• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.1. Cumhuriyet Rejiminin Düşünsel Temelleri

3.1.3. Devletin Kurucu İdeolojisi Olarak Kemalizm

Kemalizm, 20. yüzyılın ikinci yarısında, yarı sömürge halinde yaşayan Osmanlı toplumunun temel unsurunu oluşturan Türkler’in Atatürk’ün önderliğinde verdikleri bir savaş sonrasında ortaya çıkmıştır. Kemalizmin temel amacı; ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek, birey olmanın önemini pekiştirebilmek, tebaa düzeyindeki toplumsal yapıdan bir ulus yaratabilmek ve bu ulusun kendi öz benliği konusunda farkındalığını güçlendirmektir (Arı, 2010:176-177). Bu bağlamda Kemalizm, Osmanlı’da geri planda bırakılan Türk milletini bir ulus bilincinde

birleştirerek, Türk toplumuna bir yaşam biçimi ve ilkeler dizgesi sunan bir ideoloji olmuştur.

Kemalizmi anlamak için öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak ve ne yaptığını bilmek gerekmektedir. Atatürk ile ilgili Robert Benewich ve Philip Green (2005:37) bu konuda şunları demektedir:

“Bir asker ve siyasetçi olan Atatürk’ün politik düşüncesinin izlerini takip ederken, kariyerinde üç şeyin baskın çıktığını görüyoruz: O, Batılı büyük güçlerin Orta Doğu’ya girmesine silahlı direniş gösteren ilk ulusal liderdi; Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine bir ulus-devlet kurdu ve Anadolu Türk toplumunu, ağırlıklı olarak dinin şekillendirdiği bir hayat düzeninden çıkartarak, temel öğesi laiklik olan bir topluma dönüştürdü.”

Bu dönüşüm Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Devrimi’nin anıtı olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması ile sonuçlanmıştır. Türk Devrimi; temel felsefesi Aydınlanma olan, hedefi çağdaş uygarlıklar seviyesinde olabilmek olan ve tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, özgürlük esaslarına dayanan, akıl temelli bir devrim olma özelliği taşımaktadır. Bu şekliyle bir uygarlık tasarımıdır. Eğitim, bilim, kültür, sanat, siyasal yapılanma gibi tüm alanlarda gerçekleşmiş, bütüncül bir devrimdir (Karaduman, 2006:595). Devrimin bütüncül olması aklın ilkelerine dayanarak gerçekleştirilmesinde yatmaktadır. Yani Türk Devrimi bir Aydınlanma Devrimi olmuştur.

Türk devrimi yapısı itibariyle tek adam devrimi olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Atatürk, devrimin kurallarını kendisi koymuş, onu başlatmış, yürütmüş ve yönlendirmiştir. O dönemdeki toplumsal yapının ihtiyacı olan köklü değişikliklerin bir lider tarafından yapılması gerekli olmakla birlikte, Atatürk ilkelerin büyük çoğunluğunu toplumun içinden çıkarmıştır (Mumcu, 2000:67-69). Bu bağlamda devrim tek adam devrimi olmasına karşın, Atatürk çok yönlü bir lider olduğundan Kemalizm de çok yönlü bir görüş olmuş ve yapılanmıştır.

Bunun yanı sıra ulusal bir ideoloji olan Kemalizmi diğer yabancı siyasal ideolojilerle açıklamak mümkün değildir. Çünkü Kemalizm, Türk halkının ve o dönemdeki Türk vatanının temel ihtiyaç ve gereksinimlerinden, sosyal, ekonomik,

siyasi yapısı göz önünde bulundurularak oluşmuş bir ideolojidir (Giritli, 2004:44). Türk Devrimi’nin ve Kemalizmin kendine özgü muhtevi bir yapısı olduğu ortadadır. Milliyetçilik, ulusal egemenlik, cumhuriyetçilik, laiklik çağdaşlama ve akılcılık Fransız İhtilali ve Aydınlanma felsefesinden gelen ilkelerdir. Ancak Atatürk tüm bu düşünce ve kurumları kendine özgü toplumsal özellikleri olan Türk milletine sokmayı başarabilmiş ve köklü bir değişim yaşanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda Kemalizm yaşanan olaylarla yön bulmuş ve gerçekleşmiş bir fikirler bütünüdür.

Öyle ki Atatürk’ün Fransız İhtilali konusunda söylediği şu sözler devrimden etkilendiği hususunu açıkça yansıtmaktadır (Çeçen, 2012:254):

“Fransız Devrimi tüm dünyaya özgürlük düşüncesini yaymıştır ve bu düşüncenin bugün de kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten bu yana insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi, Fransız Devrimi’nin açtığı yolu izlemiş, fakat daha sonra kendine özgü belirgin bir nitelikte gelişmiştir. Çünkü her ulus devrimini toplumsal ortamın baskılarına ve gereksinmelerine bağlı olan durum ve konumuna, bu ihtilal ve devrimini olduğu zamana göre yapar.”

Kemalizm hareketini diğer ihtilallerden ayıran nokta ise; dingin ve barışçı bir biçime sahip olmasıdır. İhtilal doğası itibariyle düzenin, konulmuş yasaların, toplumsal disiplinlerin yıkılması ve insanın bir nevi ilkel durumuna, vahşet durumuna dönmesi gerçeğidir. Oysa Kemalist ihtilal böyle bir durum yaşanmamıştır. Birtakım ayaklanmalar yaşanmasına karşın, bunlar Kemalist ihtilalin dışında kalan olaylar olmuştur (Tekinalp, 2012:28). Kemalizm, barışçı ve dingin nitelikli bir ihtilal olmasına karşın, diğer devrimlere göre tarihte çok daha önemli bir yere sahiptir.

Kemalizmin, bir doktrin ya da dogma olmadığını da belirtmek gerekmektedir. Atatürk’ün kendisinden önce sistemleştirilmiş ve tartışılabilir dahi olsa, düşünce ve hareket prensipleri belli olan, sınırlı bir fikir sistemine kendini bağlamadığı açıkça ortadadır. Nitekim 1931 yılında CHP’ye esas alınacak ilkeler belirlenirken, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Paşam bu her bakımdan bir devrim partisidir. Devrim

partileri bir doktrine dayanmaksızın yürüyemez” demesine karşına Atatürk; “Elbette yok, o zaman donar kalırız” demiştir (Güngör, 2007:38). Atatürk, Kemalizmin bir

kalıplaştırılmasının gerilemeye yol açacağını düşünmesinden dolayı karşı çıkmaktadır.

Öyle ki, Kemalizmin demokratik- pragmatik bir yapıya sahip olduğuna dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in sorduğu soruya Atatürk’ün verdiği cevap açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır (Giritli, 2004:10):

“Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirildiğini iddia etmek, aklın ve ilmin inkişafını inkar etmek olur. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Kemalizmin temel dayanak noktasını bilim ve bilimsel yöntem oluşturmaktadır. Kemalizm pozitif bir yaklaşımla dine dayanan eski düzeni reddetmekte ve Batı’da olduğu gibi bilimin öncülüğünde rasyonel bir toplum ve devlet düzeni kurmayı amaçlamıştır. Kemalizm 19. yüzyılda ortaya çıkan ideolojilerden farklı olarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu özel koşullarına uygun eklektik bir yöntemle sentezci bir yol izlemiştir. Bunu yaparken değişik felsefi yaklaşımlardan yararlanmış ve emperyalizme karşı bağımsızlığı ön planda tutmuştur (Çeçen, 2012:25-26). Atatürk, pozitivist yaklaşımı ana felsefe olarak belirlemiş ve Kemalizmi de bu düşünce üzerinde temellendirmiştir. Böylece Kemalizm, Türk milletine tarihinde ilk defa bilimsel yöntem ve pozitivist felsefeyi getirmiş olmaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, Kemalist projenin amacı kapsamı ve ayrıntıları sistemli bir biçimde belirli bir toplumsal sınıfı harekete geçirmek üzere kaleme alınmış, uygulayıcısını bekleyen ve tarih öngörüsünde bulunan bir ideoloji değildi. Aksine projenin tüm safhaları projenin esas uygulayıcısı, baş aktörü olan M. Kemal Atatürk’ün aklında çocukluğundan beri yer almaktaydı. Atatürk bunu şu sözlerle ifade etmektedir (Ozankaya, 1996:49): “Eğer ben size bu sorunu (ulusal kurtuluşu)

ancak son yıllarda düşündüm dersem inanmayınız. Ben ta çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım”

Hiç kuşkusuz Kemalist Devrim, tarihte bir dönüm noktası olma özelliği taşımaktadır. Çünkü Ortadoğu’da bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi anlamında ilk defa gerçekleşmiş bir devrimdir ve bu devrim birçok reformu da beraberinde getirerek devam etmiştir. Bunların başlıcaları; laik yasaların kabul edilmesi, halifeliğin kaldırılması, Türk kadınının sosyal ve siyasal hayatta yer bulması, üniversitelerde modernleşmenin yaşanması, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla bilimsel araştırmalara başlanmış olması, endüstri ve tekel idarelerinin kurulması, soyadı kanunun gerçekleşmesi, Latin Harfleri’nin kabulü ve Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasıyla ilişkilerin başlamış olmasıdır (Ülken, 1998:36). Görüldüğü üzere, Kemalist Devrim ile Atatük, kısa sürede birçok yenilik yapmayı başararak, Türk toplumunda köklü değişiklikler yaşanmasını sağlamıştır.

Atatürk, yeni Türk devletini kurarken, Türk’ün ileride tekrar benzeri tehlikelere düşmemesi için bir sistem kurarak, devletin dayanarak uygulayacağı altı tane ilke belirlemiştir. Bu ilkeler Türk milleti’nin gereksinimleri, yapısı, özellikleri ve içinde bulunulan sosyo-ekonomik ve siyasi durum göz önünde bulundurularak şekillendirilmiştir (Giritli, Baykal ve Baykal, 2008:20) Kemalizmi meydana getiren devletin dayandığı bu ilkeler ise; cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, halkçılık ve laikliktir.

Kemalizmin düşünce sistemini oluşturan bu ilkeler, Atatürk tarafından sırayla hayata geçirilmiştir. Öyle ki, Kurtuluş Savaşı yıllarında Milliyetçilik ve Halkçılık uygulanırken, Cumhuriyet’in ilanı ve devamında Cumhuriyetçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri uygulamaya konulmuştur. 1930’lu yıllarında başında ise son ilke olan Devletçilik ilkesi uygulanmaya başlanmıştır. 1931 yılında toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Üçüncü Kurultayı’nda partinin temel ilkeleri olmuş; 5 Şubat 1937 tarihinde de anayasa maddesi olarak devletin temel ilkeleri olarak tanımlanmıştır (Ertan, 2011:239). Bu durum Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrim ve ilkeleri toplumsal yapıya göre şekillendirip daha sonrasında toplum pratiğine geçirdiğini göstermesi bakımından önem taşımaktadır.

Kemalizmin temel hedeflerinden biri cumhuriyet yönetimi kurabilmekti. Atatürk, cumhuriyet yönetimini, demokrasi sistemine dayalı bir devlet biçimi olarak

tanımlamaktaydı. Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve akılcı uygulamacısının cumhuriyet yönetimi olduğunu vurgulamıştır. Bununla beraber, Türk ulusunun doğasına ve yapısına da en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu belirtmektedir (Çeçen, 2012:129). Böylece cumhuriyetçilik ilkesi ile daha önce demokrasi ile tanışmamış bir topluma cumhuriyeti ve demokrasiyi benimsetmeyi başarmıştır. Zaman içinde de bu ilke sayesinde rejim halk kitlelerine de mal edilebilmiştir.

Cumhuriyetçilik ilkesi birtakım değerler ve normlar içermektedir. Bunlar (Ersevinç Akkuş, Akkuş ve Kesiriklioğlu, 2004:349-350); öncelikle halkın yurttaş olarak ülkedeki siyasal sürece katılabilmesi yani ulusal egemenlik ve demokrasinin varlığıdır. Siyasal yapının dünyevi bir meşruiyet anlayışı içermesi ve toplumsal hayatın da yine dünyevi gereksinimlere göre düzenlemesi yani laikliğin varlığıdır. Tüm alanlarda çağın getirdiği çağdaş değerleri benimsemeyi gerektiğini vurgulayan çağdaşlaşmadır. Toplumu birarada tutan ortak değerlerle birlikte oluşan ulus- devlettir. Tüm yurttaşların yasalar karşısında eşit hak ve özgürlüklere sahip olması ve hukukun üstünlüğünü içeren hukuk devleti olmasıdır. Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki alanlarda tam bağımsız bir devlet olabilmektir.

Atatürk’ün liberalizm karşıtı olan devletçilik anlayışı ise, devletin ekonomik yaşama müdahale etmesini ve denetlemesini, gereken durumlarda da bizzat girişimci olarak ekonomik hayatta yer almasını öngörmektedir. Devletçilik anlayışı o dönemin koşulları içerisinde şekillenmişti. Geri kalmış bir ülke olan Türkiye’de ekonomik yatırımları yapacak bir burjuva sınıfı yoktu. Halkı yoksul tutarak ekonomik bir kalkınma yoluna gidilmesi ise, halkçılık ilkesine ters düşmekteydi. Bu nedenle ekonomik yatırımların devlet eliyle yapılması uygun görüldü (Kışlalı, 1993:44-45). Böylelikle altyapı ve sanayi devlet eli ile kurulacak, eşit bir paylaşım gerçekleşmiş olacak ve ekonomik anlamda daha üstün bir sınıfın da halkı ezmesinin önü kesilmiştir. Bu da devletçilik ilkesinin sınıfsız bir toplum yaratma amacı taşıdığını da göstermektedir. Atatürk (Ersevinç Akkuş vd, 2008:372) ise devletçilik ilkesi ile ilgili şunları söylemektedir:

“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19.asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden ele alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bize manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol liberalizmden başka bir sistemdir.”

Devletçilik ilkesi sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal bir içeriğe de sahiptir. Çünkü Atatürk devletçiliği fırsat eşitli yaratma konusunda devleti görevli olarak görmektedir. İlköğretim, aşar vergisinin kaldırılması, harf ve dil inkılâbı da bunun en büyük göstergesidir (Giritli, 2004:25). Bu bağlamda Kemalizm devletçiliği sadece ekonomik anlamda endüstrileşme olarak görmemekte, toplumsal anlamda da devlete çeşitli görevler ve sorumluluklar yüklemektedir.

Kemalizmin milliyetçilik ilkesi ise Türk kimliği üzerine şekillendirilmiştir. Türk milliyetçiliği; Osmanlı ve Muhammed ümmeti kimliğinin var olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra gelişmeye başlamıştır. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın kazanılarak, yeni bir Türk Devleti kurulması milliyetçiliğin güçlenmesinde etkili olmuştur. Bu nedenle Türk milliyetçiliği bir doktrin değil, tarihsel ve siyasal bir olay olarak gelişme göstermiştir. Nitekim Atatürk; “Türkiye

Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ve “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözleri ile Türk’ü tanımlamıştır (Karal, 2003:55). Bu tanımlarda da ırksal

bir nitelendirmenin olmaması Türk milliyetçiliğinin muhtevi yapısı hakkında yeterince bilgi vermektedir.

Öyle ki bu durum yasal olarak da; Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde yapılan Türk tanımı ile açıkça ortaya konmaktadır. Madde şöyle demektedir (Eriş, 2012:146). “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın

vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur”. Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk

milliyetçiliği ırksal, etnik, kafatasçı bir milliyetçilik anlayışına sahip değildir. Vatandaşlık bağı ile ülke topraklarına bağlı olan herkes Türk kabul edilmektedir.

Bu bakımdan Kemalizmin milliyetçilik ilkesi ise vatanseverlik yani patriotism kavramı ile açıklanabilmektedir. Patriotism, sınırları belli bir ülkeyi vatan olarak kabul eden ve birarada yaşamayı amaç edinmiş bir halkın, çağdaş ve maddi anlamda savundukları bir akım, bir ülke ulusalcılığıdır (Çeçen, 2012:124). Bu açıdan Kemalizm de bir Türk patriotismi olarak değerlendirilebilmektedir. Kemalizmin milliyetçilik ilkesi ulusalcılığa dayanmakta ve ülke bağımsızlığını savunan bir anlayış içermektedir.

Kemalist milliyetçilik ilkesi bağımsızlığı ve çağdaşlaşmayı hedeflemektedir. Herhangi bir ayrım gözetmeksizin çağdaş bir ulus yaratmak ve bu ulusu çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi haline getirmeyi hedefleyen Mustafa Kemal, bunu tüm uluslar için de savunmaktaydı. Barışçı ve başka ulusları egemenlik altına almayı değil onları özgürleştirmeye yönelik bir ulusçuluk anlayışına sahipti.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü bu anlayışın özünü tam olarak yansıtmaktadır

(Kışlalı, 1993:37). Bu bağlamda fetih politikasını devletin temel felsefesi haline getirmiş olan Osmanlı’dan sonra, Türkiye Cumhuriyeti yayılmacı bir politika izlememiş kalkınma ve gelişme ilkesine dayanan bir politika uygulamayı amaç edinmiştir.

İnkılâpçılık ilkesi; zaman içinde geri kalmış kurumların ortadan kaldırılmasını ve yerlerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak ve ana hedef olarak bunu amaçlayan kurumların konulması esasına dayanmaktadır. Atatürk (Giritli, Baykal ve Baykal, 2008:21) inkılâpçılık konusunda söylediği sözlerle bunun önemini vurgulamaktadır:

“İnkılâp, var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır… Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim ve fen sahasında başarılı olmak için tek gelişme yolu budur… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünümü ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın ana ilkesi budur.”

Bunun yanı sıra Atatürk; İnkılâpçılık ilkesi ile insanların düşünce yapılarını değiştirmeyi de hedeflemiştir. Öyle ki; devrimlerle yıkılan eski kurumların yerine

çağa uygun yenilerinin yapılması, onlara işlerlik kazandırabilecek insanların da varlığını gerekli kılmaktaydı. Hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğu fikri bu amaçla topluma benimsetilmiş, eğitim ve öğretimde akılcılık ön plana alınmıştır (Kılınçkaya, 1998:341). Atatürk, şeriat kanunlarına göre toplumsal ve siyasal düzende birarada yaşayan bir ümmeti, millet haline getirerek, halk, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarının yerleşik hale gelebilmesi için çabalamıştır. Nitekim kurumların varlığının devam edebilmesi onların var oluşlarını anlamlandırabilen bilinçli ve eğitimli insanların varlığıyla mümkün olabilmektedir.

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 13 Eylül 1920’de bir anayasa tasarısının gerekçesi olarak hükümet programı sunmuştur. Bu programda TBMM Hükümeti’nin amacının, halkı emperyalist ve kapitalist düşmanlardan koruyarak, halk egemenliğine dayanan bir idare sistemi gerçekleştirmek olduğu belirtilmiştir. Bu halkçılık ilkesinin siyasi boyutunu oluştururken, sosyal ve ekonomik olarak da halkçılık, halkın sınıfsız, imtiyazsız ve herkesin eşit olduğu bir toplum olduğu fikrini öne sürmektedir (Giritli, 2007:219-220). Bu bağlamda halkçılık ilkesi hem halkın egemen olduğu bir iktidar anlayışını içermekte, hem de sınıfsız ve eşitlikçi bir toplumsal yapıya işaret etmektedir. Atatürk’ün Halkçılık ilkesi ile ilgili görüşleri şu şekildedir (Saray ve Tosun, 2005:73):

Siz milliyetçi topluluk, halk ile konuştuğunuz vakit yüksek sesle söylemeyi unutmayınız. Yüksek ses imanın ifadesi olduğu vakit etki yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ülküyü, halkın kalbinde bir fikir haline, bir his haline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, bilhassa sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık telaffuz edildiği halde, hatta aydınlarımız arasında onu tamamen anlayan çok değildir. Halkçılığımızın ne olduğunu, esaslarının neden ibaret bulunduğunu, halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler üstlenmek mecburiyetinde kalacaklarını madde madde izah etmek lazımdır. Cumhuriyet’i, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı ihmal etmeyiniz.”

Kemalizmin halkçılık ilkesi; halkı gözeten, halkı koruyan, emeğe saygı gösteren toplumcu ilkedir. Yönetim gücünün halkta olduğu belirtilen ilkede bu gücün yine sadece halk için kullanılabileceğinin de altını çizmektedir. Ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum yapısı öngören halkçılık; toplumsal, siyasal, hukuksal ve ekonomik alanlarda eşitlik ilkesini gözetmek demektir (Karaduman, 2006:612-614).

Bu bağlamda Atatürk, halkçılık ilkesi ile sosyal devlet anlayışını geliştirmiştir. Böylece, halkın özellikle eğitim ve sağlık gibi sosyal devletten beklediği birtakım hizmetleri de öncelikli olarak yerine getirmeyi amaçlamıştır.

Halkçılık ilkesi, halk ve milletin aynı şey olduğu fikrine de dayanmaktadır. Halkçılık ilkesinin bu bakımdan Batı demokrasilerinden ve ideolojilerinden farklı olarak, kendine has bir prensibi bulunmaktadır. Bu nedenle komünizmin halklar anlayışı ile karıştırılmaması gereklidir. Çünkü Kemalizmin halkçılık ilkesi her şeyden önce milliyetçilik idealinden doğmaktadır (Eriş, 2012:149). Bu bağlamda milliyetçi görüşün komünizm ile ters düştüğü göz önüne alındığında zaten Kemalizmin halkçılığı ile karıştırılamayacağı görülebilmektedir. Halkçılık anlayışı, halk ile milleti birbirinden ayırmamaktadır.

Atatürk, Kemalizmin altı ilkesi içinde en çok laikliğe önem vermektedir. Çünkü diğer tüm ilkelerin varlığı laikliğin varlığı ile doğru orantılıdır. Öyle ki, laiklik demokrasinin, özgürlüğün, milliyetçiliği, devrimciliğin, halkçılığın ön koşulunu oluşturmaktadır (Kışlalı, 1993:30). Bu açıdan düşünüldüğünde, laiklik ulus bilincinin oluşmasında, özgür düşüncelerin ifade edilebildiği demokratik bir ortamın oluşmasında, bilimsel gelişmelerin yaşanabilmesinde, halkın isteklerinin ön planda olabilmesinde en önemli ön unsur olarak yer almaktadır.

Siyasal bakımdan laiklik, devlet otoritesinin veya siyasal iktidarın yasallığını tanrısal bir kaynaktan değil dünyevi bir kaynaktan yani halktan alması olarak tanımlanabilmektedir. Siyasi anlamda laiklik ancak, devletin doğrudan doğruya toplumun gereklerinin rasyonel analizi sonucunda oluşturulacak kurallara göre yönetilmesi ile sağlanabilmektedir. Bu anlayışta siyasal iktidarın temeli, “doğal hukuk” gibi rasyonel ilkelere dayanan herhangi bir doktrin olabilmektedir. Laik devlette, devletin siyasi yapısını, yönetimin isleyişini, toplumun yaşayışını düzenleyen yasa ve kurallar dini kurallara göre değil, akıl ve toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenmektedir (Feyzioğlu, 1987:173). Bu bağlamda laiklik, din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasını ve dinin devlet işlerine karıştırılmamasını sağlamaktadır.

Atatürk’ün laikliğe verdiği önem çoğu zaman İslamcılar tarafından dinsizlik olarak nitelendirilmesine karşın, Atatürk’ün din konusundaki şu görüşleri (Kışlalı, 1993:31) bunun tersini gösterir bir nitelik taşımaktadır.

“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti

Benzer Belgeler