• Sonuç bulunamadı

1.4. Türkiye’de Kamusal Alan

2.1.5. Tekçi Kamusal Alanda Farklı Sesler ve Kadın

Türkiye’de modern kamusal alanın oluşum sürecindeki eril karakterin baskınlığı Cumhuriyet’in ilk kurulduğu günlerden günümüze kadar olan süreçte Türkiye’deki cinsiyet rejimine temel özelliğini veren ana etken olmuştur. Ancak 1980’ler itibariyle kamusal alanda laik modernist kamusal alanın yok saydığı birtakım unsurlar ya görünür olmaya başlamış ya da görünür olma taleplerini siyasal arenada dile getirmeye başlamışlardır. Bu süreçte Cumhuriyet dönemi boyunca görünmez kılınmaya çalışılan ve sesleri kısılan kesimler kamusal alanda var olduklarını gösterme mücadelesi vermeye girişmişlerdir. Bu durum, kimi zaman

İslamcı, kimi zaman etnik temelli kimlik iddiaları, kimi zaman ise toplumsal cinsiyet tartışmaları üzerinden dillendirilmiştir.

İslamcı cenahta, Refah partisinin 1996’da koalisyon hükümetini kurmasıyla başlayan süreçte İslami söylem ve kadın konuları, televizyon ve radyoların özelleşmesi ve 1983 sonrası demokrasiye geçiş sürecinin beraberinde getirdiği göreli özgürlük ortamında tartışılmaya ve gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde kamusal alan resmi devlet söyleminin etkisinden çıkmaya başlarken, laik söylemin belirlediği kamusal alanda İslam, din, kimlik konuları gündeme gelmeye başlamıştır (Göle, 2009: 19-20).

1980 sonrası dönemde toplumsal tabanda en çok yankı uyandıran İslami hareketler, laik kamusal alana bir meydan okuma olarak algılanmıştır; zira modern şehrin kendi içine kapalı kenar mahallelerinde, şehrin modern merkezinden uzak mahallerindeki alt orta tabaka tarafından kullanılan geleneksel başörtüsü, geleneklerin yaşatılması olarak kabul edilip saygı görürken, 1983 sonrası döneme ait olan İslamcı giyim tarzının üniversiteli genç kızlar tarafından benimsenerek, geçmişten bugüne moderniteyi yayma işlevini üstlenmiş eğitim kurumlarında, üniversitelerde görülmeye başlanması köktendinciliğin habercisi olarak yorumlanmıştır (Göle, 2011: 17-18).

Modern ilkeler çerçevesinde oluşturulan kamusal alanın tektipleştirici sınırlarını aşan herhangi bir hareket modernliğin antitezi gibi düşünülmüştür. Zira örtü İslam’ın Batı’dan farklı olduğunu, Batı’nın ötekisi olduğunu çok net bir şekilde gözler önüne seren bir semboldür. İslam’da kadın bedeni ve cinselliğine verilen önem ve bu doğrultuda örtünme, modernleşmenin beraberinde getirdiği, türdeşleştirme ve tüm vatandaşların siyasal ve toplumsal eşitliğini sağlama idealine karşı duruşun siyasal bir ifadesi olmaktadır. İslami örtünme tarzının tartışmaya açılmasının nedeni, bu örtünme tarzının, üniversite kampüsleri, şehir merkezleri, sınai çalışma yerleri gibi modern toplumsal ortamlarda görünür olmaya başlaması ve dolayısıyla Batı Modernliğine bir tür meydan okuma olarak algılanmasıdır. Kadınların örtülü bedenleri, İslamcı hareketi, modernleşmeci laik projenin karşısına koyarak onu tekrar canlandırma iddiası taşır (Göle, 2011: 11-15).

Göle, İslamcı kadının modernliği eleştirel bir gözle değerlendirerek, İslami kimliğini, diğer bir deyişle mahremini, kamusal alana taşımasını anlattığı Modern Mahrem kitabında, kimlik ve modernliğin yerel kurgulanış biçimlerini, bunları moderniteyle birleştiren melez yapılanmaları, modernite projesi rotasından sapma olarak gören anlayışlara karşı çıkar. Bu bağlamda Göle’nin, kitabına, İslam anlayışındaki aile hayatını ifade etmek için kullanılan “mahrem” kavramını, bireycilik, laiklik ve eşitlik gibi Batılı değerlere işaret eden “modern” kavramıyla birlikte kullanarak oluşturduğu “Modern Mahrem” adını vermesi tesadüf değildir. Nitekim Göle’nin bu kitabı yazmaktaki temel amacı, kavramların içinde oluştuğu toplumsal bağlam ve tarihselliği kapsamında kazandığı belli anlamları, başka bir toplumsal yapısı ve tarihi olan bir bağlamı açıklarken kullanmak yerine, toplumsal teoriler ile pratik arasındaki zıtlıkları teşhis etmektir (Göle, 2011: 20-22).

Türkiye’de erken Cumhuriyet döneminden itibaren oluşturulmaya başlanan cinsiyet rejimi siyasal sisteme ve toplumsal hafızaya öylesine nüfuz etmiştir ki, hemen her tür konuda ayrışan siyasi ideolojiler eril tahakküm konusunda uzlaşmayı veya sessiz kalmayı tercih etmiştir. Kamusal alanda duyulmaya başlanan farklı sesler uzunca bir süre kadın konusuyla ilgili farklı söylemler üretmemişler, mevcut cinsiyet rejimini sorgulamayarak bir anlamda onu meşru addetmişlerdir. Zihnioğlu’na göre, Türkiye’de genel siyasi tutumları itibariyle birbirlerinden çok farklı olan üç temel siyasi duruşu ifade eden üç ideoloji, söz konusu olan erkek egemen sistem ve toplumsal cinsiyet olunca aynı ortak paydada buluşabilmişlerdir. Milliyetçilik, İslamcılık ve Sosyalizm olmak üzere üç ana eksende toparlanan bu siyasi ideolojilerin kadın haklarıyla ilgili genel tutumları birbiriyle örtüşmektedir (Zihnioğlu, 2009: 805).

Milliyetçi duruş kadının bayrağın ve vatanın güzelliğini temsil ettiğini düşünerek onu salt bir güzellik imgesine indirgemiştir (Sirman, 2009: 233). Kadını iyi bir anne ve iyi bir eş olma durumuna yakıştırmış, ailevi sorumlulukları ona yükleyerek onun olması gereken esas alanın özel alan olduğunu ima etmiştir. Milliyetçi ideolojiye göre kadın kamusal olarak görünecekse bile bu görünürlüğün sınırları erkekler tarafından belirlenmiş, erkekler devlet işleriyle uğraşırken, yani

devlet kurarken, kadınlar aile kurmakla yükümlü olarak görülmüştür (Sancar, 2012: 308-310).

İslamcı kesim ise erkek ve kadının fıtrat olarak farklı yaratıldığını, erkeklerin kadınlarına bakmakla yükümlü olduğunu, Allah’ın erkekleri sosyal yaşamın düzenlenmesi konusunda yetkili kıldığını, kadınların ise yaradılışları gereği annelik rolünü üstlendiklerini, evini temiz tutup eşine hizmet ederek çocuklarını İslam’ın ilkeleri doğrultusunda yetiştirmenin kadınların genel sorumlulukları olduğunu ifade ederler. Onlara göre erkek ve kadın arasında bir üstünlük değil, bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır (Zihnioğlu, 2009: 810).

Diğer iki ideolojik duruşa paralel olarak sosyalizmin de kadın sorununu yok saydığı görülmektedir. Örgütsel düzlemde erkek hâkimiyetini ve kadın görünmezliğini sorgulamayan sosyalistler, kadın emeğinin sömürülmesi ve gerek ev içinde gerekse de dışında kadının maruz kaldığı şiddet konularında sessiz kalmışlardır. 1975’te İlerici Kadınlar Derneği’nin kurulması ve Behice Boran’ın Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanı olmasıyla birlikte sol hareket içerisinde dikkatleri kadın sorununa çeken söylemler gündeme gelse de, sol içerisinde 1980 sonrasına kadar kadınlar ezilen bir sınıf kategorisine sokulmamış; kadın üzerindeki erkek tahakkümü sorgulanmamıştır (Zihnioğlu, 2009: 813-814).

Türk siyasi hayatının temel dinamiklerini oluşturan bu üç siyasal duruştan farklı olarak, “Kişisel olan politiktir” sloganından hareketle feminizm, kadınların kişisel olarak deneyimledikleri baskı veya şiddetin siyasal bir yönü olduğunu, çünkü bu baskı ve şiddetin esasen erkek egemenliği denen daha geniş bir sistemden güç aldığını ifade eder. Ancak bu slogan kamusallığın çöküşü tartışmaları bağlamında ele alındığında görülür ki, itirafçılık-teşhircilik-röntgencilik üçgeninde kadınların özel hayatlarını kitlelerin önünde anlatmasının özendirilmesi kadınların kişisel deneyimlerini görünür kıldığı oranda politik olmaktan uzaklaştırıp seyirlik bir hale getirmiştir; zira kamusallık görünürlükten ibaret değildir (Bora, 2009: 818-820).

Meclisten sendikaya, işyerlerinden meslek odalarına ve siyasi parti örgütlenmelerine kadar siyasi ve toplumsal hayatın her noktasına nüfuz etmiş olan

cinsiyetçilik kadınların özel hayatı deneyimleme biçimlerinden kaynaklansa da, özel hayatta var olan şiddet ve itaat gibi unsurlar kamusal alanda var olan modern ataerkil politik kavrayışın bir sonucudur (Köker, 2004: 543).

Günümüzde kadınlar özel alan duvarlarını aşarak giderek daha fazla özel alandan kamusala çıkmaya başlasa da kadınların kamusal güçlerinin erkeklerinkiyle aynı olmadığı aşikârdır. Erkek ve kadın kamusallıklarının farklı niteliği ile yine erkek ve kadın arasındaki güç eşitsizliğinin arasındaki ilişkiyi sorguladığı makalesinde Bora (2004: 534-537), kadınların “kadınlar hamamı” vb. kamusallıklarının karşısında erkeklerin “memleket meseleleri” üzerinde tartıştıkları kamusallıkları arasındaki farka işaret etmektedir. Kadınlar hamamında veya eş- dost’la buluşulan ‘gün’lerde oluşan kadın kamusallığı ailenin hayatta kalma stratejileri geliştirmesinde kilit önemi haiz olsa da kadının oynadığı düşünülen bu rol siyasette yerini ikincil rollere bırakır. Ya da kadının siyasete atıldığı durumlarda da, siyasete adeta bir “aileye mahsus” tabelası eklediği ve bu bağlamda ‘nazlı’ bir siyaset yürüttüğü algısı yaratılarak kadının bu alanda oynadığı role ikincil önem atfedilmekte ve kadın arka plana itilmektedir.

2.1.3.Ataerkil Toplumsal Yapı ve Kamusal ve Özel’in Cinsiyetçi Temelde