• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.1. Cumhuriyet Rejiminin Düşünsel Temelleri

3.1.1. Aydınlanma Felsefesi

Aydınlanma, 17. yüzyılın ikinci yarısıyla 19. yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan; Avrupa’nın kültürel ve entelektüel tarihinde gericiliğe, dayatmacılığa ve gelenekçiliğe karşı, insanın aklını yol gösterici ve mutlak yönetici olarak kabul ettiği, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı olarak tanımlanabilmektedir (Taşkın ve Becemen, 2013:160). Bu bağlamda Aydınlanma felsefesi de bu çağa özgü oluşan bir dünya görüşü olma özelliği taşımaktadır.

Aydınlanma felsefesi karşıtlıklarla ortaya çıkan ve bu karşı savlar düzeni içerisinde gelişen bir düşünce sistemi olduğundan bir bütünlük içinde incelenmesi kolay olmamaktadır. Aydınlanma felsefecileri birbirlerinden çok farklı düşünceleri olmasına karşın tek bir ortak noktada hemfikirlerdir. Bu da her türlü baskıya, boş inanca karşı çıkmak ve akıl yasalarına uygun toplumsal ve siyasal bir düzen geliştirebilmektir (Ağaoğulları, 2011:518). Bu anlayış Aydınlanma’nın temel felsefesini oluşturmaktadır.

Feodal düzen içerisinde gelişerek iktisadi ve sosyal alanda üstünlüğü ele geçiren burjuva sınıfı beraberinde Aydınlanma felsefesini de getirmiştir. Aydınlanma felsefesi önce İngiltere’de başlamış, oradan ise farklı nitelikler kazanarak Fransa ve Almanya’ya geçmiştir. Aydınlanma felsefesi İngiltere’de daha çok deneyci, Fransa’da akılcı, Almanya’da ise mistik-akılcı bir nitelik kazanmıştır (Tanilli, 2006:108). Bu yeni dünya görüşünün yayıldığı ülkelerde farklı nitelikler kazanması ve bunlar çerçevesinde anlamlandırılması ise, her ülkenin sosyo-politik durumunun farklılık göstermesinden kaynaklanmaktadır.

Sarıca (1981:14-15) Aydınlanma felsefesinin köklerinin Rönesans ve Reforma dayandığını, ilkelerinin ise tüm insanlığı kapsadığını belirtmektedir. Eski düzeni savunanlara karşı olan bu felsefenin tüm insanların mutluluğunu sağlamayı; hürriyet, ilerleme ve insan değeri gibi kavramlar çerçevesinde amacının insanlığı baskı altında tutan tüm boyunduruklara karşı çıkmak ve peşin yargıları yıkmak olan bir burjuva felsefesini olduğunu ifade etmektedir. Bu felsefensin en önemli karşı tavrı ise Katolik dinin getirdiklerinedir. Çünkü dinin insanların ergin olabilmesi yolunda en önemli engel olduğu düşünülmektedir.

Aydınlanmanın önde gelen düşünürlerinden olan Kant (1984:213-214) da bu noktada ergin olma durumunu; Aydınlanma ile gerçekleşen bir kurtuluş olarak tanımlamakta ve bu konuda “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Bir Yanıt” adlı denemesinde şunu demektedir:

“Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının

kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. … tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, diyetim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”

Doğaya aykırı bir durum olan insanların akıllarını kullanamamaları durumunun sorumluluğunu Kant iktidarlara yüklemektedir. Çünkü mevcut düzeni sürdüren iktidarlardır. İşte bu noktada Kant; başta din olmak üzere, çeşitli kurumlar, gelenekler, dogmalar ve kurallardan yararlanan siyasal iktidarın, halkı aptallaştırdığını, birinci doğası olan özgürlüğünü unutturduğunu ve ergin olmayış durumu olan ikinci doğasını da normalleştirdiğini öne sürmektedir (Ağaoğulları, 2011:519). Bunun sonucunda da insan içinde bulunduğu durumu benimseyerek gönüllü olarak kul-köle olmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise insanın özgürleşmesidir. Bu özgürlük ise insanın aklını kullanabilmesi, özgürleştirmesi, düşüncelerini yayabilme özgürlüğüne sahip olması ile gerçekleşebilmektedir.

Çünkü Kant’a göre, Aydınlanma zihinsel bir dönüşümdür. 1789’daki Fransız Devrimi ile ortaya çıkan tüm siyasi, sosyal, ekonomik gelişmelerin temelinde aslında bu zihinsel dönüşüm yatmaktadır. Bu zihinsel dönüşüm bireylerin; dinsel, siyasi ya da başka bir otoriteye itaat etmeyi bırakıp, akıllarını kullanarak kaderlerini tayin edebileceklerini fark etmeleri şeklinde gerçekleşmiştir (Nomer, 2007:51). Aydınlanma da insanlarda cehaletten kaynaklanan korkunun ortadan kaldırılmasını ve onları kendilerinin efendisi durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Korkunun ortadan kalkması boş inançların, ön yargıların yok olarak yerini eleştirel akla bırakmasıyla insanın özgürleşmesini sağlamaktadır. Böylece bir toplumdaki siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve bilimsel gelişmeler aklın herhangi bir otoriteye bağlı kalmaksızın bağımsız olarak var olabilmesi ile mümkün olabilmektedir. Yani ona göre, başkalarının etkisi ve kılavuzluğu olmadan insanların akıllarını kullanmaya cesaret etmeleri, Aydınlanma’nın ilk adımı olacaktır.

Aydınlanmacılara göre; düşünce, ifade ve mülkiyet özgürlüğü toplumun ve insan mutluluğunun temelini oluşturmakta, cehaleti ortadan kaldırmaktadır. Onlara

göre toplumdaki özgürlüğün ilk aşamasını kişinin başkasının mülkiyetinde olmaması yani köle olmaması oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Voltaire’in deyimiyle zihinsel kölelik durumundan da kurtulunması gerekmektedir. Bu da düşünce ve ifade özgürlüğü ile mümkün olabilmektedir. Voltaire, Rousseau’ya yazdığı bir mektupta bu konuda; “Düşünceyi açığa vurma özgürlüğü yoksa, insanların özgürlüğünden de

söz edilemez. Söylediklerinizin hiçbirinde sizinle aynı düşüncede değilim; ancak onları söyleme hakkınızı ölünceye dek savunacağım” demektedir (Ağaoğulları,

2011:525-526). Bu bağlamda düşünce özgürlüğünün yanı sıra, onu ifade etme ve yayma özgürlüğünün de mevcudiyeti önem kazanmaktadır. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ortamda diğer özgürlüklerin de varlığı mümkün olamamaktadır.

Aydınlanma’nın Avrupa’nın geleneksel din anlayışıyla ters düşmesinin sebebinin Kant’ın bahsettiği bu durum olduğu söylenebilmektedir. Çünkü dinler dogmatiktir ve vahiye dayalıdır. Dinler, aklın yaşam boyu insana gerekli bilgileri sağlayamayacağı iddiasındadırlar. Oysa felsefeciler, insan aklının sınırlılığının farkında olmakla beraber, yaşamda karşılaşılacak sorunların üstesinden gelme noktasında aklın yeterli olduğunu öne sürmektedirler (Goldman, 1999:16-17). Bu durumda da onlara göre, vahiyin bilgisine yani dinin getirdiği bilgilere gerek kalmamaktadır.

Atabay (2004:17) Aydınlanma’nın üç ana kavram üzerine kurulmuş bir felsefe olduğunu belirtmektedir. Bunlar; akıl, bilgi ve bireydir. Akıl kişinin yaşamı boyunca onu kullanarak hareket etmek durumunda olduğu, yaşamın ilkelerini bulmasına yardımcı olan temel araçtır. Bilgi de kişinin ve toplumun hayatında çok önemli bir yere sahiptir ve yaygınlaşması gerekmektedir. Birey ise toplumun esas olan öğesidir ve bu nedenle toplumdan önce gelmektedir. Aydınlanma felsefesinin üzerinden durduğu bu üç ana kavram olan akıl, birey ve bilgi Aydınlanma felsefecileri tarafından bu dönemde farklı bir içerik ile tanımlanmaya başlanmıştır.

Aydınlanmacılar için akıl tek bir anlamın yüklenebileceği bir kavram değildir. Akıl bireylere özgü en üstün yeti olmakla birlikte, genel geçer ve nesnel bir ilkedir. Yani akıl; tüm uluslar, tüm kültürler, tüm dönemler için tek ve bir

olmaktadır. Bu da aklın; doğru ve yanlışı belirleyen tek ölçüt olduğunu, her şeyi yapılandırabilecek ve yargılayabilecek bir güç olduğunu belirlemektedir (Ağaoğulları, 520-521). Bu bağlamda Aydınlanma felsefecileri için akıl bireysel bir yeti olmanın yanı sıra evrensel bir olgu olma özelliği de taşımaktadır. Bu nedenle Aydınlanma’ya özgü tek bir akıl kavramı yoktur.

Aydınlanma düşüncesi, yeni bir zihniyet ve toplumsal, siyasal ve ekonomik anlamda yeni bir düzen yaratmaya çalışırken, eski düzeni de yıkmayı amaçlamıştır. Yani Aydınlanma düşüncesinin karakteri, mutlak bir eleştiri ve yıkıcı bir tutumdan oluşmaktadır. Aydınlanma tanımlamalardan ziyade, kurtulunması gereken şeylerin eleştirisiyle ilişkili olarak kendini anlatmaktadır (Cevizci, 2007:23). Bu niteliği ile Fransız Devrimi’nin fikri temelini oluşturmaktadır. Çünkü devrim, eski düzeni yıkıp yerine çağa uygun olanı yerleştirerek gerçekleşebilmektedir. Aydınlanması felsefesinin getirdiği düşünce sistemi de bunu amaçlamaktadır.

Aydınlanma felsefesinde en önemli noktayı klasik dini anlayışa yöneltilen eleştiriler oluşturmaktadır. Aydınlanma düşünürleri, Hıristiyanlığa, Hıristiyan Tanrı’sına, din adamlarına, rahiplere savaş açmışlardır. Ancak özellikle Fransız aydınlanmacı düşünürler, ateizmin yani inançsızlığın topluma ağır geleceğini, millet bilincini birarada tutacak, vatanseverlik duygusu yaratarak, toplumda erdemi besleyecek bir dini inancın olması gerektiğini vurgulamaktaydılar. Bu nedenle de deizm ön plana çıktı. Aydınlanmada sekülerleşme sürecinde temel dayanak olan deizmde Tanrı daha çok akli bir yapımdan meydana gelmekteydi (Cevizci, 2007:24- 25). Bu sayede dinin, kilise ve ruhban sınıfının tekelinden çıkarılarak bireysel bir özel alana indirgenmesi amaçlanmıştır.

Aydınlanma öncelikle ulusun oluşum süreci üzerinde etkili olmuştur. Burjuvazinin ticaret için şehir pazarlarını artık yeterli bulmaması, bu nedenle diğer şehirlerin bir araya gelerek oluşturduğu ulusal pazar yerlerinin oluşması; sosyolojik olarak ulusun, siyasal olarak da ulus-devletin oluşmasına yol açmıştır. Ulusu oluşturan her bireyin yerellik kimliğinin ikincil ve özel olmasıyla birlikte yurttaşlık ve kamusal alan ortaya çıkmıştır (Ersevinç Akkuş, Akkuş ve Kesiriklioğlu, 2004:13) Yurttaşlık ve kamusal alan modern toplumu ve modern devleti oluşturan kavramlar

olduğundan bu noktada Aydınlanma felsefesinin modern toplum ve devlet fikrini ortaya çıkardığı söylenebilmektedir.

Türköne (200:487) ayrıca Aydınlanma’nın, insanların eşit ve özgür özneler olarak aralarında yapacakları sözleşmeler yoluyla toplumsal alanı düzenleyebileceklerine olan inancının, modern devlete giden yolu da açmış olduğunu belirtmektedir. Sözleşme teorileri, özgür ve eşit olan bireylerin kendi iradeleri doğrultusunda, ortak çıkarlarını gerçekleştirmek, temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak, can ve mal güvenliklerini korumak için devleti oluşturma sürecinin teorik çerçevesini akılcı temellere oturtarak çizmiş olmaktadır.

Benzer Belgeler