• Sonuç bulunamadı

1.4. Türkiye’de Kamusal Alan

2.1.3. Ataerkil Toplumsal Yapı ve Kamusal ve Özel’in Cinsiyetçi Temelde

2.1.3.2. Kamusal ve Özel Alanın Cinsiyetçi Temelde Tanımlanması

Toplayıcılık ve avcılık temelinde yaşamın sürdürüldüğü ilkel toplumlarda, kadın ve erkek arasında eşitlik söz konusuyken, yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte bu eşitlik bozulmuş; erkekler ev dışı, kadınlar ise ev içi alanlarla ilgilenmeye başlamışlardır. Eve kapanan kadın, toplumsal üretime katkı sağlamakla elde ettiği gücü yitirmiş ve üretimden doğan artık değer erkeğin elinde toplanmaya başlamıştır. Sonuç olarak ise, anaerkil yapı yerini ataerkil yapıya bırakmıştır (Talaslı, 1996: 11).

Kamusal/özel alan ayrımı ve düşüncesinin temeli ise Eski Yunandaki polis(Kamusal alan) ve oikos (hane) kavramlarına dayanmaktadır. Bu düşünceye göre, polis erkeklerin yönetim alanını ifade ederken, oikos ise kadın ve çocukların yeri olan ev içini belirtir. Zaman içerisinde değişime uğrayan bu kavram ayrıştırması, 17. yüzyıla gelindiğinde, kamusal alanın hukuksal düzenlemeye konu olan alan, özel alanın ise hukuksal düzenleme dışında olan alanı ifade ettiği bir şekle bürünmüştür (Berktay, 2012: 39). Zira kamusal ve özel kavramları tarihsel olarak durağan değerler değillerdir; belli iletişim yapılarına bağlı olarak değişim gösterebilen olgulardır (Kreisky, 1995: 45, akt. Wedel, 2013: 22).

Toplumların tarihsel gelişim süreci içerisinde oluşan farklı üretim ve bölüşüm ilişkileri sonucunda ortaya çıkan kadın-erkek eşitsizliği, özel ve kamusal alanın

cinsiyetçi temelde tanımlanması süreciyle paralel gitmiştir (Talaslı, 1996: 11). Kadınlar, doğrudan üretici güç olma özelliklerini kaybetmeleriyle birlikte, siyasi karar alma mekanizmalarında söz sahibi olamamaya başlamışlardır. Dünyadaki işlerin yüzde seksenini yapan, ancak dünya gelirinin sadece yüzde üçüne sahip olan kadınlara karşın, ekonomik güce tek başına sahip olan erkekler siyasi erki de tek başlarına kullanmaya başlamışlardır. (Kızılkaya, 2004: 131).

Siyaset bilimciler tarafından da genel kabul gören kamusal/özel ayrımına göre, örneğin, kamusal mekânda gerçekleştirilen ve kamusal kararlar alınan siyaset kamusalı temsil ederken, çocukların bakımı, dışarıda çalışmaya kimin gittiği, toplantıda kimin konuştuğu ya da çayı kimin yaptığı özel meseleler olarak kabul edildiğinden siyasetin ilgi alanına girmemektedir (Philips, 2012: 116). Cinsiyetler arasındaki ayrımın özel ve kamusal alanda yapılan işler üzerine temellendirilmesi, aslında, cinslerin üretkenliklerinin birbirine yaklaştığı oranda cinsiyetçi işbölümünün azalması beklentisini beraberinde getirir. Diğer bir ifadeyle, kadınların eğitim durumları, gelir düzeyleri, iş hayatındaki tecrübeleri erkeklerinkine benzedikçe, cinsiyetçi işbölümünün aşınması beklenir (Esping-Andersen, 2011: 47). Ancak, cinsiyetçi işbölümünün nedenini toplumsal yapının derinliklerinde aramak gerekir.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, kadınların kamusal alana katılımını engelleyen temel unsur özel alanı deneyimleme biçimleri olmuştur. Zira kadın ve erkek arasında genel kabul gören mevcut işbölümü, kadınlar her ne kadar iş yaşamına aktif bir şekilde katılmış olsalar da, çocukların ve hanenin sorumluluğunun genel olarak kadına ait olduğu bir şekilde yapılandırılmıştır. Bu nedenle, başka hiçbir engel olmaksızın, sadece vakit sorunu bile kadınları kamusal alan dışında tutmaya yetmektedir. Özel hayatların düzenlenme biçimi, erkeği daha fazla politikaya ve kamusal herhangi bir aktiviteye katılım için teşvik ederken, kadını bu konuda sınırlandırmaktadır. Feministler işte tam da bu nedenle, çocukları okuldan kimin aldığı veya yemeği kimin hazırladığı konusunun kişisel veya özel değil son derece politik bir konu olduğunu savunmuşlar ve ‘Kişisel olan politiktir’ önermesiyle bu iki alan arasında ilişki olduğunu öne sürerek mevcut kamusal/özel ayrımını yıkmaya çalışmışlardır (Philips, 2012: 116; 120-121).

Benzer şekilde Philips (2012: 145) de, özel ve kamusal alan arasındaki ayrımın kaldırılmasını değil ama, bu alanlar arasındaki ayrımı, erkek ve kadınlar için farklı anlamlar içeren yapısından kurtarmak gerektiğini ifade etmiştir. Zaten kadınlar açısından düşünüldüğünde sorun yalnızca özel ve kamusal alanların ayrıştırılması değil, asıl sorun her iki alanda da kadınların hiyerarşik olarak aşağıda konumlandırılmış olmasıdır (Kreisky, 1995: 46 akt. Wedel, 2013: 22). Philips (2012: 145)’e göre, özel ve kamusal ayrımı devam etmelidir, zira Philips, kamusal alandaki tartışmaların, ne kadar demokratik bir ortamda geçerse geçsin özel alanı kapsamaması gerektiğini, kişiye özel olarak kalması gereken alanlar olduğunu savunmuştur. Durumu tersten okuduğumuzda, özel alanda kadınların demokratik bir şekilde insan haklarına sahip olması garanti altına alınmadığında, kamusal alandaki hakları da zarar görmektedir. Zira yasal mevzuatla güvence altına alınmış olduğu durumlarda bile, kadının kamusal alana etkin katılım sağlayamamasının nedeni tam da bu özel alanda kadını sınırlandıran değerler ve uygulamalardır (Berktay, 2012: 50).

Kamusal ve özel alan arasında çoğu zaman devlet eliyle oluşturulan yapay sınırlar, kadınlara uygulanan ayrımcılığı meşru hale getirmek ve ev içindeki hak ihlallerini kamusal denetim dışında tutmak için kullanılabilmektedir. Kölelik, ırk ayrımcılığı gibi konularda kişilerin maruz kaldığı ihlaller, insan hakları savunucularının gündemine daha kolay girerken, kadınların aile içinde maruz kaldığı şiddet, cinsel istismar ve namus cinayetlerine duyarsız kalınabilmektedir. Nitekim kadınlar, kültürel değerler bahanesi kullanılarak hakları en çok ihlal edilen ve yine bu değerler dolayısıyla yapılan ihlallerin görmezden gelindiği toplumsal grubu oluşturmaktadırlar (Berktay, 2012: 49). Teoride, özel alana ait olduğu gerekçesiyle hukuk açısından görünmez kılınsa da aile, devletin kimi zaman erkeğin lehine olacak biçimde müdahale ettiği bir alan olma özelliğini de devam ettirmiştir. Örneğin, Türkiye’de devlet, Türk Medeni Kanunu eliyle, 75 yıldan uzun bir süre aile içi reisliği erkeğin görevi ve hakkı saymış, yani erkeğin ataerkil iktidarına yasal zemin kazandırmak amacıyla özel alana müdahil olmuştur. Aslında, özel alanın hukuktan azade olması, çoğu zaman ev içi alanı erkeğin cenneti yapsa da, bu alanda estirilen erkek teröründen korunamayan kadın ve çocukların cehennemi olabilmiştir (Berktay,

2012: 39). Aile içi şiddetle ilgili son dönemde alınan yasal önlemler de henüz ne yazık ki amacına ulaşmaktan uzak görünmektedir.