• Sonuç bulunamadı

Habermas’a göre, yurttaşların eşit katılım hakkıyla kendilerini ilgilendiren konularda eleştirel ve rasyonel tartışmalara girebilmesi demokrasinin önkoşulu ve temelidir. Habermas’ın burjuva kamusal alanı olarak kavramlaştırdığı bu yapı, Batı toplumlarında 18. yüzyılın sonunda, kahve gibi mekânların oluşmasıyla ve basım evlerinin çoğalıp kamusal iletişim olanaklarının artmasıyla, diğer bir deyişle “edebi kamu”nun oluşmasıyla birlikte gelişmeye başlamıştır. Başlangıç itibariyle bu tür mekânların şekillenmesiyle başlayan kamusal alan, doğaldır ki, burjuva sınıfı üyelerinin ve liberal siyasi görüşün ifadesini bulduğu bir alan olmuştur. Edebiyat ve sanat eleştirileri alanında başlayan bu rasyonel ve eleştirel tartışma ortamı, Fransız devrimiyle birlikte politik bir nitelik kazanmaya başlamış, düşüncelerin sansürlenmesine karşı verilen mücadeleyle birleşerek 19. Yüzyılın ortalarına kadar gelişmiştir (Göle, 2009: 9). Burjuva kamusallığının oluşum sürecinde, aristokratların malikânelerinin, kiliselerin arka bahçelerinin duvarlarının ardındaki dışa kapalı, özel dünyalar açılmaya başlamış ve oluşan bu dinamizmle birlikte genişleyen ortak yaşam alanı özel yaşam alanını giderek daraltmaya başlamıştı. Modern toplumun etkinlik alanları kamusal yaşamı özel yaşamdan ayırmaya başladıkça, tüccar, bankacı, yayıncı, sanayici, sanatçı, edebiyatçı gibi aktörler malikânelerin aristokratik kültürüne son vererek burjuva kamusallığını oluşturmaktaydı (Çaha, 2004: 162-163). Ancak, kapitalizmin ileri aşamalarında yapısal olarak değişime uğramaya başlayan kamusal alanda, iletişim kanallarının ticarileşmesinin bir sonucu olarak medya iktidarı doğmuş, bu da özgür düşünce ve haber alma özgürlüğü önünde engel oluşturmaya başlamış ve kamusal alan saflığını kaybetmiştir (Göle, 2009: 9).

Habermas’ın ideal tip olarak kavramlaştırdığı kamusal alan, yurttaşlar arasında eleştirel ve rasyonel bir iletişim ortamını mümkün kılan homojen ve tekçi bir alandır (Göle, 2009: 9). Diğer bir deyişle, 18. ve 19. yüzyıllarda modern düşüncenin temelleri atılırken ortaya çıkan kamu homojen bir özellik göstermekteydi (Çaha,

2007: 86). Burada bireyler her türlü farklılıklarını özel alana bırakır, vatandaş sıfatıyla eşit hukuksal statüye sahip olarak devlet nezdinde bir kimliğe kavuşurdu. Bireyler sosyolojik kimlikleriyle ilgili din, cemaat, mezhep gibi tüm özellikleri, kamusal alana açıldığı zaman üstünden atardı. Böylesi bir kamu kurgusu aslında toplumsal olanın arka plana itilmesini ve toplumsal gerçekliğin uzağında soyut bir kamu tahayyülünü beraberinde getirmektedir. İşte bahsi geçen bu tarz bir kamusallık, demokrasinin gelişimiyle birlikte ciddi bir dönüşüm geçirmeye başlamıştır. Liberallerin temel aldığı daha fazla katılım ilkesiyle beraber kamu artık farklılıkların giderek aleniyet kazandığı alana doğru evrilmeye başlamıştır. Dolayısıyla, Çaha’ya göre, 19. yüzyılın kamusu artık burjuva kamusu olmanın ötesine geçmiştir. Toplumdaki her türden kesim ve grupların özel istek, anlayış ve değerleriyle kamusal yaşam, toplumun zenginliklerinin sınırsız bir biçimde ifade edildiği bir alan olmuştur (Çaha, 2007: 86-87).

Modern toplumda aile, geleneksel olarak üstlenmiş olduğu rolleri kamusal alana devretmeye başlamış, aile içinde çözüme kavuşturulan birçok konu kamusal alana taşınmıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda ailenin çizdiği sınırlar içinde kalan kadın kamusal alanda görünür olmaya başlamıştır. Modern toplumda kadın, eğitim, siyaset, ekonomi gibi alanlarda da faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu değişimle birlikte sadece aile bireyleri değil, ailenin üstlenmiş olduğu birçok rol de kamusal alana geçmiştir. Doğumevleri, kreşler, restoranlar, fırınlar, temizlik şirketleri ve huzurevleri sayısının sürekli bir şekilde artması bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Aile bireyleri ve ailenin yerine getirdiği aktivitelerin kamusal alan tarafından devralınmasının yanı sıra, kamusal alan aile içi değerlere ve düzenlemelere de nüfuz etmeye başlamıştır. 12. yüzyılda aile kendi içine kapalı bir bütünlük olarak kendi kurallarını kendi oluşturuyorken, artık modern hukuk karı- koca ilişkisi, ebeveyn-çocuk ilişkisi, mülkiyet ilişkisi gibi birçok konuda düzenlemeler getirebilmektedir. Dolayısıyla kamusal alanda hüküm süren değerler ailenin yapısını da doğrudan etkileyeme başlamıştır. Üstelik aile sadece kendi ülkesinin kamusalıyla kuşatılmakla kalmamış, internet, uydu, telefon gibi iletişim kanalları yoluyla uluslararası kamusallıkların etkisine de açık hale gelmiştir. Bu bakımdan aile, bir değer, düzenleme, kural üreticisi olmaktan çok, kamusal alanda

üretilen bu değerlerin ve kuralların tüketicisi konumuna gelmiştir. Benzer şekilde, kapitalizmin ilk gelişim aşamasında özel alana dâhil olarak kabul edilen ve devletin müdahalesinin hoş karşılanmadığı piyasa ilişkileri de 19. yüzyıldan itibaren sosyal devlet anlayışının yerleşmesiyle beraber kamusalın etki alanına girmiştir (Çaha, 2007: 91-92).

Geleneksel toplumlarda birbirinden kalın ve yüksek duvarlarla ayrılan kapalı dünyalar on yedinci yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan, Habermas’ın kamusal alan kavramının oluşumunun temel noktası olarak saydığı, umumun ortak yaşam alanında aleniyet kazanmaya başlamıştı. Bu doğrultuda geleneksel toplumda ekonomik, kültürel ve siyasal işlevler üstlenen aile bu işlevlerini kamusal alana devretmeye başlamış; özel alan daralırken kamusal alan genişleme eğilimi içinde olmuştur (Çaha, 2007: 83). Önceleri özel alanın kapalı kapıları ardında temel haklardan mahrum olarak yaşayan kadınların kamusal alana çıkmaları, temel haklarının önündeki engelleri kaldırarak eşit temsil olanağına kavuşmalarını sağlayamamıştır.

Habermas’ın burjuva kamusu olarak adlandırdığı kamu, özel alandaki farklı varoluşlara aleniyet kazandıran ve bunları ortak mekânda aynı potaya getiren bir kamuydu. Buna karşın, 1990’lı yıllardan beri gözlemlenmekte olan kamu farklı özellikler ihtiva etmektedir. Bu kamu özel alanı harmonize etmez, aksine burada her su kamusallığın kendisine sağladığı sonsuz alanda kendine özgü durumlarda kendi yatağında akar. 1990’lı yıllarda kendini gösteren demokratikleşme yönündeki hareketlenmeler bazılarınca aslında kamusallığın yapısal değil fakat ideolojik dönüşümünün habercisiydi (Çaha, 2007: 82).

Habermas’ın geleneksel toplumlardan modern toplumlara geçişte kamusal ve özel alanların yapısına ilişkin değişimleri analiz ettiği çalışmasında, kamusal alanı oluşmaya başladığını öne sürdüğü 16.-17. yüzyıllardan günümüze kadar meydana gelen toplumsal gelişmeler sonucunda artık farklı bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Artık kamusal ve özel alanlar arasındaki sınır belirsizleşmeye başlamıştır ve tek bir kamusal alandan ziyade farklı inanç ve kimliklerin kendini ifade edebildiği çoğulcu bir kamusal alan oluşmuştur (Çaha, 2003: 80).

Ayrıca, uluslararası platformun alanının devletlerin egemenliklerini içine alacak şekilde genişlemesi, ulusal kamusal alandaki sosyal ve sivil kimliklerin kendileriyle aralarında benzerlikler bulunan farklı ülkelerdeki kamusallıklarla bağlantıya geçerek otoriter ve totaliter kamusal tahakkümleri zorlamaya başlayacağını düşündürür. Bilginin küresel düzeyde ulaşılabilir olması gibi süreçler vatandaşı tek bir kamusal otoritenin nesnesi olmaktan çıkarmıştır(Çaha, 2007: 93- 94).

Habermas’a göre, siyasi katılımın gerçekleştiği kamusal alanda kimsenin kimseden daha güçlü olmayacağı koşullarda alınan kararlar herkesçe kabul edilir. Ancak bahsi geçen güç dengesinin sağlanmadığı, eşitsizliklerin getirdiği güç ve statü farklılıklarını yansıtan realitede, ikna etme ve ikna olmadan çok kaynağını eşitsizliklerden alan gizli veya açık baskılar rol oynayabilir. Böylesi bir durumda çıkabilecek olan “ortak” karar herkesçe kabul edilebilir bir karar olmaktan çok dayatma ve manipülasyon yoluyla, karar alma sürecine katılabilenlere, yani kararlardan etkilenme potansiyeli olan bazı insanları dışlayacak şekilde, kabul ettirilmiş olmakla meşru duruma gelen bir karar olur (Bilgen, 2007:72).

Nitekim hemen hemen Habermas’ın kitabını yazdığı dönemlere tekabül eden bir başka teori incelendiğinde de, kamuoyunun her zaman her görüşü yansıtmadığı görülür, çünkü insanlar yaşadıkları toplumdan dışlanma korkusuyla genel olarak kabul edilen görüşlerin dışına çıkmak istemezler. Elizabeth Noelle-Neumann’ın geliştirdiği Suskunluk Sarmalı kuramına göre, insanlar toplumda izole olma riskini almak istemedikleri için, toplumda genel kabul gören görüşler yaygınlaştığı oranda zamanında açıklanamayan, yayılamayan ve kabul görmediğine inanılan görüşleri ifade etme konusunda çekimser davranırlar (Çobanoğlu, 2007: 16). Dolayısıyla her zaman doğrudan susturulma ve bastırılma şeklinde olmasa da, insanlar dışlanma korkusuyla kamuoyunda görüşlerini açıklamaktan ve kamuoyu oluşum sürecine katılmaktan geri durabilirler. İnsan çevresinin onayına gereksinim duyan sosyal bir varlık olduğu için, sürekli çevresini gözlemleme ihtiyacı duyar. Bu nedenle, kamu, Noelle-Neumann’a göre, bilinçli olma hali olarak da tanımlanabilir (Noelle Neumann,1998: 86).

Habermas kamusal alan kavramını oluştururken bu alanın homojen ve soyut bireylerin bileşiminden meydana geldiği şeklinde bir algıya sahipti. Bu birey kuşkusuz “beyaz Batılı erkek”ti. Bu birey modeli kamunun merkezine yerleştirilirken, diğer tüm özne ve özneler özel alana hapsedilmekteydi. Bu model beyaz batılı erkeğin bireyselliği temelinde sergilenen farklılığa açıktı (Çaha, 2007: 82).

Ayrıca bazı teorisyenler, Habermas’ın kamusal alan kavramının dayandığı kamusallık ve serbest erişim retoriğine rağmen, bu kavramın bazı dışlamalar temelinde varlığını sürdürdüğünü ifade etmektedirler (bkz. Frazer, 2004: 105). Bu bağlamda kamusallık söylemi, bir ayrıcalaştırma stratejisi olma özelliği göstermektedir. Habermas burjuva olmayan kamusal alanları incelemeyi ihmal etmiştir. Bunu yaparak aslında, burjuva kamusallığını idealize etmiştir (Frazer, 2004: 108-109).

Frazer’a göre, Habermas’ın burjuva kamusal alan modelinin oluştuğunu iddia ettiği dönemden günümüze kadar meydana gelen toplumsal, siyasal, ekonomik vs. alanlardaki gelişmeler, artık yeni bir kamusal alan modelinin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Frazer’a göre kamusal alan “kurumsallaşmış bir söylemsel etkileşim alanı”dır. Bu alan devletten ayrı olan ve aynı zamanda devlete karşı eleştirel söylemlerin üretildiği ve dolaştığı bir alan”dır (Frazer, 2004: 104-105). “Kamusal alan devlet değildir; aksine, devleti dengeleyen bir karşı ağırlık oluşturma işlevi görebilecek olan ve gayrı resmi olarak harekete geçirilmiş hükümet-dışı söylemsel fikirler gövdesidir.” (Frazer, 2004: 129).

Habermas’ın kamusal alanın herkese açık ve erişilebilir bir alan olduğu varsayımına karşılık Frazer, erkeklerin bir kısmı mülkiyet temelinde, kadınlar ise maruz kaldıkları cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle veya genel olarak bir ırkın politik katılımdan dışlanması şeklinde kendini gösteren ayrımcılıkların bu varsayımı çürüttüğü kanaatini taşımaktadır. Habermasçı kamusallık, her ne kadar, bu alana çıkarken toplumsal statü eşitsizliklerinin bir tarafa bırakıldığını, diğer bir deyişle paranteze alındığını varsaysa da, bu eşit olmayan bireylerin eşitler-miş gibi davranmalarından ve dolayısıyla gerçek anlamda eşitsizliklerin ortadan

kaldırılmamasından başka bir anlam ifade etmemekteydi. Kamusal alanda eşitsizliklerin paranteze alınması hâkim grupların avantajlı, bağımlı grupların ise dezavantajlı olduğu bir durum yaratarak eşitsizliği yeniden üretecektir. Zira, herkesin resmi ve yasal olarak katılım hakkına sahip olduğu durumlarda dahi enformel birtakım engeller katılımın önüne set çekebilmektedirler (Frazer, 2004: 112-114).

Habermas’ın kamusal alanı kavrayışındaki bir başka önemli nokta, bu alanın tek ve kuşatıcı bir şekilde var olmasıdır. Kamusal alanın tekliği ilkesi bozulup ek kamular ortaya çıktıkça kamusal alan parçalanıp gerileyecek, işlevini kaybedecektir. Çoklu kamusallık var olduğu sürece, bu demokrasiye doğru atılan bir adım değil, demokrasiden sapma olacaktır. Frazer bu görüşün aksine, tek ve kapsayıcı bir kamusal alanın güçsüz grupların sahte bir ‘biz’ içinde erimesine yol açacağını ve bu grupların seslerinin temsil olanağı bulamayacağını belirterek çoklu kamusallık vurgusu yapmıştır. Bu tür alanlar, bireylere, kendi kimlik, çıkar ve ihtiyaçları hakkında konuşabilecekleri paralel bir söylemsel alan oluşturacağı için Frazer bu alanları madun karşı-kamular olarak adlandırmaktadır. “Egemen kamular içindeki dışlamalara tepki olarak bu tür karşı-kamuların ortaya çıkması, söylemsel alanın genişlemesini hızlandıracaktır. Bu durumda, ilke olarak, önceleri tartışma dışı tutulan önkabuller, artık kamusal olarak tartışılmak zorunda kalacaktır. Genel anlamda madun karşıt-kamuların çoğalması, söylemsel mücadele alanlarının genişlemesi anlamına gelir ki, bu da tabakalı toplumlar için iyi bir şeydir.” (Frazer, 2004: 116- 119). Yani aslında Frazer, Habermas’ın tek bir kamunun yaratacağını öne sürdüğü katılım eşitliği ilkesini, çoklu kamuların daha etkin bir şekilde yerine getirebileceğini savunur (Frazer, 2004: 123).

Habermas’ın kamusal alan kavramının bir diğer dayanak noktası, bu alanın ‘özel kişiler’in ‘kamusal meseleler’ üzerinde ortak iyiye ulaşmak adına müzakerelerin yürütüldüğü bir alan olduğu gerçeğidir. Peki, kamusal alandaki “ortak iyi”nin ne olduğuna kim karar verecektir? Hangi sorun özel alana, hangisi kamusal alana aittir? Frazer’a göre, demokratik bir ilke olarak kamusallık, esas olarak, önceden ortak iyi veya ortak ilgi konusu olamayan ve bu bağlamda özel sayılan bir konuyu kamusal alan tartışmalarına dâhil edebilmek için diğer insanları ikna etme

fırsatının verilmesini gerekli kılar (Frazer, 2004: 124). Benzer şekilde, ortak iyi üzerindeki uzlaşıyla ilgili tereddütlere ve bu bağlamda kamuoyunun dışlayıcı karakterine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Gökçe (2012), kamuoyu kavramını “bir toplumun ya da bir grubun üyeleri açısından anlamlı ya da önemli olan veya olabilecek tüm unsurların ortaya konduğu ve tartışıldığı bir mekân”(Gökçe, 2012: 38) olarak tanımlamıştır. Yani, kamuoyu kavramının temel esprisi, herkesin bu sürece katılımının mümkün olduğu şeklindeki kanaattir. Ancak, kamuoyunun herkese açık olması, katılım hakkının kullanımının kolay olduğu veya herhangi bir koşula bağlı olmadığı anlamına gelmez.

Özel alan veya ev içi mahremiyet söylemleri, kamusal alanda tartışılması istenmeyen konuların özel alan sınırları içinde tutularak tartışma dışında bırakılmasına zemin oluşturmak amacıyla kullanılabilir (Frazer, 2004: 126-127). Nitekim kadınların aile içi şiddete maruz kalmasının kamuyu ilgilendiren ortak bir mesele olduğu gerçeği yeni yeni kabullenilmeye başlanmıştır (Frazer, 2004: 124). Kamusal alandaki tartışmalar burjuva erkek egemen ideolojisinin “özel” diye adlandırdığı konuları dışlamayarak, bunları da tartışmalara dâhil etmesi demokratik bir kamusallık ilkesi açısından önem arz etmektedir (Frazer, 2004:131). Kamusal alana katılımı sınırlayan formel kuralların kaldırılması durumunda bile katılımın arttırılması her zaman mümkün olmamaktadır. Kadınların önünde birçok ülkede bu türden engeller olmamasına rağmen, kadınlar hala kamusal tartışmaların dışında tutulmaktadır (Frazer, 2004: 127).

Habermas’ın kavramlaştırmasının yetersizliklerine değinen başka birçok teorisyen de vardır. Dacheux’a göre, kamusal alan tarih dışı değil, sürekli bir değişim seyri takip eden bir toplumsal yapı olmasının yanı sıra kurum olmayıp tüm aktörlere açık olma potansiyeli taşıyan bir alandır. Ancak yine de herkesin bu alana girişi kabul edilmediği için eşitsiz bir alandır (Dacheux, 2012: 21). Negt ve Kluge, kamusal alan ilkesinin özünde, bileşik olmaktan ziyade soyut bir biçimde ilişkilenmiş tekil alanlar yığınının olduğundan bahseder. Kamusal alan içinde televizyon, basın, baskı grupları, siyasi partiler vs. sadece görünüşte birleştirilmiştir (2004: 138). Alexander Kluge’ye göre, “kamusal alan, mücadelelerin savaş dışı yollarla karara

bağlandığı(sonuçlandırıldığı) yerdir.” Ayrıca, “ölü kamusal alan” (Sennett, 2010: 31) ve “kamusal görünürlük ortasında yalıtım” (Sennett, 2010: 31) kavramlarını geliştiren Richard Sennett de Habermas’ın kamusal alan kavramının günümüz gerçekliğini açıklamadaki yetersizliklerine değinmiştir.

Siyasal otoritenin tahakkümü altında eriyen bir kamusal alan tasavvur eden Hobbes, Rousseau ve Hegel gibi düşünürleri eleştiren feminist yaklaşıma göre, özel- kamusal alan ayrımı, özel alanın kamusal alanın kapalı bir alt bölümü haline getirilerek ataerkil zihniyeti bu alanda devam ettirmenin bir aracıdır. Feminist düşünürlere göre, özel/kamusal ayrımı özel yaşamı kadınlıkla, kamusal yaşamı ise erkeklikle özdeşleştiren bir çerçevenin ana hatlarını çizmektedir. Erkekler kamusal alanda siyaset yaparken, tarih oluştururken ve devlet kurarken, kadınlar ailenin sınırları içerisinde erkeklerin kamusal alan faaliyetlerini yürütebilmelerini kolaylaştıran hizmetleri yürütmektedirler. Bu bağlamda feministler “ özel olan politiktir” sloganı çerçevesinde mevcut özel/kamusal alan ayrımının kaldırılması için mücadele vermektedirler (Çaha, 2007: 85-90).