• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.1. İslamiyet’in Kabulünden Sonra Kurulan Türk Devletleri’nde Devlet

2.2.5. Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet Örgütlenmesi

2.2.5.1. Osmanlı İmparatorluğu Devlet Örgütlenmesinde Etkili Fikir

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren Türk-İslam sentezi bir yönetim yapısının oluşmasında ve son dönemde imparatorluğu kurtarma amacını güden bazı fikir akımları etkili olmuştur. Bunlar; Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülüktür.

Özellikle son dönemde imparatorluğu kurtarmayı amaçlamak için etkin olan fikir akımlarının başarılı olamamalarının ise bazı ortak sebepleri bulunmaktadır. Kili (95:182), bu fikir akımlarının güttükleri amaca ters düşen düşünceleri uygulamaya koymak istediklerini belirtmektedir. Bununla birlikte gerçek sorunu bütünüyle göremeyerek, soruna köklü bir çözüm bulma sürecinden uzak kaldıklarını, çağdışı kalmış bir devlet ve toplum yapısını yan desteklerle sürdürebileceklerine inanmış olmalarıdır. Batı’yı yani çağdaşlaşma ve modernleşmeyi gerçek anlamda bilmemeleri ve anlayamamaları da bu sebeplerden birini oluşturmaktadır.

2.2.5.1.1. Batıcılık

Batıcılık, Osmanlı Devleti’nde özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra yaygınlaşan, Batı’yı örnek alarak yenileşme hareketlerini içeren bir siyasal akımdır (Hanioğlu, 1985:1382). Bu bağlamda Batılılaşmanın sadece II. Meşrutiyet dönemine ait değil, bu dönemde sistematik hale gelmiş ve o dönemin ihtiyaçları çerçevesinde ön plana çıkmış bir siyasal akım olduğunu söylemek mümkündür.

Batıcılar, Batı’yı bir medeniyet olarak kabul etmekte ve ondan başka ikinci bir medeniyet olmadığını öne sürmektedirler. Bilimsel ve sanatsal anlamda her türlü ilerlemenin Batı’nın ürünü olduğunu, bu nedenle dünyaya Batı’nın hakim olduğunu ve Osmanlı’nın bu anlamda Batı’yı takip etmesi gerektiğini belirtmektedirler. Öyle ki, Batıcılara göre, Osmanlı ile Batı arasındaki ilişki güçlü-zayıf ve bilgi-bilgisizlik arasındaki ilişkiyi yansıtmaktadır (Tunaya, 2010:69). Batıcılar daha üstün gördükleri Batı’yı bilim, teknik ve sanat anlamında takip etmek, yenilikleri almak gerektiğini

ifade etmekteydiler. Ancak bu yeniliklerin nelerle sınırlı olacağı da Batıcıların hem kendi içlerinde hem de Osmanlı yöneticileri ile tartışma konusu olmuştur.

Hanioğlu (1985:1388) Batıcılığın öteki kurtuluş çarelerine nazaran, daha reformist bir akım olduğunu; hukuk, aile, eğitim gibi alanlarda sınırlı da olsa, modernleşme sürecine ılımlı yaklaşıldığını belirtmektedir. Medeni olabilmek için Batılı değerlerin benimsenmesi gerektiğini düşünen Batıcıların başında Abdullah Cevdet, Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı gibi isimler geliyordu. Düşüncelerini çoğunlukla İçtihad ve İleri adındaki dergilerde ifade eden Batıcılar, mevcut yapının ıslahatlarla düzeltilemeyecek kadar bozuk olduğunu düşündüklerinden, devletin kurtulması için eskiye ait ne varsa yıkıp, onun yerine az çok Batılılaşmış olan bilgi ve ahlaka, başka bir ifadeyle, epeyce Frenkleşmiş olan bir toplum tasarlamaktaydılar.

Osmanlı yöneticileri yaşanacak bu değişimin Batı’nın teknolojisinin alınması hususunda olması gerektiğini savunurken, Batı ile temasta olan seçkinler daha derin bir değişikliğin olması gerektiğini belirtmişlerdir. Batı’daki yeniliklerin alınmaması halinde çağın gerisinde kalınacağını belirtmenin yanı sıra, kendi mevcut sistemlerini, geleneksel değerlerini de Batı karşısında aciz olarak nitelendirmişlerdir. Batılılaşma taraftarları, İslamiyet’in toplumsal gelişme önünde en önemli engel olduğunu, Batı’nın üstünlüğünün tartışılmaz bir temel olan bilime dayandığından ona karşı çıkmanın anlamsız olduğunu savunmaktadırlar (Hanioğlu, 1985:1382-1384). Osmanlı toplumunun Batı’ya yönelmesini önleyen etken olarak geleneksel değerler ve din kurumunu gören Batıcılar, çağın gereklerine ters düşen bu değerlerden toplumu kurtarmak gerektiğini belirtmektedirler.

Batıcılığı savunan bu aydınlar, uygar bir toplum olabilmek için ayrım yapmadan Batı’nın tüm değerlerini benimsemek ve almak gerektiğini belirtmekteydiler. Çünkü onlara göre, maddi kültür soyut değerlerden oluşmaktaydı ve sadece Batı’nın teknolojisini almak, bu teknolojiyi yaratan kültürel ortamı ve düşünce biçimlerini almadan sadece bir taklit olabilir şeklinde düşünmekteydiler (Arı, 2011:148). Bu bağlamda Batı’daki yenilikleri tümüyle almaya başlayan Osmanlı’da farklı bir toplumsal süreç başlamış olmaktadır.

Batı’dan örnek alınarak gerçekleşen değişim sadece teknolojik yenilikler, yeni eğitim kurumlarının kurulması, kılık kıyafetlerin değişmesi gibi alanlarda olmamıştır. Bu değişimle, kendi toplumsal gerçekliklerinin dışında bir realiteyi gerçekleştirmeye çalışan bir seçkin grubu da ortaya çıkmıştır (Hanioğlu, 1985:1383). Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumsal örgütleniş kitle ve seçkinler olduğundan, seçkinlerin oynadığı toplumsal rol daha önemli olmaktadır. Bu bağlamda bu gelişmeler de seçkinleri kapsamıştır. Halkın Batılılaşma hareketlerini yakından izlemesi, takip etmesi veya desteklemesi gibi bir durumun olmadığını görülmektedir.

Bununla birlikte Batıcıların ve özellikle de Abdullah Cevdet’in fikirlerinin çoğunun Batıya alternatif olan siyasal bir devrim projesi olmadığını söylemek mümkündür. Bu akım o dönemde devleti içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtarmak için Batı medeniyeti ekseninde devleti ve toplumu daha fazla ve daha çabuk nasıl Fransızlaştırabiliriz sorusuna aranan yanıtlar niteliği taşımaktaydı. Bu nedenle Batıcılığın, Kemalizm gibi kurtuluşu, Batı’ya karşıt bir duruşun sergileyerek ve varlığını büyük ölçüde laiklik eksenine dayandırarak devrimci bir hareket haline gelme durumu olamamıştır (Ozankaya, 1996:60). Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Batıcılık o dönemde Osmanlı’yı bir süre ayakta tutabilmesine karşın, niteliğine uygun bir gelişme gösterememiş, yenileşme ve gelişme tüm alanlarda özümsenerek gerçekleşemediğinden başarıya ulaşamamıştır.

2.2.5.1.2. İslamcılık

İslamcılık, 19. yüzyıl başlarında Osmanlı’da kendini gösteren bir siyasal akımdır. Türkçülük ve Osmanlıcılığa karşı başlamış olan bu akım, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra etkili olmuştur. Bu akımın savunucuları Batıcılığa karşı çıkmakla birlikte, İslam ülkelerinin halifeliğin birleştirici etkisi altında bir araya gelmesi gerektiğini savunmuştur (Devrim, 1974:811). İslamcılar, dinle devleti birleştiren teokratik düzenin ve şeriatın devamlılığını savunmaktadır.

O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sultan Abdülhamid’in, İslamcılık akımını iki amaç doğrultusunda geliştirdiği belirtilmektedir. Bunlar; Osmanlı Müslümanları arasında bir birlik oluşturabilmek ve Osmanlı topraklarında barışı

devam ettirebilmekti (Karpat, 2010a:571). Bu bağlamda Sultan Abdülhamid ulusçuluk akımları ile etkili olmaya başlayan ulus devlet bölünmelerini önlemek için işlevini tam anlamıyla yerine getiremeyen Osmanlıcılık akımının yanı sıra İslamcılık akımını kullanmıştır. Bununla birlikte ülke barışını korumayı da bu yol üzerinden sağlamaya çalışması da yine toprak bütünlüğünü korumak adını gerçekleşmiştir.

İslamcılar Osmanlı’nın içinde bulunduğu zayıflığın ve geriliğin sorumlusunun İslam dininin kendisi değil ama gelenek, yerleşik kurumlar ve dış etkiler altında devam eden yanlış uygulamalar olduğunu düşünmekteydiler. Bu çöküşün geniş ve fikri olarak bir temele dayandığını düşünen İslamcılara göre, saltanat rejimleri de burada olumsuz anlamda etkili olmakta, özellikle ulemanın geleneksel yapısı da gerilemeyi pekiştirmekteydi. İslamcılar bu durumdan kurtulmak için, İslami bir uyanışın gerçekleşmesi ve cihad ruhunda birleşilmesi ve ulema gibi geleneksel kurumların mevcut durum içerisinde ilerlemenin sağlanabilmesi için gerçek çözümler bulması gerektiğini belirtmişlerdir (Bulaç, 2011:59). İslamcılar; İslam’a dönüş ile şeriatı savunurken, cihad ruhu ile de İslami bir birliği hedeflemekteydiler. Onlara göre, sömürgeci Batı’ya karşı gelebilmek için tüm İslam çatısı altında toplanmak gerekmekteydi. Ayrıca ulemanın çözüme yönelik olmayan ve ilerlemeyi engelleyen önerilerinden dolayı da geleneksel yönetim anlayışını da eleştirmektedirler.

Bununla beraber İslamcılar, Müslümanlığın Batı Medeniyeti’ne göre daha üstün olduğunu savunmaktadır. Onlara göre, Batı’nın sahip olmakla övündüğü demokrasi, zaten yüzyıllar önce İslam Medeniyeti’nde kurulmuştur. Bununla beraber Batı maneviyat ve ahlak bakımından İslam’dan çok daha geridedir ve zayıftır. İslamcılara göre bunun da en önemli sebebi, Batı’nın din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış olması yani laik yapısıdır. Siyaset din ve ahlaktan arındırılmış ve böylece başıboş kalmıştır (Tunaya, 2010:72). İslamcılar, İslam Medeniyeti’nin teokratik yapısının, toplumda ve devlet düzeninde ahlaksal boyutun korunmasında olumlu bir rol oynadığını öne sürmektedirler. Onlara göre laik yapısı ile Batı ahlaktan ve maneviyattan uzaklaşmıştır. Bu nedenle de laiklik İslamcılara göre, Müslümanlığa uygun değildir ve İslam Medeniyeti de bu nedenle Batı’dan üstündür.

İslamcılık, toplumsal değişim karşısında en tutucu olanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal düzenin üretimi ve yeniden üretiminden insan aklını kusurlu olarak görmekte ve inkar etmekte olan bağnaz bir yaklaşım olarak kendini göstermektedir. Ozankaya (1996:60-61) Sait Halim Paşa’nın yazdığı “Düşünsel Bunalımımız” adlı eserde bu konudaki görüşlerini şu şekilde dile getirdiğini belirtmektedir.

“Batı’nın amaçları ve özlemleri sapkınlıktan başka bir şey değildir. Bu amaç

ve özlemler sadece zayıf ve sakat insan aklına ve zihnine ve sonuç olarak da bilimsel olgular diye adlandırılan çelişkili, güvenilmez ürünlerine dayalıdırlar. Bu Batı amaç ve özlemlerinin hiçbir ahlaki değeri yoktur; hiçbir derin, içtenlikli, ciddi ve gerçek düşünce uyandırmamakta, yalnızca sapkınlık, yıkıcı ve bencil çıkarcılık uyandırmaktadırlar. […] insan kusurlu ve eksik yaratılışın etkisi altındadır… Bu demektir ki, peygamberce bildirilmedikçe insanlar toplumsal ve ahlaki yasaları hiçbir zaman öğrenemezler. Öyleyse en mutlu toplum, ilahi istence en çok boyun eğen toplumdur […]günümüz Müslüman aydınları “ulusal istencin üstünlüğü” ilkesini benimsiyorlar. Ama yanılgı içindedirler.”

Geri kalmışlık konusunu dini çevreler, Osmanlı’nın dini görevlerini göz ardı ettikleri için yaşanan bir dönem olduğunu öne sürmekteydiler. Bunlar, Osmanlıların İslam rolüyle bütünleşen sosyal kurumlar kurması, teknolojik bakımdan gelişme sağlamasını ancak bunu yaparken de Osmanlı toplumunun temel değerlerini oluşturan İslam’a bağlı kalınması gerektiğini belirtmekteydiler (Mardin, 2011:14). Yani İslamcıların bir kısmı yeniliklere ve modernite kavramlarına sıcak bakmamakta, Batı’dan sadece teknolojik yeniliklerin alınması gerektiğini savunmaktaydılar. Alınan yeniliklerin de yine İslami ölçüler çizgisinde olması gerekliliğini vurgulamaktaydılar.

Akşin (2011:83) bunun yanı sıra İslamcıların Batı emperyalizmi karşısında, dünya ülkelerinin sömürgeleştirilmesine tepki gösteren Müslümanların duygu ve düşüncelerini dile getirmeyi amaçlamış ve buna çözüm önerileri de sunmuş olduklarını belirtmektedir. Çözümün çağdaşlık ile birlikte başarıya ulaşacağına inanan İslamcılar da bu dönemde var olmuştur. En önemli temsilcisi ise aynı zamanda Osmanlıcılık akımının da öncüsü olan Namık Kemal olmuştur.

2.2.5.1.3. Osmanlıcılık

Osmanlıcılık, birçok milleti bir arada barındıran bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Fransız İhtilali’nden sonra güçlenen milliyetçilik akımının etkileriyle hızlanan bağımsızlık hareketlerini önlemek amacıyla ortaya çıkarılan siyasal akımdır (Hanioğlu, 1985:1389). Bu akımla imparatorluk topraklarında yaşayan çeşitli din ve etnik kökenlere bağlı birçok grubun yeni ve tek bir kimlik olan Osmanlıcılık altında birleştirilmesi, asıl önemli olanın Osmanlı olmak olduğunun vurgulanması amaçlanmıştır.

Ulusçuluk düşüncesinin hakim olduğu bu dönemde, Osmanlı aydınları, ulusçuluk kavramının mevcut yapıda mümkün olmadığını görmekteydiler. Osmanlı’nın siyasal ve tarihsel devamlılığını sağlamak için var olan koşullarda devletin nasıl yaşatılacağını düşünmekteydiler. Onlara göre; yasalar oluşturulursa, meşruti monarşi sağlanırsa, adalet, özgürlük, eşitlik ve anayasa kavramları geliştirilir ve padişah tarafından da içselleştirilirse Osmanlıcılık akımı, Osmanlı’daki tüm etnik kimlikleri bir araya getiren bir ortak bağ olabilirdi (Arı, 2010:144). Bu bağlamda Osmanlıcılık akımının hiçbir etnik ve dinsel bağ olmadan toplumsal birliği sağlayacağı düşünülmekteydi.

Bu bakımdan Osmanlıcılık ile imparatorluk içinde yaşayan tüm bu farklı etnik grupları bir arada tutabilmek için akımın öncüleri tarafından İttihad-ı Anasır, yani ‘Unsurların Birliği’ düşüncesini ileri sürdüler. Bu düşünceye göre; bütün Osmanlı tebaasının çifte kimliği olacaktı. Birinci kimlik (Alt kimlik) “Özel Alan”ı ve ikinci kimlik (Üst kimlik) de “Kamusal Alan”ı oluşturacaktı (Hocaoğlu, 1998:23). Alt kimlikler ile her vatandaş kendi etnik grubu içerisinde kendisini özgürce ifade edebilme imkânına sahip olup Üst kimlik olan “Osmanlılık” da tüm Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayanların ortak bağı olabilecekti.

Bu bakımdan Osmanlıcılık temelde bir millet inşa çabası olarak var olmuştur. Hukuk, askerlik, vergi, kamusal eğitim ve dilde milli bir birlik kurulmasını amaçlayan Osmanlıcılık akımının etkisiyle sözü edilen alanlardaki yapılan değişiklikler Osmanlıcılık siyasetinin en önemli savunucularından biri olan Mustafa

Reşid Paşa tarafından 1839 yılında Tanzimat Fermanı ile ilan edilmiştir (Yılmaz, 2011:47). Bu bağlamda Osmanlıcılık akımı ülke topraklarında yaşayan herkese tek bir kimlik altında birleştirmek hedeflendiğinden Tanzimat Fermanı ile herkese hak, özgürlükler, vergilendirme gibi alanlarda eşitlik getirilmiştir.

Hanioğlu (1985:1390) Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’ne kadar yapısal olarak herhangi bir sorunla karşılaşmadığını, ancak ihtilal ile birlikte Osmanlı temelde iki sorunla baş başa kaldığını belirtmektedir. Bunlardan birincisi yayılan milliyetçilik akımı, ikincisi de girmiş olduğu modernleşme sürecidir. Milliyetçilik akımı Osmanlı İmparatorluğu’nda bölgelerin koparak bağımsız yeni devletlerin oluşumuna yol açmıştır. Modernleşme sürecinde ise, başta hukuki olmak üzere birçok reforma hareketinin gerçekleşmesi, devletin bu çabası ve modern teknolojiyle eskiden ulaşamadığı çevresine ulaşabiliyor olması çeşitli grupların yönetime karşı mücadeleye girişmiş olmasına neden olmuştur.

Bu açıdan değerlendirildiğinde Osmanlıcılık birlikte yaşamak için temeli İslam’da bulan ama aynı zamanda Batıcı reformlarında gerekliliğine inanan bir anlayış olarak kendini göstermiştir. Ancak, dış kaynaklı olan akım, sınırları geniş bir imparatorluğun devamlılığı için bağımsızlığı dahil pek çok şeyi feda etmeye hazır görünmekteydi. Başka bir ifadeyle, İngiltere’nin himayesinde yarı sömürge olmayı çoktan kabullenmiş bir devlet izlenimi çizmekteydi (Tanör, 2002:112). Balkan Savaşı’nın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine de Osmanlıcılık akımının öngördüğü birlikte yaşama önerisi büyük ölçüde etkisiz kalmıştır.

Osmanlıcılık akımı bulunduğu o dönemde çağdışı kalmış bir düşünce olmuştur. Kili (1995:183) tüm dünyada ulusçuluk akımının var olduğu ve ulusların devlet olmak için ayaklandığı o dönemde, ulusları yok etmeyi, değiştirmeyi olanaklı görmenin hiçbir dayanağı olmadığını belirtmektedir. Bu politika ile Osmanlı’yı oluşturan topluluklarda uluslaşma süreci aslında hızlandırılmıştır.

Nihayetinde Osmanlıcılık akımı bir Osmanlı milleti yaratma çabasında başarılı olamamıştır. Osmanlıcılık akımını, Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan alt kimlikler bir tehdit olarak algılamış, İmparatorluk da bu sorunun üstesinden

gelebilecek psikolojik ve kültürel güçten yoksun olduğundan, alt kimlikler aksine daha da güçlenmiştir. Çünkü özellikle Hıristiyanlar Osmanlıcılığı bir Müslüman birlik ideolojisi olarak kabul ederek, imparatorluğa tamamen yabancılaşmışlardır (Karpat, 2010a:592). Yani Osmanlı İmparatorluğu ile din, dil, etnik kimlik olmaksızın herkesi eşitlemeyi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun vatandaşı olarak kabul etmeyi ve bunu topluma aşılamayı amaç edindiği Osmanlıcılık akımı tam tersi bir etki yaratarak, etnik kimliklerin kendi öz benliklerine dönüşümünü hızlandırmıştır. İmparatorluğu oluşturan kimliklerin Osmanlı kimliği içinde erimesi amaçlanırken, daha da kuvvetlenmişlerdir.

2.2.5.1.4. Türkçülük

19. yüzyılda vatan, ulus, dil ve kültür kavramları Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nde ardı ardına gelen yenilgiler, başarısızlıklar ve bağımsızlıklarını kazanarak imparatorluktan ayrılan ulusçu topluluklar, Osmanlı aydınlarını yeni bir ideolojiye itmiştir. Bu dönemde birleştirici ve güçlendirici bir ideoloji olarak Türkçülük kendini göstermiştir (Devrim, 1974:1360). Böylece Türkçülük, Osmanlı kimliğinin yerini aldığı görülmektedir.

Eriş (2012:82-83) Türkçülük akımının başlangıcının I. Jön Türk hareketinden itibaren sayılmasının mümkün olduğunu belirtmektedir. Yusuf Akçura 1908 yılında ilk Türk milliyetçisi örgüt olan Türk Derneği’ni kurarak, Osmanlı içindeki ve dışındaki Türkleri bir araya getirdiğinden Türkçülük adına önemli ve önde bir isim olma özelliği taşımaktadır. Ancak Türkçülüğün fikri ve sosyolojik bir temele oturması Ziya Gökalp ile İkinci Meşrutiyet dönemine rastlamaktadır. Bu bağlamda Ziya Gökalp Türkçülüğün en önemli temsilcisi kabul edilmektedir.

Ziya Gökalp (1994:18) Türkçülüğü ise şu şekilde tanımlamaktadır:

“Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. Millet ise; dil, din, ahlak ve estetik bakımdan ortak olan, yani aynı eğitimi almış bireylerden oluşan bir topluluktur…bir adam, kanca ortak bulunduğu kişilerden çok, dilde ve dinde ortak bulunduğu kişilerle yaşamak ister.”

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Ziya Gökalp Türkçülüğü ırksal, etnik bir düzlemde biçimlendirmemiştir. Kendisi de Türk olmayan bir bölgeden gelen Gökalp’e göre Türk olmak demek, o milletin terbiye ve duygularına sahip olmakla mümkün olmaktadır (İnalcık, 237). Burada önemli olan nokta Ziya Gökalp’in Türkçülük kimliğini, milli bir kimlik olarak tanımlamış olmasıdır ve bu kimliğin modern Türkiye’nin de temel unsurlarından birini oluşturmuş olduğudur.

Fransız İhtilali ile gelişen ulusçuluk akımı Osmanlı’daki tüm etnik grupları etkilemiştir. Etnik gruplar bu akım doğrultusunda uluslaşma yoluna giderken, Türkler kendi devleti tarafından bu akımın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Türk kimliğinin yok sayılması Cumhuriyet’in kuruluşuna dek genel bir politika olarak devam ettirilmiştir. Ziya Gökalp’ın ise (Aydoğan, 2013:471) bu durumu şu şekilde izah ederek, eleştirdiğini belirtmektedir.

“Türk milletinin yakın bir zamana dek kendisine özgü bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak, sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin anda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk vatanımı yitiririm korkusuyla ‘Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir topluluğa ait değilim’ demek zorunda kalmıştı.

Türkçülere göre, Türkçülük bir devrim, yeni bir hayattır. Böylece dinde yapılacak reform ile hukuk ve ilim bağımsızlık kazanacak, devlet sisteminde yapılacak reform ile laiklik benimsenecek ve din ve devlet işleri birbirinden bağımsız olacak ve devlet demokrat milliyetperverlik ideolojisine dayanacaktır. Onlara göre devlet vatan birliğine dayanmalıdır ve milliyetçilik aslında halkçılıktır (Tunaya, 2010:78). Bu açıdan bakıldığında Türkçülüğün; laiklik, halkçılık, milliyetçilik, çağdaşlaşma, demokrasi gibi kavramlar üzerinde durduğu ve bunlar konusunda fikirler ürettiği görülmektedir.

Bunun yanı sıra Türkçülüğün iki boyutunun bulunduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi; milli kimlik kavramının oluşmasını sağlamak; ikincisi de milli kimlik kavramının önemi konusunda bilinçlenmiş olan Türkler ile toplumsal birlik kurmak ve güçlendirmektir (Eriş, 2012:82). Bu sayede Türkler kendi milliyetlerini

kavrayarak ve kabul ederek, milli değerlerine sahip çıkacak bir inanç etrafında da toplanabilmişlerdir.

Bu bağlamda Cumhuriyet dönemindeki bağımsızlık hareketlerini de, Türkçülük akımına dayandırmak mümkündür. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Milli Mücadele, Kuvayı Milliye, Milli Hakimiyet, Misak-ı Milli gibi pek çok kavramın temeli de Türkçülüğe dayanmaktadır (Devrim, 1974:1362). Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkçülük akımının ve hedeflerinin o dönemde yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne ideolojik bir temel oluşturduğu görülmektedir.

Milli Mücadele’de Mustafa Kemal ile birlikte çalışan Gökalp, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programının hazırlanması da yardım etmiştir. Hukukta kadın erkek eşitliği, Türk’ün ve Türk vatandaşlığının tanımı, Türk Dili ve Tarihi tezleri, her vatandaşın soyadı alması gibi birçok konuda da Atatürk’e fikir vermiştir. Ziya Gökalp’e göre Atatürk Türkçülük emellerini gerçekleştirmiş olan bir kahramandır. Bunun yanı sıra duaların Türkçe okunmasını istemiş, İslam öncesi Türk devletleri üzerine incelemeler yapmıştır (İnalcık, 238). Bu bağlamda değerlendirildiğinde Ziya Gökalp’in fikirleriyle millet, devlet, hukuk, kadın, din, kültür gibi konularda bir devlet ideolojisi formüle ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendiren fikirsel temellere de katkı sağladığı görülmektedir.

3. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE DEVLET ÖRGÜTLENMESİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından ve Kurtuluş Savaşı ile işgal kuvvetlerine karşı verilen mücadeleden sonra kurulan yeni Türk Devleti, reformcu ve büyük bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuştur.

Atatürk, belirgin ilkeler üzerinde yeni bir Türk Devleti’nin kurulması gerektiğinin bilincinde bir reformcuydu. Ülkenin siyasi yapısını değiştirmek, halkı

Benzer Belgeler