• Sonuç bulunamadı

Tarihî Devr-i Dâimler

Belgede GÜNLER BAHARI SOLUKLARKEN (sayfa 96-100)

Bir zamanlar, güneş bu ülkede doğar, rahmet bu ülkeye yağar, güller-çiçekler de bu ülkede açardı. Yıldızlar bu ülkeye göz kırpar, sema bu ülkeye tebessüm eder ve öteler bu ülkeye bir başka bakardı. O zamanlar, bir baştan bir başa dağlarımız bağ, bağlarımız da Cennet bahçeleri gibi büyülü ve rengârenkti.

Tekmil ovalarımız obalarımız, Hızır’la arkadaşlığa ermiş gibi hep canlı ve hep pırıl pırıldı.. oralarda bin rayiha ile eserdi esince rüzgâr.. ve sabâ her yerde misk ü amber sürünür gezerdi. Dost-düşman bin bir iştiyakla yamaçlarımızda tenezzühe koşar.. ve Çin’den-Maçin’den kopup gelen kervanların biri konar, biri kalkardı.

Gökteki ihtişamla yerdeki güzelliklerin ufuk teşkil ettiği bu dünyada, ışık ve renk arası gelip giden ruhlar, neşeyle daldan dala uçuşan kuşlar gibi hep şen ve şakrak; gönüller de Firdevslere koşmanın heyecanıyla soluk soluğa ve sımsıcaktı. Zaman zaman, Cennetlere açık bu sihirli dünyanın kapısında, tasavvurlarımız gidip gökler ötesi âlemlere dayanınca, sonsuzun güzellikleri gönüllerimizde nara atmaya başlardı.

Bu yemyeşil iklimin bağı-bahçesi, gülü-çemeni hayatımız gibi nabızlarımızda atar, dört bir bucaktan ruhlarımıza akıp gelen mânâlar, kulaklarımıza bir sihirli zemzeme fısıldar ve bizi sürprizlere açık yamaçlarda tenezzühe çağırırdı.

Gün gelip de dünyamızı çepeçevre saran bu ışık, ülke sınırlarını aşıp nursuz ve ufuksuzları kuşatınca, hiç güneş bilmeyen bu karanlık dünya, bir baştan bir başa fecir rengine büründü ve gece kuşları gibi harabelerde tüneyen bahtsızların yüzleri gülmeye başladı.. derken gönüllere eza saksağan sesleri bir bir kısıldı.. harabeleri okşayıp geçen ışık hüzmelerinden yarasaların gözleri kamaştı.. bütün canavarlar inlerine girip murakabeye daldı ve bütün yılanların zehirleri kursaklarına aktı. En karanlık düşüncelerin hüküm sürdüğü bu yerlerde, renk ve ışıktan Cennetlere yollar açıldı. Yer yer Firdevsî esintilerin çiçekleri okşayıp geçtiği, zaman zaman da dikenlerin güllere selâm durduğu yollar...

Gönüllerimizde iman ve azim, dillerimizde aşk u şevk türküsü, dem o dem şahlanmış yürürken, birdenbire bu muhteşem dünya öyle bir sarsıldı ki, altı üstüne gelmedik hiçbir şey kalmadı. Güneş sislere boğulup kayboldu.. renkler hüzünle inlemeye başladı.. yıldızların çehresini buz bağladı.. ay bu dehşetten

sapsarı kesildi.

Artık, esen rüzgârlar gül kokusu taşımıyor.. kuşlar, kuşçuklar neşeyle ötmüyor.. bülbüller hüzün mırıldanıyor.. akrepler kuyruklarını dikmiş nefretle dolaşıyor ve çalım satıyor.. yılanlar da ıslık ıslık yüreklere korku salıyordu.

Evet, yeniden çemenler ağlamaya durmuş, yeniden goncalar zünnar bağlamış ve yeniden böcekler ağıtla inliyordu.. yeniden sesler hıçkırığa dönmüş, yeniden sevinçler sinelerde boğulmuş ve her yanda çığlık çığlık yeisin, kederin nağmeleri duyuluyordu.. yeniden gök-yer birbirinden kopuyor, arz başını alıp karanlıklar içinde yüzüyor ve yeniden sema belirsizleşip kaoslaşıyordu..

mesafeler merhametsiz ve gidip Kafdağı’na ulaşmıştı, emeller sarsık ve iradeler de felç olmuştu. Duygu ve düşünce tanımayan kaba ruhların üzerimize saldıkları zehirli oklar sinelerimizi delik deşik etmiş ve gözlerimizi de kan çanağına çevirmişti. Zayıf ruhlar sürekli sendeliyor, çelimsiz iradeler sağda solda geziyor ve oturmamış gönüller de tir tir titriyordu.. akıl hayret ve şaşkınlık vadilerinde tepetaklak, muhakeme de cinnet derelerinde hayale inci diziyordu. Dünya ve ukba saltanatının kapılarını açan sırlı anahtarları kaldırıp bir tarafa attığımız bu kapkara günlerde, altından hazinelerimize sırtımızı dönüyor ve gidip bakırcılar çarşısında cevher arıyorduk.

Bu sis ve duman içinde, kurnaz tilkiler aslan postuna bürünüp çalım satıyor;

aslanlarsa gadr-ı hicranın demir pençesinde inim inim inliyor ve çaresizlik hırıltılarıyla acz besteliyorlardı.. saksağanlar uğursuz sesleriyle –dayansın kulaklar– habire nutuklar çekiyor; bülbüller, çorap gibi yuvaları içinde yutkunup duruyorlardı. Her yanda sessiz sessiz ahlar yükseliyor ve her yanda çaresizlik tesellisi içinde az buçuk canlılar dahi felç olup gidiyordu. Sabır fitneye yenik düşmüş, tevekkül ve Hakk’a itimat sebepler karşısında nakavt olmuş.. vicdan en tâli’siz günlerini yaşıyordu.

Evet artık, ne Cibril’in dolaştığı yerlerde hayat emaresi ne de Hızır’ın bıraktığı yemyeşil izlerden eser kalmamıştı. Düşünce ümide inat gidip gidip karanlık iklimlerde dolaşıyor, ümit düşünceden habersiz ve ölüm solukluyordu.

Tam bu zifiri karanlık içinde, biz bitkin, iradelerimiz de bîtâb yürürken, asırlar ötesinden Yüce Rehber’in sesi tın tın bir kere daha duyuldu. Nağmeleri kor gibi yakıcı, haykırışları yaman, solukları da gürül gürüldü. O, yoldakilere

“Gel gel” diyor, âvâz âvâz bir şafağı müjdeliyor ve geçmişin şanlı yamaçlarına doğru yollar vuruyordu. Sesten, sözden anlayan herkes O’na doğru koşuyor..

mesafeler O’na ve arkasındakilere selâm duruyor ve her yana âdeta emniyet

yağıyordu. Yeniden gökler ve yer izdivaca hazırlanıyor gibi el ele ve yüz yüze gelmişti.. yeniden ruhanîlerle insanlar aynı safta birleşiyordu. Her sıkıntılı dönemde, varlığını başımızın üstünde bir güneş gibi hissettiğimiz Yüce Rehber –Allah gölgesini başımızdan eksik etmesin!– bizi bir kere daha vesâyâsı altına alıyor ve “ümmetî..!” deyip inliyordu.. vicdanlarımız da bu arş u ferşi çınlatan sese: “Sensizlik işimizi bitirdi.. mumumuz sönmek üzere; çerağın nerde?.”

çığlıklarıyla mukabele ediyordu.

Artık, O bir güneş gibi hep başımızın üstünde dönüp duruyor; bizler de birer sızıntı gibi bağrımızı o ışık kaynağına açıyor, O’nunla bütünleşmek ve O’nda fâni olmak istiyorduk. O, gürül gürül bir çağlayan gibi gönüllerimize akıyor;

bizler de kendimizi o ummana salıyor ve damlaya derya neşvesini duyuruyorduk. O, geçeceğimiz yollara ışık saçan güneşlere denk bir ışık kaynağı, bizler de o ilâhî meşale etrafında uçuşan birer pervane.. O, dünya ve ukba mutluluğunu atının terkisine bağlamış bir Kutlu Yolcu, bizler de O’nun âzat kabul etmez köleleri.. O hayatını karanlıklarla mücadeleye adamış bir ışık insan, bizler de bu kavganın “hayhuy”una dem tutan alkışçılar olmuştuk..

O’nunla dolup taşıyor, O’nu solukluyor, O’nu yudumluyor.. O’nun arkasından coşuyor, O’na intisabın gururuyla şahlanıyor ve O’nun zaferleriyle şahlanıp kendimizden geçiyorduk. Evet, O’nun sayesinde bir kere daha kefeni gömlek yapıyor, bir kere daha ölüm çukurundan kurtuluyor ve bir kere daha tipiden-borandan yakayı sıyırıp bahara eriyorduk...

Aslında bu, ilk değildi; son da olmayacaktı. Dünya kuruldu kurulalı, kışları baharlar, geceleri de gündüzler takip edip durmuştu. Biz ve zamanımız da bu

“devr-i dâim”in dışında kalamazdık.. kalmadık da. Hatta eğer bizler, vefasızlık edip sebepler planında bir kenara çekilseydik, bir kısım vefalı gönüller hatırına yine her yana nurlar yağacak ve ilkinde olduğu gibi yine ışık gelip karanlığı boğacaktı.

Şu anda yeryüzü, tekmil yağmur duasına hazırlanmış gibi, urbalar altüst olmuş, eller aşağıya doğru çevrilmiş.. gözler ümitle açılıp kapanıyor ve yanık sineler, güftesiz bestelerle hafakanlar mırıldanıyor... üst üste yığılıp yeryüzünü şefkatle seyreden ruhanîlerin gözleri damla damla.. bilfarz, bulutların suyu tükense bile, sebepler ötesi âlemlerden gelecek rahmet esintileri, yeryüzünü Cennetlere çevirecek ve her şey gibi bizim de hasret ateşlerimizi söndürecektir.

Hele bir fasıl daha geçsin; varsa vicdan u iz’anın, sen de göreceksin sabahın nurdan hançerini zulmetlerin bağrına sapladığı günü ve dört bir yanın diriliş

türküleriyle inlediğini.

Şimdi gel sen de dikenler içinde olsan bile, gül türküleri söyle! Çevrene yumuşatıcı nefeslerle bir şeyler fısılda! Toparlan, gönlüne açıl ve gelip ruhunun üzerine çöreklenen rahatlık cadısını kov! Âh u enîne hasret seccadene koş ve iniltilerini gözyaşlarınla nefeslendir! Nefeslendir ki, bu âh u efgân ve bu mübarek damlalar, değil muvakkat karanlık ve dünyevî ateşleri, Cehennemin kıvılcımlarını dahi söndürüp, ateşin bağrında “berd u selâm”lara inkılap edecektir. Çevrendeki sisten-dumandan endişe edip geri durma! Atmosferine çarpan şahaplarla sarsılma! Feleğin dölyatağında gerinen mutlu yarınları gör ve rüyaların Hira’sında, hülyaların Tûr’unda Sonsuz’dan gelen nefesleri duymaya çalış! Çalış ki, gönülleri pervaneliğe alıştıran dünkü renk ve ışık, eskisine denk bir tülleniş sath-ı mâiline girdi bile. Çalış ve çerağını, o ışıktan tutuştur; bir karanlık bucağı da sen aydınlat! Karanlığa sövmek değil, ışık yolunda bir mum yakmak mârifet..! Yarasaları yarasalarla baş başa bırak! Akrebin kuyruğunu kırıp kendi ağzına sok ve her gün biraz daha ışığa doğru kayan şu tâli’li dünyada bizlere ruhun bestelerinden bir şeyler mırıldan!

Belgede GÜNLER BAHARI SOLUKLARKEN (sayfa 96-100)