• Sonuç bulunamadı

1.4. Türkiye’de Kamusal Alan

2.1.4. Erken Cumhuriyet Döneminde Oluşturulan Kamusal Alan ve Kadın

Sanayileşmenin beraberinde getirdiği toplumsal çatışmalar içinde şekillenen Batı modernliğinin aksine, Türk modernleşmesi, kadının geleneksel İslami yaşam biçiminden koparılmasının batılılaşmaya, laikliğe ve dolayısıyla moderniteye giden yolu oluşturduğuna inanan reformcu seçkinlerin çabalarının sonucu gerçekleşmiştir. Zira modernliğin yerli toplumsal dinamiklerden kaynaklanmadığı toplumlarda tarih siyasi ve entelektüel seçkinlerin arzu ve istekleri doğrultusunda şekillenir. (Göle, 2011: 26-28). Modernleşme ve Batılılaşma süreci seçkinleri ise bu bağlamda, “Kadının özgürleşmesinin yolu Batılılaşma’dır” inancına bağlanırlar (Göle, 2011: 19).

Cumhuriyetin ilanını takip eden yıllarda eğitim, medeni kanun ve kılık kıyafet alanlarında yapılan reformlar rejimin laik ideolojik kimliğinin oluşturulmasına ve bu bağlamda kadınların kamusal yaşama katılmalarının önünü açan düzenlemelerin yapılmasına katkı sağlamıştır. Kadınların sosyal yaşamda görünürlük kazandığı bu reformların yanı sıra, 1930’da Belediye Meclisi, 1934’te de Millet Meclisi seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının tanınmasıyla kadınlar, yasal düzeyde eşit vatandaş statüsü kazanmıştır. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasından

sonra, 1935-39 meclisine “Atatürk’ün denetimi ve desteğiyle giren 18 kadın milletvekili tüm milletvekillerinin yüzde 4.5’ini oluşturarak bugüne kadar mecliste kadın milletvekilleri açısından ulaşılamamış bir yüzde oluşturmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kadın hareketinin mücadeleleri sonucunda elde edilen bu kazanımlarla kadınlara verilen haklar Osmanlı döneminden radikal bir ayrılmayı temsil etse de, bugünden bakıldığında, kadınların toplumsal statülerinde ilerleme sağlanması bakımından çok fazla yol alınamamıştır. Zira kadınların mücadelesi söz konusu olmadan erken Cumhuriyet döneminde kadınlara temel haklarının Atatürk ve ekibi tarafından verildiği tezi, kadınların bu yasal hakların ötesinde toplumsal statüye dair birtakım yeni istemlerde bulunarak ataerkil zihniyeti sorgulamalarını engellemiş, onları pasif bir konuma sürüklemiştir (Saktanber, 2011: 323-326).

Gerek kadının toplumsal konumunun düzenlenmesi, gerekse rejimin laik karakterinin yerleşmesi adına yapılan reformların en önemlilerinden biri Türk Medeni Kanunu’dur. Bu yasayla evlilik kurumu hukuki bir nitelik kazanmış, çok eşlilik yasaklanmış, kadına eş seçimi, boşanma, çocukların velayeti gibi konularda erkeklerin sahip olduğu haklarla eşit haklar tanınmıştır. Ancak yine aynı yasa, kocayı evin reisi ilan etmiş, kadının çalışmasını kocasının iznine bağlamış ve böylece erkek egemenliğinin sürüp gitmesine yasal bir dayanak oluşturmuştur (Saktanber, 2011:326).

Yapılan bu tür reformlar kadının kamusal alandaki görünürlüğüne dair iyileştirici etkilere sahip olsa da, Kemalist rejim altında, okullarda cinsler arası eşitlik değil cinsiyetler arası işbölümü temelinde verilen eğitim kadınları özel alana hapsederek ya da bu alanın uzantısı olan işlerde çalışmaya yönlendirerek olması gereken yere ilişkin imalarda bulunmuştur. Kadınların sahip olduğu eşit eğitim olanaklarına rağmen, kamu yönetiminde karar verme mekanizmalarına girmelerine yeterince olanak tanınmaması durumu, 1950 ve 60’lı yıllarda sağ ve sol siyasi gruplar tarafından sorunsuzca devralınmıştır (Saktanber, 2011: 329-330). Kadınların siyasi temsilinin sağlanması ve siyasette hak ettiği yeri alması bir yana, “kadın” olma hali Türk siyasetinde bir küçümseme ifadesi olagelmiştir. 1950’li yıllarda muhalif basın Menderes’i kadın olarak resmederek onunla dalga geçmiş, kadınlık imgesini

onu aşağılamak için kullanarak asıl olarak kadınlığı aşağılamıştır (bkz. Bora, 2009: 819).

Türkiye’de meclisteki kadın oranı hiçbir dönemde önemli oranlara ulaşamamış olsa da, kadınlara seçme ve seçilme hakkının Avrupa’daki birçok ülkeden daha önce verilmesi Kemalist hareketin gurur vesilesi olagelmiştir (Göle, 2011: 107). Türkiye’deki kadınların yasal olarak bu hakka Avrupa’daki birçok kadından daha önce ulaşmış olması, aradan geçen zamanda kadın haklarının yerleştirilmesi ve içselleştirilmesi adına kat edilen mesafe göz önüne alındığında, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel anlamda çok iyi bir noktaya gelmelerini sağlayamamıştır. Kadınlar erken cumhuriyet döneminden bu yana birtakım somut haklar elde etmiş olsalar da bu haklar, onların temel önceliği aile sorumluluklarına vermeleri şartıyla verilmiş, kadınların kendisine biçilen bu sorumluluklar sarmalının çizdiği sınırların dışına çıkmasına izin verilmemiştir (Sancar, 2012: 311).

Oluşan modern kamusallıklar aile yapısını da derinden etkilemiş, bu da kadın ve erkeğin toplumdaki göreli konumlarında birtakım değişiklikler meydana getirmiştir. Modern toplumda aile, geleneksel olarak üstlenmiş olduğu rolleri kamusal alana devretmeye başlamış, aile içinde çözüme kavuşturulan birçok konu kamusal alana taşınmıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda ailenin çizdiği sınırlar içinde kalan kadın kamusal alanda görünür olmaya başlamıştır. Modern toplumda kadın, eğitim, siyaset, ekonomi gibi alanlarda da faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu değişimle birlikte sadece aile bireyleri değil, ailenin üstlenmiş olduğu birçok rol de kamusal alana geçmiştir. Doğumevleri, kreşler, restoranlar, fırınlar, temizlik şirketleri ve huzurevleri sayısının sürekli bir şekilde artması bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Aile bireyleri ve ailenin yerine getirdiği aktivitelerin kamusal alan tarafından devralınmasının yanı sıra, kamusal alan aile içi değerlere ve düzenlemelere de nüfuz etmeye başlamıştır. 12. yüzyılda aile kendi içine kapalı bir bütünlük olarak kendi kurallarını kendi oluşturuyorken, artık modern hukuk karı- koca ilişkisi, ebeveyn-çocuk ilişkisi, mülkiyet ilişkisi gibi birçok konuda düzenlemeler getirebilmektedir. Dolayısıyla kamusal alanda hüküm süren değerler ailenin yapısını da doğrudan etkileyeme başlamıştır. Üstelik aile sadece kendi

ülkesinin kamusalıyla kuşatılmakla kalmamış, internet, uydu, telefon gibi iletişim kanalları yoluyla uluslararası kamusallıkların etkisine de açık hale gelmiştir. Bu bakımdan aile, bir değer, düzenleme, kural üreticisi olmaktan çok, kamusal alanda üretilen bu değerlerin ve kuralların tüketicisi konumuna gelmiştir. Benzer şekilde, kapitalizmin ilk gelişim aşamasında özel alana dâhil olarak kabul edilen ve devletin müdahalesinin hoş karşılanmadığı piyasa ilişkileri de 19. yüzyıldan itibaren sosyal devlet anlayışının yerleşmesiyle beraber kamusalın etki alanına girmiştir (Çaha, 2007: 91-92).

İşte modernliğin aile yapısında ortaya çıkardığı bu tür gerilimlerin giderilmesi adına gerekli görülen şey erkeklerin somut taleplerinin kadınlar tarafından karşılanması olmuştur. Bu bağlamda erken cumhuriyetin muhafazakâr modernlik dönemi başlarında bedenden ve benlikten arındırılmış soyut kadın imgesi giderek hareket eden, eylemde bulunan kadına dönüşmüştür. Ancak kadının bu hareket eden hali hareket sınırlarını belirleme hakkına sahip olduğunun göstergesi değildir; zira yerine getirmesi gereken görevlerin erkekler tarafından belirlendiği sınırlı bir alanda, arzuları değil görevleri doğrultusunda rolünü oynayan mankenler olmaktan öteye gidememişlerdir (Sancar, 2012: 316).

Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında kadınların görece aşağı statüsünü sorgulayan feminist birtakım örgütlenmeler kurulmuştur. Oluşan bu feminist hareketler bastırılmış ve bunların bastırılmasını takip eden dönemde Kemalist kadınlar, kadınların haklarının aranması ve savunulmasından çok Kemalist ilkelerin kadınlar arasında yaygınlaştırılması görevini üstlenmişlerdir. Zira kadınların ayrı bir grup olarak hak arama mücadelesine girişmesi ve örgütlenmesi devletin bekası açısından tehdit olarak görüldüğünden kadınlar kendilerine gerekli olan bütün hakların zaten verildiğine ve Türk Kadınlar Birliği gibi oluşumların siyasetle uğraşmasının gereksiz olduğuna ikna edilmişlerdi. Bu ikna edilmişlik ve bu anlayış siyasi kültürümüzde “kadınlık durumunu görmeyi engelleyen seçkinci bir çizginin eğitimli kadınlar arasında yaygınlaşması” olarak özetlenebilecek bir etki yaratmıştır (Zihnioğlu, 2009: 805-808).

Cumhuriyetin bu ilk yıllarından günümüze, bir şekilde kamusal görünürlük kazanan kadınlar “kutsal kadın- hafif kadın” ayrıştırmasının süzgecinden geçmek zorunda olduklarını bildikleri için çoğu zaman kendi adlarına konuşamamaktadırlar. Kamusal alanda güçlü görünen kadın rol modelleri ise, kadın olmanın verdiği güç ile değil, başka güçlenme stratejileri ile kamusal alanda var oldukları için onlar da kamusal olarak kendi adlarına konuşmamaktadırlar. Kimi zaman güçlü bir erkeğin eşi olarak, kimi zaman zengin girişimcilerin yurtdışında okuyan kızları olarak kamusal güce sahip gözüken bu kadınların ne kadar “bağımsız kadın özne” olabildikleri tartışmalıdır (Sancar, 2012: 312).

Ayrıca İstanbul-Anadolu kadını kavramlaştırması bağlamında İstanbul kadını, modern, haklarına kavuşmuş, sorunları olmayan kadın olarak söz hakkına sahip olamazken, Anadolu kadını ise cahil ve bilinçsiz kadınlar olarak kavramlaştırıldıkları ve kendi haklarını savunamayacak durumda oldukları için söz hakkına sahip olamamışlardır (Sancar, 2012: 314-315).

Siyasi partiler bünyesinde 1980 öncesinde “kadın kolları” adı altında örgütlenebilen kadınlar, 1980 darbesi sonucu yürürlüğe giren 1982 Anayasası’nın kadın kollarını yasaklaması sonucu bu imkândan da yoksun kalmışlardır. Ancak yine de, kadın kolları şeklinde olmasa da kadınlar, parti çatısı altında gönüllü kadın komisyonları şeklinde çalışmaya devam etmişlerdir. Kadın kollarına ilişkin yasaklama ise ancak 23 Temmuz 1995’te 4121 sayılı kanunla son bulmuştur. Ayrıca, 1990 yılında SHP’nin il, ilçe merkez karar ve yönetim organlarında %25’lik kota uygulamasına geçmesi, Türkiye’de kadınlar kamusal ve siyasal etkinliği bakımından önemli bir gelişme olarak değerlendirilebilir (Talaslı, 1996: 68). Kamusal ve siyasal yaşamda kadınlara yönelik olan bir diğer engel 1991 ve 1992 yıllarında son bulmuş, 1991’de ilk kez bir kadın vali, 1992’de ise 3 kadın kaymakam göreve gelmiştir (Talaslı, 1996: 68).

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında kadınlara siyasal haklarının verilmesi kadın erkek eşitliğinin sağlanması adına yeterli görülmüş, kadın sorunları kavramı üzerinde hiç durulmamıştır (Talaslı, 1996: 85). Çok partili döneme geçildiği 1950- 1960 döneminde Demokrat Parti’nin programında da kadın sorunları kendine yer

bulamamıştır. 1960 darbesi sonrasında hazırlanan 1961 anayasası, hak ve özgürlükler konusunda oldukça detaylı bir anayasa olsa da 1969 yılındaki koalisyon hükümeti dönemine kadar kadın konusuna değinilmemiştir (Talaslı, 1996: 85). Ancak Adalet Partisi ve Süleyman Demirel’in başkanlığında kurulan koalisyon hükümetinde kadın konusuna sadece aile içindeki görevleri çerçevesinde değinilmiştir. 12 Mart sonrası kurulan koalisyon hükümetinde kadın bakan atansa da, yine kadına yönelik herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir (Talaslı, 1996: 85).

1980’li yıllarla birlikte ise kadına ilişkin yeni rol tanımları yapılmaya başlanmış, kadının yeni kimlikler kazanması söz konusu olmuştur. Kadın konusu gündeme gelmeye başladığı oranda kadının hem bireysel hem de toplumsal siyasal katılımı konusunda bir boşluk olduğunu fark eden siyasi partiler popülist bir kadın söylemi geliştirmişler ve genel olarak kadın oylarını seferber etmeyi ve seçmen olarak kadına ulaşmayı hedefleyen bir çizgiyi temsil etmeye başlamışlardır (Talaslı, 1996: 86).

Kadınların durumunda 1990’lı yıllarla birlikte görülen ve yasal olarak kocalarının izni olmadan çalışma hayatına atılabilmeleri, kaymakam, vali, büyükelçi gibi üst düzey devlet kadrolarına girmeleri için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması şeklinde kendini gösteren göreli iyileşme ise 1980’lerle birlikte kadın hakları konusunda farkındalık yaratan çalışmaların artmasıyla mümkün olabilmiştir (Saktanber, 2011: 330-331).