birden fazla siyasi partini yer aldığı ilk seçim 21 Temmuz 1946 yılında yapıldı. Türkiye’nin siyasal tarihindeki en şaibeli seçim olarak anılan bu seçimde 465 milletvekilliğinden 395’i CHP, 66’sı DP tarafından meclise sokulabildi. Seçim sonuçları ilan edildikten sonra DP, seçimlerde baskı, hile ve yolsuzluk yapıldığını ileri sürerek itiraz etti ancak bu itirazları bir sonuç vermedi (Ersel, Kuyaş, Oktay ve Tunçay (II.cilt), 2002:96-97). Böylece CHP dört yıl daha iktidarını kesinleştirmiş oldu.

14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından Türkiye’de yeni bir dönem başlamış oldu. Seçimleri DP’nin kazanması uluslararası alanda da Türkiye’nin demokrasi serüveni açısından olumlu sesler getirdi. Ancak Türk siyasi hayatında iktidar muhalefet ilişkilerinin seyri, siyasi aktörlerin zihniyet yapısı bu dönemde de kendini kısa sürede gösterdi. DP’nin CHP iktidar olduğu süreçte eleştirdiği, anti-demokratik bulduğu hemen her şey bu dönemde de CHP tarafından şikayet konusu oldu (Yalçın, 2002:548-549). Bu bağlamda demokratik normlara uygun olarak uygulanan seçim sistemi dışında siyasi sürecin işleyişinde anlayış açısından bir değişiklik olmadığını söylemek mümkündür.

O dönemde seçimlere hazırlanan CHP, seçimi kazanacağından şüphe duymamaktaydı. Ahmad (2010: 53-54) CHP’nin bunun için haklı nedenleri olduğunu

belirtmektedir. Öyle ki CHP, seçim kanunu artık bir sorun halinden çıkararak, DP tarafından kabul edilebilecek bir hale getirmiş, çok partili siyasi hayata geçişi başarıyla sağlamış, halkın da bazı maddi ve manevi özlemlerini gidermişti. Hatta yeniden seçilirse Kemalizmin altı ilkesini de anayasadan çıkarmayı düşünmekteydi. Özel sektörü ve dincileri yatıştırmak için de her şeyi yapan CHP, ne yazık ki parti imajını değiştiremedi. Bunun en önemli sebebi olarak da İsmet İnönü’nün varlığı ve geçmişle olan bağlar gösterilmekteydi.

Demokrat Parti ise, CHP’ye göre kişisel hak ve özgürlükler konusunda daha liberal bir parti olarak siyaset sahnesinde yer almıştı. CHP, ilk başta güdümlü olan bu muhalefet partisinden memnundu. Fakat bu memnuniyet DP destekçilerinin hızla artmasıyla yerini memnuniyetsizliğe bıraktı. İsmet İnönü muhalefet partisine izin verirken, bunun denetim altında kalması gerektiğine inanıyordu. Oysa halk tek parti iktidarına son verilmesini arzu ediyordu. Demokrat Parti, düşünce ve çıkar farklılıkları gözetilmeksizin, programı, görüşleri ve yaklaşımı ayrıntılı olarak bilinmemesine karşın ülkedeki bütün karşıt gruplarca desteklenmişti. Tek parti düzenine karşı birikmiş olan bıkkınlık, Demokrat Parti için büyük bir destek niteliğine dönüşmüştü (Kongar, 1998:146-147). İsmet İnönü muhalefet partisinin varlığının CHP’ye olan yönelime herhangi bir etki etmeyeceğini düşünmüştü. Aksine DP’nin bu yönelime destek olacağını da düşünmüş o nedenle kontrol altında tutulacak olan bir muhalif gücün varlığını kabul etmişti. Ancak DP’nin aldığı destek siyasal sürecin de seyrini değiştirmiş oldu.

Demokrat Parti seçimi orta direk olarak tabir edilen; köylüler, küçük tüccar ve esnaf, serbest meslek sahiplerinin oylarıyla kazandı. Bu seçim başarısı tek parti iktidarı döneminde mevcut siyasi ve ekonomik politikalara bir tepki olarak gelişmişti ve toplumun ileriye dönük özlemlerini de ifade etmekteydi (Karpat, 2012:19). Bununla birlikte Demokrat Parti’nin özellikle 1946-1950 yılları arasında sürekli kullandığı “Bu millet 27 yıllık CHP iktidarından neler çekmiştir” edebiyatı da seçim başarısında etkili olmuştur (Toker,1991:37). Neticede demokrasi açısından değerlendirildiğinde Demokrat Parti’nin serbest tek dereceli seçim ve halk oyuna dayanarak iktidara gelmiş olması Türkiye demokrasi tarihi açısından önemli bir devrim olarak nitelendirilmektedir.

Kalaycıoğlu (1998:37) 1950’lerin siyasal hayatının toplumun ikiye ayrılmış temsilcileri olan CHP ile DP arasında geçen mücadele ile geçtiğini belirtmekte ve hakkında şöyle demektedir :

“CHP, merkezin ve bir anlamda da devletin partisi konumunu sürdürürken, DP de kenarın partisi olarak bu mücadelede yerlerini almıştır. Kırsal kitlelerin temel yakınmalarına, özellikle ceberrut bürokrasiye karşı savaşmak üzere ortaya çıkan DP, temsili ve popülist bir mekanizma olarak belirginleşmiştir. Özetlemek gerekirse, 1950’lerin siyasal gruplaşmaları, bir yanda bürokratik sınıfları, bazı büyük toprak sahiplerini ve onları etkisi altındaki daha geri köylü kesimlerini temsil eden CHP ile öte yanda ticaret ve sanayi burjuvazisi, şehirlerin dar gelirli tabakaları ve köylü sınıfının daha modern kesimlerince desteklenen DP’yi karşı karşıya getirmiştir.”

Demokrat Parti’nin programı eski partinin programından farklı değildi. Ahmad’a (2010: 30-32) göre zaten Türk siyaset yaşamının o dönemdeki dar sosyo- ekonomik temeli göz önünde bulundurulduğunda herhangi bir farklılık olması beklenemezdi. Demokrat Partililer de aslında iktidarı ele geçirmek isteyen, CHP ile siyasi bir yarış içine girerek, ülkeyi daha iyi bir programla yönetebileceğini iddia eden, siyasi yaşamını CHP içinde geçirmiş kişilerden oluşmaktaydı. Bunun yanı sıra Demokrat Parti de Kemalizmin altı ilkesini benimsemekteydi. Ancak ilk hükümet programında Menderes’in kullandığı “Millete mal olmuş inkılaplarımız mahfuz

tutulacaktır” söylemi Cumhuriyet tarihinde de bir ilk yaratmıştır (Toker, 1991:37) .

Nitekim Menderes’in sözünü ettiği millete mal olan ve mal olmayan inkılâpların ne oldukları siyasi süreçte alınan kararlar ile kendini göstermiştir. Demokrat Parti iktidarı bu ayrımı yapabilme hakkını kendinde görmüş ve ona göre hareket etmiştir.

Menderes hükümeti kurar kurmaz öncelikle iktidarını güvence altına almayı amaçladı. Bu maksatla ordunun üst kademelerinde değişiklikler yaptı. Menderes’in Atatürk devrimlerini pek benimsememesi ve ordudaki Atatürk’e bağlılık ordu üst düzey komutanların toplu olarak görevlerinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Ardından 6 Haziran 1950 tarihinde Türkçe ezan uygulaması kaldırıldı. Köy okullarına din dersi konuldu. Anayasa’nın adı değiştirilerek Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adını aldı. Dış siyasetteki ilk uygulaması ise Kore’ye asker göndermek oldu. NATO’ya girildi, Bağdat ve Balkan Paktları oluşturuldu. Bağımsızlık mücadelesi veren Kuzey Afrika ülkelerine karşı sömürgeci devletlere destek verildi. Anadolu köylerinin aydınlanmasında büyük payı olan Halkevleri kapatıldı (Aydoğan,

2005:138). Kısacası Menderes döneminde yürütülen politikaların büyük çoğunluğu Atatürk ilke devrimleri ve Atatürk’ün dış politika anlayışı ile bağdaşmamaktaydı.

DP’nin ekonomi politikası da bu dönemde tartışılan önemli konulardan biri oldu. Türkiye 1947 yılında Amerika’dan askeri yardım almaya başladı. Bunu 1948 yılındaki Marshall planı izledi. Bu gelişmelerin neticesinde de Türkiye’ye ekonomik olarak önemli yardımlar yapılmış oldu. Başlangıçta 100 milyon dolarlık yardım, Kore’ye asker gönderilmesinin karşılığında 233 milyon dolara yükseltildi. 1968 yılına gelindiğinde ise, Avrupa ve Amerika’dan gelen yardım miktarı yaklaşık 5 milyar dolardı. Bunun bir kısmını askeri yardımlar oluşturmaktaydı. Menderes ekonomik kalkınmaya önem verdi. Devlet bir yandan ülkede yatırımlara yöneldi, diğer yandan da özel girişimi teşvik etmeye çalıştı (Karpat, 2011:141). Yaşanan yardımlar neticesinde ülkede ekonomik kalkınma hızlanmaya başladı. Uygulanan ekonomi politikası halkın geçici bir süre ekonomik anlamda rahatlamasına ancak ülke ekonomisinin ileriki aşamalarda tıkanmasına yol açtı.

2 Mayıs 1954 yılında gerçekleşen genel seçimlerde iktidarını pekiştiren DP, 541 milletvekilliğinden 503’ünü elde etti. Ardından yargı bağımsızlığını, üniversite özerkliğini, basın özgürlüğünü ve muhalefet yapma olanaklarını geniş ölçüde kısıtlayan bir dizi yasal düzenleme yaptı. 60 yaşını veya 25 hizmet yılını dolduran yargıç ve profesörleri emekliye ayırma yetkisi hükümete verilerek adalet mekanizmasının bağımsızlığına ve üniversite özerkliğine zarar verildi. Seçim yasasında da çeşitli değişiklikler yapan DP, bir siyasi partiye başvurup adaylığı

Benzer Belgeler