• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

3.4. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) Üyelik Sürecinin Devlet Örgüt

4.1.2. Siyasal İslamcılık

İslamcı yazar ve aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan (2000:204) siyasal İslamı, siyasal/politik İslam çözümünü devlette

gören, değişimi siyasal iktidarın gücünde ve etkili araçlarında arayan, yukarıdan aşağıya Müslümanlaşmayı öngören, resmi bir din görüşüne dayanan total eğilimleri baskın bir anlayış olarak açıklamaktadır. İslamcı hareketin en önemli özelliği ise

ümmetçi bir politikayı benimsiyor olmasıdır. Ulus, millet, ırk gibi kavramların üzerinde bireylerin Müslüman olmaları üzerine şekillenmiştir. Ama bu anlayış, Arap dünyası da dahil olmak üzere günümüzde de hiçbir ülke için belirleyici nitelik taşımamaktadır (Peköz, 2001:57). Zaten bu nedenle de ulusal kimliklerle dini birleştirme politikası İslam ülkelerinin çoğunda yürütülmeye çalışılmıştır.

Siyasal İslamcılar için Müslümanlık adına cihat yapmak ve savaşmak önemli bir yer tutmaktadır. Cihat, şiddet içerikli olmasının yanı sıra ideolojik olarak da yapılabilmektedir. Koşullar hangisini gerektiriyorsa onun yapılmasında bir sakınca görülmemektedir. Amaç ise İslam dinini yaymak, geliştirmek ve egemen kılmaktır ve şeriat için de cihat yapılması gerekmektedir. Çünkü İslam’da cihat siyasal sistemleri değiştirmenin bir yolu olarak görülmektedir (Peköz, 2009:34). Stratejinin aynı olduğu ancak koşulların farklı olduğu ve buna bağlı olarak ona uygun

politikaların ve mücadele biçimlerinin geliştirilip uygulanması gerektiği fikri de cihadın bir parçasıdır.

İslamcılar’a göre kendileri, dindar Müslümanlardır ve ülkelerinin sömürgeleşmesine bir bağımsızlık savaşı içine girerek karşı çıkmaktadırlar. Kendi toplumlarına yabancılaşmış olan bir seçkin grubu devleti ele geçirmiştir ve Batılılaştırmaya çalışmaktadır. İslamcılar bu nedenden dolayı devleti ele geçirmiş olan bu seçkinci laik kesimden kurtararak, devleti ve milleti İslami çizgide kaynaştırmayı amaçlarlar. Çünkü onlara göre İslami bir kimlik, farklı kimlikleri ve çıkarları ortadan kaldıracak ve halkı homojen bir yapı haline getirecektir (Çınar, 2005:41). Yani İslamcılara göre toplumda bir farklılaşma mevcut değildir. Toplum İslam’dan ve İslamcılardan farklı bir nitelik taşıyamaz. Toplumda sadece İslam anlayışına uymayan insanlar mevcut olabilir.

İslamcı hareketler Batı’nın sadece egemen bir güç olarak değil, bir uygarlık ve kalkınma modeli olarak da reddini içermektedir. Onlara göre Batı’nın uygarlığı ve kalkınma modeli tarihsel ve kültürel olarak İslam toplumlarına yabancıdır ve uygulanması da bu nedenle mümkün değildir. İslam dünyasında bozulmaya yüz tutan kültürel doku, yerel kimlik ve moral değerlerin kaybının kaynağı da Batı’dır. Batı’nın laik ve materyalistik ideoloji ve değerlerini benimsemeye çalışan İslam ülkeleri bu nedenle geri kalmıştır. Batı aynı zamanda kültürel olarak da yayılmacı olduğundan bir tehdit unsurudur (Dağı, 1998a:31-32). Sonuç olarak İslamcılara göre, İslam’ın egemenliğini kurmak gerekmektedir. Bu da ancak Batı’dan kaynaklanan siyasal ve toplumsal yapıların terk edilerek, yerlerine İslami değerler çerçevesinde yapılar kurmakla mümkündür. Batı’nın değerleri İslami değerlere zarar vermekte ve İslam ülkeleri kendi özlerinden ve değerlerinden uzaklaştıkları için aslında geri kalmaktadırlar.

Fuller (2004:36-37), İslam ülkelerinin Batı’ya ve değerlerine karşı olan bu olumsuz ve negatif tutumunun sebebini, İslam uygarlığının geçmişte başarılı ve dünyanın hakimi olması konumundan, o dönemde geri kalmış Batı uygarlığının şu anda daha üstün konuma geçmesinde yattığını öne sürmektedir. Ona göre İslam ülkeleri bu başarısızlığının nedeninin kendi öz değerlerinden uzaklaşarak, Batı değer

ve ilkelerini benimsemelerinden kaynaklandığı sonucuna varmışlardır. Bu sebeple de İslamcı hareketlere ağırlık vermeye başlamışlardır. Ancak İslamcı hareketlerin tek başına bu nedenle ortaya çıktığını iddia etmek doğru olmayacaktır. İslamcı hareketlerin gelişmesinde pek çok sebep bulunmaktadır. Emperyal güçlerin desteği, toplumsal ve ekonomik sorunlar ve İslam devletlerinin bu hareketlere verdiği destek göz ardı edilmemesi gereken noktalardır.

İslamcı akımların gelişmesinde ABD ve SSCB arasında süren Soğuk Savaş döneminde gerçekleştirilen politikalar da etkili olmuştur. Soğuk savaş stratejisinin asıl amacı aslında sosyalizme karşı emperyalizm tarafından gerçekleştirilen bir saldırıdır. SSCB’nin o dönemde Ortadoğu’da artan etkinliğinin yarattığı rahatsızlık neticesinde din, ABD tarafından başlıca silah olarak kullanılmış, ideolojik ve politik bir araç haline getirilerek tüm dini gruplar desteklenmiştir. Türkiye de jeopolitik konumu itibariyle hassas bir bölgede olduğundan hem bu süreçte hem de daha sonrasında önemli bir yer tutmuştur. ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezinde de yine Türkiye yer almaktadır. ABD Türkiye’de ılımlı İslam politikasını uygulamaya geçirerek, İslam ülkeleri arasında bir lider olması için ona destek vermektedir. (Peköz, 2001:14). İşte bu nedenle ABD geçmişten günümüze İslamcı hareketlere kendi çıkarları doğrultusunda destek vermekte, gelişmelerini sağlamaya çalışmaktadır. ABD, Türkiye’nin Ortadoğu’da ılımlı İslam devleti olarak varlığını sürdürerek, diğer Müslüman ülkelere liderlik etmesini, halifelik görevini üstlenmesini ve İslam ülkeleri üzerinde bu sayede daha fazla etkili olabilmeyi amaçlamaktadır. Nihayetinde Soğuk Savaş sonrası emperyalizme karşı bir gücün varlığının eksikliği de bu süreçte rol oynamıştır.

Kongar (1998:241-243) Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte, Müslüman bir toplum olan Türkiye’de dinin siyasal olarak kullanımı yasaklanmış olmasının önem taşıdığını belirtmektedir. Bu açıdan Cumhuriyet rejimi aynı zamanda siyasal İslam’a da karşı bir hareket olarak nitelendirilmektedir. Çünkü dine dayalı merkezi bir feodal yönetim yerine, halkın egemenliğe dayanan bir ulus devlet inşa edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Atatürk’ün gerçekleştirdiği tam bir ideolojik devrimdir. Siyasal İslam da bu egemenliğin kaynağına karşı bir tavır geliştirmiştir. Tarihsel süreçte bazen bir

ayaklanma şeklinde de ortaya çıkabilen bu tavır, bazen de muhalif bir güç olarak varlığını devam ettirmiştir.

Türkiye, İslam Dünyası içinde laiklik ilkesini benimsemiş ve bunu radikal bir politika olarak uygulamış halkının çoğunluğu Müslüman olan tek ülke olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliği ile Türkiye diğer tüm Müslüman ülkelere oranla Cumhuriyet rejimi ile birlikte daha modern, daha çağdaş ve daha ileri bir medeniyet seviyesine ulaşmış bir ülkedir. Gelişme ya da ilerleme ile tüm toplumsal, ekonomik ve kültürel parametreler açısından değerlendirildiğinde Türkiye’nin İslam ülkeleri arasında en ileri düzeyde olan ülke olduğu açıkça görülebilmektedir (Şaylan, 1992:42-43).

Nihayetinde İslami hukukun geçerli olmadığı ve din ile devletin ayrı birer varlık kazandığı bir ülke olarak Türkiye Bernard Lewis’e göre (1993:10), bu özelliği ile diğer İslam ülkelerinden ayrılmaktadır. Ancak ilk ve ortaöğretim din derslerinin zorunlu olmasının, Türkiye’nin İslam Ülkeleri Topluluğu’na tam üye olmasının ve demokrasiye geçilmesinin ardından siyasal partilerin dini araç olarak kullanarak oy toplamayı amaç edinmek gibi politikaların, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni varlığından uzaklaştırdığını belirtmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde Atatürk gerçekleştirdiği devrimlerle, egemenliği Allah adına milleti yönetenlerin elinden alarak gerçek sahibine yani millete vermiştir. Yani egemenliğin kaynağını değiştirmiştir. Ancak siyasal İslam egemenliğin kaynağının eskiye dönmesi için sistematik olarak bir çaba göstermiş ve hala da göstermeye devam etmektedir. Bu bakımdan Türkiye tarihsel süreçte siyasal İslamın seyri açısından oldukça önemli bir noktada durmaktadır.

Türkiye’de siyasal İslamcılık çok partili siyasi hayata geçildiğinde başlamış ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile birlikte yükselişe geçmiştir. Akdoğan (2010:86) bunun sebebinin; altkültür olarak nitelendirdiği aslında daha muhafazakar olan kesime bir kimlik sunmuş olması, kentleşme ve sosyal sorunların oluşturduğu etki, ılımlı İslam kavramının ortaya atılarak radikal İslam’ın dengelenmeye çalışılması ve demokratikleşme faaliyetlerini olduğunu belirtmektedir. Gülalp (2003:59), Türkiye’de siyasal İslamın toplumsal tabanının farklı sosyo-ekonomik

sınıflardan meydana geldiğini belirtmektedir. Bu taban Kemalizme karşı olanlar ve İslami bir siyasi kimlikle var olmak gibi amaçlar taşımaktadırlar. Siyasal İslam denilince de akla Milli Görüş gelmektedir. Milli Görüşçü siyasi partiler de özellikle RP, bu farklı sınıfları kendi görüşü çevresinde toplamayı başarmışlardır.

Türkiye’de İslamcı hareketlerin örgütlenmesinde çok büyük bir rolü olan Erbakan’ın Milli Görüş ideolojisi ile amaçlanmak istediği de aslında cihattır. Çünkü Erbakan da siyasal sistemin değişmesini arzulamaktadır. Cumhuriyet rejiminden şeriata geçilmesini istediğini şu sözlerinden anlamak mümkündür (Turan, 1996: 186)

“Allah’ım Kur’an-ı Kerim’deki hal ve adalet nizamını sen kurdun. Bundan dolayıdır ki, ben senin bu nizamın yeryüzünde hakim olsun diye bütün gücümle çalışacağım. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah’tan bize indirdiği hak nizamını yeryüzünde hakim kılmak için yapılan çalışmaya cihat denir. Cihat… Onun için bir Müslüman daha, Kelime-i Tevhid getirirken Cihat farzını yerine getireceğine söz veriyor. Yarabbi ben bütün gücümle cihat edeceğim. Bütün insanlığa saadet getirmek üzere senin gösterdiğin hak ve adalet nizamı, yeryüzünün her yerinde hakim olsun diye, bütün gücümle çalışacağım…” Erbakan’ın bu sözlerinden cihatın tüm dünyada

Müslümanlar tarafından uygulanmasının hedeflendiği de anlaşılmaktadır.

Ancak zaman içinde siyasal İslam’ın da değişimi gerçekleşmiştir. Milli Görüş ideolojisinden uzaklaşan ya da uzaklaştığını iddia eden siyasal İslam’ın Türkiye’deki bugünkü şeklinde son yıllarda yaşanan sosyal ve ekonomik olayların getirdiği birtakım değişimler de etkili olmuştur. Özal’ın gerçekleştirdiği neoliberal ekonomi politikaları, küreselleşmenin getirileri Anadolu’da bir İslam burjuvazisinin oluşmasına yol açmıştır. Yavuz (2003:215) bu İslam burjuvazisini sosyal bakımdan İslamcı, ekonomik bakımdan ise liberal olarak tanımlamaktadır. Sözü edilen bu İslam burjuvazisi de zaman içinde AKP’nin de tabanından birini oluşturmuştur.

Muhafazakâr demokrat bir kimliğe sahip olduğunu iddia eden Erdoğan’ın da laiklik üzerine söylediği şu sözler siyasal İslamcılığın genel görüşünü yansıtması

bakımından önem taşımaktadır. Erdoğan, 1994 yılında Refah Partisi'nin Ümraniye İlçe Örgütü'nün yeni hizmet binasının açılış töreninde şöyle demektedir:32

(…) Değerli kardeşlerim maşa varken, ateşi biz tutmayacağız. Dolayısıyla bu hukuku hazırlayanlar, inşallah bu düzenin kaldırılışının da maşası olurlar. İnşallah. Evet maşası olacaklar. Bak beşer kendi putunu kendi yapar, kendi diker, kendi tapar, ondan sonra da kendi yıkar. (…) Bir buçuk milyarlık İslam alemi Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda içte onun ışıkları göründü. Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun çalışmaya mecbursun. Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır. ‘Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. Yani zorla bu milletin elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu yürümez zaten. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına. Bir tarif edin diyorsun, tarif etmiyor. Bugün her kavramın lugatta bir tarifi vardır. Ama çıkıyor içişleri bakanı devlet dine karışır. Eee!... Gerisini niye, söylemiyorsun. Din de devlete karışır niye demiyor. Bu ülkenin yüzde 99'u Müslüman. Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir arada olması. Durum böyle olunca ben Müslümanım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan koskoca bir yalan.”

Siyasal İslam ve Türkiye ilişkisinde Fuller ise farklı bir bakış açısından olaya yaklaşmaktadır. Ona göre (Fuller, 2004:12-16) siyasal İslam sadece radikaller, teröristler ve reaksiyonerler tarafından temsil edilmemektedir. Siyasal İslam ortak amacı paylaşan ancak bu konuda farklı araçlar kullanmayı tercih eden parti ve hareketleri de içine dahil eden bir ideoloji olmaktadır. Amaç İslam ülkelerinde devletin ve toplumun şekillendirilmesinde İslam’ın yer almasıdır. Ancak araçlar değişebilmekte; şiddet yanlısı, barışçı, modern, ılımlı, geleneksel ya da demokrasi karşıtı olarak bu süreci devam ettirmektedir. Ancak Fuller bu noktada siyasal İslam’ın iktidar olmasını istemediği ancak varlığını bir şekilde devam ettirmesi gerektiğinin de altını çizmektedir. Çünkü ona göre siyasal sistem içine dahil olmazsa bu siyasal hareket şiddete dönüşebilecektir. Bu noktada Türkiye için de ilginç bir tespit yapmakta ve Türkiye’nin siyasal İslam sorununu çözdüğünü belirtmektedir. Ona göre Türkiye’de Kemalistler, ordu ve çeşitli İslamcı gruplar Türk toplumu ile

birlikte kendileri de değişmiş, bu sayede siyasal İslam siyasi sisteme dahil edilmiş ve bir felakete yol açması engellenmiştir.

Yanardağ da (2013:17-18), Fuller’in 1990’lı yılların başından beri ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve ‘Ilımlı İslam’ projeleri üzerine çalıştığını, Ortadoğu’daki İslamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun laik sistemleri desteklemekte değil, aksine İslamcı partileri küresel kapitalist sistemin içine dahil ederek, özlerini değil ama biçimlerini değiştirerek siyasal süreç içinde varlıklarını devam ettirmelerini sağlamak gerektiğini vurguladığını belirtmektedir. Çünkü Fuller’e göre İslam ve laiklik birlikte var olabilecek kavramlar değildir. İslam dünyasında laikliğin tarihsel ve kültürel temelleri çok zayıf olduğundan geleceği de olamayacaktır. Türkiye’nin siyasal İslam’ı siyasal sürece dahil ederek bu sorunu çözdüğünü ve böylece daha demokratik bir ülke olma yolunda adım attığını iddia ediyor olması, ABD destekli ılımlı İslam ülkesi olma yolunda Türkiye’ye yön gösterici bir rol oynadığını da göstermektedir.

Nitekim Fuller, AKP’yi İslamcı bir parti olarak nitelendirmekle birlikte aynı zamanda ılımlı ve daha da önemlisi dini değerlerin siyasi hayatla bütünleştirilmesinin ne anlama geldiğini keşfetmeye çalışan bir siyasi örgütlenme olduğunu belirtmektedir. Ona göre, Kemalizm devlet eliyle İslam’a müdahale ederek Türkiye’nin AKP iktidarına kadar İslam üzerine çağdaş global düşünmeyle bağları kesilmesine yol açmıştı. Ama aynı zamanda bu müdahale İslamcıların farkında olmadan demokratik bir toplumda İslam’ın rolü ile ilgili yeni fikirler ve anlayışlar geliştirmesinin de önünü açmıştır.33 Kuşkusuz aslında yapılmak istenen köktendinci

İslam’ın Batı için bir tehdit olarak varlığını bir noktada sınırlandırmaya çalışmaktır. Onu değiştirerek, küresel sisteme dahil ederek Batı’ya karşı olmasını engellemeye çalışmaktır. Türkiye de bu nedenle devletçi ve laik yapısıyla Batı için, Ortadoğu’da değişimin önünde engel teşkil etmektedir. Bu nedenle öncelikle değişmesi gereken Türkiye’dir.

Şaylan (1992:118) İslamcılara göre, bir devletin, Türkiye’de olduğu gibi, dine saygılı olduğunu belirterek, laik bir düzeni benimseyip, toplumsal düzenlemelerini

bilim ve akla dayalı yapması kabul edilebilir bir şey olmadığını belirtmektedir. İslamcılar bu toplumları cahiliye toplumları olarak adlandırmakta ve aydınlanması için de İslam’a dönmeleri gerektiğini iddia etmektedirler. İslam’a döndürmek, İslamcı siyasi akımlara göre bir şeriatın emrettiği bir görevdir. Bu nedenle aralarında yorumlama anlamında çeşitli farklar olsa da İslamcı akımlar toplumun sosyo- ekonomik ve siyasi düzenlemelerinin şeriat hükümlerine göre yapılması gerektiğinde hem fikirdirler.

Roy’a göre (1994:12) toplumsal bir olgu olan İslamcılık bir başarısızlıktır. Bu başarısızlık ise her şeyden önce düşünsel anlamdan kaynaklanmaktadır. İslamcıların gözünde bir toplumun adil ve İslami olması için Müslümanların erdemli olması yeterli olmaktadır. Ancak bu siyaseti sadece ahlaki bir araç olarak görmek ve siyaseti oluşturan diğer tüm unsurlarla bağlantısını kesmekten başka bir şey olmamaktadır. Manaz da (2008:551-559), siyasal İslamcılığın geçmişte de bugün de başarısızlığa uğradığını belirtmektedir. Gelecekteki başarısı da izleyeceği politikaya bağlı olarak yine kısmi bir başarı olarak nitelendirilebilecek bir başarıdır. Siyasal İslam yeni bir toplum yaratamamış, yöntem ve örgütlenme açısından da başarısızlık sergilemiştir. Gelecekteki başarısı da çözümsüzlükler karşısında geçmiş din kurumlarını yeniden yorumlama ve akılcı çözümleri hayata geçirmeleri ile kısmen olabilecektir. Bu da bir İslam aydınlanması başlatılması ile mümkün olabilecektir. Ayrıca İslamcılık hareketini ulusalcılık ile birleştiren Siyasal İslamcılar daha uzun süreli varlıklarını muhafaza edebileceklerdir. Ancak hiçbir koşulda siyasal İslam gelecekte başarı sağlayabilecek gibi görünmemektedir. Bunda Manaz’ın başarının anahtarı olarak gösterdiği İslam Aydınlanması fikrinin, İslamiyet’in ve İslam ülkelerinin yapısından kaynaklanarak sorgulanamaz bir nitelik taşıyor olması hiç kuşkusuz etkili olacaktır.

4.2. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin Düşünsel Kaynaklarının Öncülü

Benzer Belgeler