• Sonuç bulunamadı

Yüce Tanrı ve Vahiy Teorisi

B. Müller’in Dinler Tarihinde Metodoloji Konusundaki Görüşleri

5. Yüce Tanrı ve Vahiy Teorisi

Monoteizm, evrimci görüşü benimseyenler açısından dini gelişimin en yüksek noktası olarak kabul edilir. Bu bakış açısına göre insanoğlu, fetişizm, animizm, totemizm, ya da büyü aşamasından politeizme oradan da monoteizme ya da Yüce Tanrı fikrine ulaşmıştır. XIX. yüzyılda, diğer evrimci görüşlerin aksine dinin kökenin bir Yüce Varlık fikrinin olduğunu ileri süren, Andrew Lang’dır (1844– 1912). Tylor’un öğrencisi olan Lang, kendi kuşağı tarafından yetkin bir bilim adamı, profesyonel bir tarihçi ya da ilahiyatçı olarak kabul edilmez. Ancak Lang tüm bu alanlarda araştırmalar yapmış ve görüş belirtmiş iyi bir yazar ve gazetecidir.126

Lang’ın akademik hayatı genel olarak ikiye ayrılır. O yaşantısının birinci dönemi kabul edilen 1873’ten 87’e kadar Tylor’un hevesli bir takipçisidir ve bu dönemde tabiat mitologlarıyla savaşta Tylor’un saflarındadır. Lang, ikinci döneminde yani 1887’den sonra Benedikten misyoner-lerinin Avustralya yerlilerinde var olduğunu söyledikleri, diğer tanrı ve ruhlarla ilgisi olmayan, ahlaki, ruhsal, ezeli ve ebedi bir Yüce Tanrı inancından etkilenmiştir. Buradan hareketle Lang, Tylor’un ve diğer evrimcilerin teorilerine karşı çıkmış ve onları, dinin menşeini dinden başka şeylerle açıklamaya çalıştıkları için eleştirmiştir.127 Ona göre Yüce Varlık fikri, onların düşünce dünyasına dışarıdan girmemiştir. O, bir ruh, hayalet ya da rüyalar

123 Anthropological Religion, s. 409 124 Natural Religion, s. 160

125 Anthropological Religion, s. 126

126 Pritchard, age. s. 40; Sharpe, Comperative Religion, s. 59

127 Sharpe, age s. 62; Eliade, agm. s. 617; Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, s. 56; Benjamin C. Ray, “Lang, Andrew”, E.R. c. 8 s. 438

yoluyla elde edilmemiştir. Aynı zamanda bu Yüce Varlık, ölümsüz, ahlaki ve diğer yaratıklardan yücedir.128

Görüşlerini temel olarak A. W. Howitt’in güneydoğu Avustralya Aborjinleri arasında bulunduğunu bildirdiği Yüce Varlık fikrine dayandıran Lang, aynı fikrin Andamanese Pigmeleri129, bazı Afrika ve Amerika yerlileri arasında da var olduğunu söyler. Ayrıca ona göre bu insanların yaşam tarzları gerçekten ilkel yapıdadır. Bu yüzden onların dini fikirleri de ilkel bir yapı arz eder.130 Bu şekilde o, “Yüce Tanrı” fikrinin ilkel ve evrensel karakterli olduğunu ortaya koymaya çalışır.

Yukarıda da belirtildiği gibi Lang bir ilim adamından ziyade bir gazeteci ve yazardır. Bu nedenle Lang’ın Yüce Tanrı fikrini, din tarihinin sonuna değil de başına koyduğu anti-evrimci teori, ilim çevrelerinde fazlaca kabul görmemiştir. O, bu iddiasını dokümanlarla ispatlayamadığı ve metodolojik olarak tutarsız olduğu yönünde eleştiriler almıştır.131

Onun Yüce Tanrı kavramını sistemli bir hale getiren Wilhelm Schmidt (1868–1954) olmuştur. Bir Katolik rahibi ve antropolog olan Schmidt’i misyonerlikle ilgili problemler, dil, etnoloji ve dinler tarihi çalışmaya sevk etmiştir. 1912’de dokuz ciltlik Ursprung der Gottezidee yayınlamış, 1931 yılında da bu eseri

The Origin and Growth of Religion adıyla İngilizce’ye çevirmiştir.

Schmidt, dinin kökeni gibi bir problemin tarih etnolojisinin yardımı olmadan ve sağlam bir tarihi metottan yararlanmadan çözülemeyeceğini belirtir. O, ilkel kültürlerde tarihi oluşumların aydınlatılma yolunun sadece tarihsel metotla olacağını vurgular. Bu nedenle Tylor, Frazer, Durkheim ve antropologların büyük çoğunluğunun anti-tarihçi yaklaşımlarını şiddetle eleştirir.132

Schmidt bir kültürel evrimcidir, yani ona göre toplumlar başlangıçtan günümüze kadar evrimleşerek gelmiştir. “En eski kültür” (urkulture), avcı ve toplayıcı kabilelerin oluşturduğu iptidai kültürdür.133

128 Pritchard, age. s. 40; Pettazzoni, age. s. 18; Sharpe, age. s. 63; Ray, agm, s. 438; Lawrence Sullivan, “Suprem Being”, E. R. c. 14, s. 176

129 Bengal Körfezi’nde Sumatra ile Burma arasında bulunan Andaman adalarının ilkel halkı. 130 Sullivan, agm. s. 176

131 Eliade, agm. s. 617 132 Eliade, age. s. 32 133 Demirci, age. s. 62

Tarihi etnoloji, Avustralya’nın güneydoğu kabileleri olan Aborjinleri, Asya’daki Pigmeleri ve Fuegienler gibi Amerika’nın bazı kabilelerini en eski medeniyetlerin izleri olarak kabul eder. İşte Schmidt bu canlı fosillerden hareketle ilkel dinin ortaya konabileceğini düşünmüştür. Böylece o, etnografik verilerden yola çıkarak yaptığı incelemeler neticesinde, bu kabilelerde “Yüce Tanrı” fikrinin var olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Ona göre urkulture aşamasında olan bu kabilelerde egemen olan din biçimi, monoteist bir yapıdadır. O bunu ilkel monoteizm “urmonotheismus” der. Başka bir deyişle dinin ilk basamağı, ezeli, ebedi, alim, rahim ve gökte oturan yaratıcı bir Tanrı inancından ibarettir. Bazen ana tanrıça, bazen hayvanların efendisi olduğu kabul edilen bu tanrı, diğer tanrıların hepsinden daha yukarıda bulunur. Yüce Tanrı olarak kabul edilmesine rağmen bu ilah çok fonksiyonel ya da hayatın içinde değildir. Bu nedenle gözlemciler tarafından algılanamamıştır. Aynı zamanda ona göre urmonoteizm, tarihin tesadüfî bir buluntusu değil, vahyin esinidir. Yani Yüce Tanrı varlığını ilkel insana vahiy yoluyla haber vermiştir.134

Dinin menşei konusunda ortaya ayılan bu teori, bir anlamda geleneksel din anlayışı ve vahiy öğretisinin dönemin ruhuna uygun olarak bilimsel yöntemler kullanılarak yeniden ifade edilmesi olarak yorumlanabilir. Fakat Lang ve Shimidt’in tekrar gündeme getirdikleri bu teori, bilim çevrelerinden pek çok eleştiri almıştır. Teoriyi eleştirenlerden biri olan Pettazzoni şöyle der.

“Tarihsel olarak büyük tektanrıcı dinler, çoktanrıcılığı reddederek ortaya

çıktığı için tektanrıcılığın çoktanrıcılığı önceden kabul ettiği sonucu ortaya çıkar. Bu nedenle ilkel tektanrıcılık, dinin ilk şekli olamaz. Medeni olmayan halklar arasında bulduğumuz, tarihsel anlamda tektanrıcılık değildir; yalnızca bir Yüce Varlık düşüncesidir. Bu inancın hakiki tektanrıcılıkla özdeşleştirilmesi yanlış anlaşılmalara yol açabilir.”135

Pettazzoni, bu şekilde tektanrıcılığın çoktanrıcılıktan önce olduğunu reddeder. Ancak ona göre, çoktanrıcılıktan sonra gelen tektanrıcılık, ondan evrimcilerin iddia ettiği gibi evrimsel süreçle gelişmemiştir. Tektanrıcılık devrimci

134 Pettazzoni, age. s. 19; Sullivan, agm. s. 177 135 Pettazzoni, age. s. 25

vasıtalarla oluşmuştur ve her seferinde dini bir devrime bağlı kalmıştır.136 Bunun yanında o Yüce Tanrı fikrinin, Schmidt’in düşündüğü gibi vahiy esini olmadığını, aksine mitsel bir düşüncenin ürünü olduğunu kabul eder. O bu fikrin, insanın orijin ve varoluşunun nedenleri ile ilgili olarak bilinçlenmeye olan entelektüel bir ihtiyaçtan ortaya çıktığı teorisine de karşı çıkar.137

Müller de dinin menşeini vahye bağlamaya çalışanları eleştirir. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi Yüce Tanrı ya da monoteizm düşüncesi, dinin menşeiyle ilgili bir teori olarak Müller’in yaşamının son dönemlerinde, Lang tarafından ortaya atılmış daha sonra da Shmidt tarafından sistemleştirilmiştir. Dolayısıyla Müller zamanında bu düşünce henüz bir teori niteliği kazanmış değildir. Bu nedenle Müller, vahiy düşüncesi ile ilgili görüşlerini dile getirirken, sözedilen teori sahiplerinin öne sürdükleri, ilkeller arasında mevcut olduğu düşünülen Yüce Varlık’la ilgili argümanlara herhangi bir atıfta bulunmaz. Fakat Müller’in dinin gelişimi konusundaki düşüncelerinden yola çıkacak olursak, onun dinin menşeine Yüce Tanrı inancını yerleştirme gayretine hemen itiraz edeceğini söyleyebiliriz. Zira ona göre tanrı inancı ilkel insanın tabiatla ilgili tecrübeleri neticesinde tekâmül ederek gelişmiştir. Bu süreç tabii fenomenlerin kutsallaştırılması ile başlar Yüce Tanrı fikrinin kabulüyle sonlanır.

Dinin menşeinin Yüce Tanrı olduğunu söyleyen hem Lang hem de Schimidt, bu düşüncenin vahiy ürünü olduğunu öne sürmüştür. Bunun yanında ilahi dinlere göre Yüce Tanrı inancının arkasında, Tanrı’nın kendi varlığını Âdem’e vahiy yoluyla bildirdiği inancı yatar. Dolayısıyla Yüce Tanrı ya da monoteizm fikri deyince hemen arkasından vahiy düşüncesi akla gelir. İşte Müller, Yüce Tanrı inancını ya da monoteizm teorisini vahye bağlama fikrini eleştirir. Bu bakımdan Müller, öncelikle Yüce Tanrı fikrinin vahiy ürünü olduğunu ve bu düşüncenin de genelde Eski ve Yeni Ahit yoluyla ortaya çıkmış bir görüş olduğunu belirtir.138

Müller vahiyle ilgili görüşleri “harici vahiy” (external revelation), “dâhili vahiy” (internal revelation) olarak ikiye ayırır. Onun harici vahiy dediği, yukarıda ifade edilen Tanrının kendi varlığını insana bildirdiği şeklindeki görüştür. Aslında

136 Pettazzoni, age. s. 25

137 Pettazzoni, “The Suprem Being: Phenomenologicl Structure and Historical Development” The History of Religions: Essays in Methodology, ed. Mircea Eliade ve J. M. Kitagawa, s. 60; 138 Origin, s. 174, 264; Psychological Religion, s. 5

ona göre, dinin menşeinde varolduğu düşünülen ne harici ne dâhili vahiy ne de ilksel monoteizm teorisi kabul edilebilir. Çünkü vahiy ya da ilksel monoteizm teorisini kabul edenlerin, öncelikle makul bir tarzda “tanrı” fikrinin nasıl ortaya çıktığını izah etmeleri gerekir. Oysa dinin ilk şeklinin vahiy ürünü olduğunu söyleyenler “tanrı” ya da “kutsal” fikrinin insana vahiyle bildirildiğini ispat edemezler. Çünkü bu konuda ellerinde kanıt yoktur. Eğer dinler tarihi tabii bir bilim olmak arzusundaysa, bir dinler tarihi araştırmacısı, tanrı fikrinin vahiy yoluyla gelmiş olabileceğini kabul edemez. Bu durumda Yüce Varlığa ya da diğer nesnelere de daha tanrı fikri ortaya çıkmadan kutsallık atfedilemez.139

Ona göre tanrı fikri de dâhil tüm bilgilerimiz duyularımız yoluyla elde edilmek zorundadır. Dolayısıyla insan “tanrı” fikrine ancak tabiattan yola çıkarak ulaşabilir. Bu düşünce Müller’e göre diğerlerininki gibi sadece bir teori değildir. Çünkü o, bu görüşünü tarihi gerçeklere dayanarak ortaya koyduğunu belirtir. İddiasını desteklemek için Hint kutsal metinlerinden Vedaları ve bu kitaplarda özellikle de tanrı Agni’nin tarihi gelişim sürecini örnek verir. O, Agni örneğinde, tabiat fenomenlerinin insan zihnini, tabiatın arkasındaki fail kuvvetin varlığına nasıl inanmaya zorladığını göstermeye çalışır.140

Dâhili vahiy (dinsel içgüdü) teorisini kabul edenlere göre ise, insan Yüce Tanrı fikrine, diğer canlılardan farklı olarak sadece insanda mevcut olan dini güdü ya da tabiatüstü güdüsü neticesinde ulaşmıştır. Dinsel içgüdü fikrini Sami dinlerinin monoteistik karakterini açıklamak üzere Renan ortaya atmıştı. O, Sami ırkının yetenek ve zekâca diğer ırklardan daha üstün olduğunu reddeder. Bu bakımdan felsefeyi Yunanlıların tasarladığı gibi tektanrıcılığı da Samilerin keşfettiği şeklinde bir üstünlük düşüncesini de reddeder. Ona göre Sami tanrıları, monoteistik karakterlidir, fakat o bunun nedenini dilin oluşumunda da var olduğunu kabul ettiği bir dinsel içgüdüye bağlar.141 Müller’e göre dinin menşeini, dini içgüdüye bağlamak bilineni daha az bilinen bir şeyle açıklamaya çalışmak olur. Bu nedenle ona göre gerçek dini güdü veya dürtü, sınırsız olanın kavranma çabasıdır.142 Bunun yanında dinin menşeini açıklamak üzere zihni melekelerimizin haricinde dini güdünün var

139 Origin, s. 175, 381; Physical Relgion, s. 141

140 Psychological Religion, s. 8; Origin, s. 175; Physical Relgion, s. 146 141 Olender, age. s. 105

olduğunu iddia etmek, dilin menşeini açıklamak için dilsel bir içgüdünün varlığını kabul etmek ya da hesap yapma gücümüzün menşeini açıklamak için aritmetik içgüdünün varlığını kabul etmek gibidir.143 Bu görüş sanki duyuları ve insan zihnini bir kenara bırakarak, tüm melekelerimizi doğuştan sahip olunan içgüdülere bağlamak istemektedir. Oysa Müller’e göre, bizim şuurumuzun bir parçası olan zihni yapımızdan ayrı, özel bir dini şuur veya içgüdü mevcut değildir. Bu nedenle din de tıpkı diğer tecrübelerimiz gibi, sıradan melekelerimizin yanında yer almak ve diğer tecrübelerimiz gibi duyularla başlamak zorundadır.144

Müller, dini içgüdü fikrini çürütürken gerçek içgüdülerin değişmez nitelikte olduğuna dikkat çeker: O, balıklar asla uçmaz, kediler hiçbir zaman kurbağa yakalamaz der. Eğer Sami dinlerinin monoteistik karakterli olmasında dini içgüdü var idiyse, bu durumun tutarlı bir şekilde devam etmesi gerekirdi. Oysa Yahudi tektanrıcılığı, İbraniler yabancı tanrılara sunaklar diktiklerinde karanlık anlar yaşamıştır. Daha da ötesi, eğer tektanrıcılık Samilere özgü bir nitelik ise, nasıl oldu da Ari ırkına mensup Yunanlılar, Romalılar din değiştirdiler ve Hz. İsa’nın izleyicileri olabildiler?145

Müller ilksel vahiy teorisinin ilim dünyasında çok fazla destek bulmadığını belirtir.146 O, bu düşüncenin bir uzantısının dilde de görüldüğünü fakat filolojik araştırmaların bu teoriyi çürüttüğünü söyler. Bu teoriye göre bazı bilim adamları, tıpkı asli vahiy teorisi gibi dilin ortaya çıkışını da ilksel bir vahye dayandırmışlardır. Buna göre tanrı, ilkel ya da dilsiz insana evrensel bir dil vahyetmiştir. Onlara göre bu ilk dil de İbranice olmalıdır. Fakat sonradan dil konusunda yapılan tarihi çalışmalarla dillerin genolojik tasnifi yapılınca, İbranicenin en son ortaya çıkan Sami dillerinden birisi olduğu keşfedilmiştir. Bu fikri savunanlar da, tanrının insan tabiatına konuşmayla ilgili temel prensipleri bahşettiğni kabul etmek yerine, sanki tanrının insanoğluna, yani dilsiz varlığa grameri ve sözlükleri kullanıma hazır bir halde sunduğunu düşünmüşlerdir.147 Oysa insanların arasına gökten aniden bir gramer ve sözlük gelmiş olsa bile, kendi idraklerini kavramlara dönüştürmeyen ve bir kavramla

143 Origin, s. 176

144 Science of Relgion, s. 10; Origin, s. 21, 22 145 Olender, age. s. 106

146 Science of Religion, s. 330 147 Science of Religion, s. 78

diğerinin arasındaki ilişkiyi kendisi kurmayan insan için o kullanışlı olmayacaktır. Böyle bir dil insan için yabancı bir dil olacaktır.148

Kutsalın kendisini dışarıdan ilham ettiği şeklindeki vahiy görüşüne itiraz eden Müller, onun kendi varlığını insana tabiat yoluyla ifşa ettiğine inanır. Ona göre, kabul edilebilecek yegane vahiy teorisi budur. O eğer der, kutsal olan bize kendisini ifşa edecekse varlığını en iyi şekilde gösterecektir. Bu amaçla o sınırlının arkasından, önünden, her yanından kendisini arz eder; kendi varlığını belli etmek için bizi zorlar.149 Müller’e göre tüm dinlerin arkasında, “Yüce Arzu” (Suprem Will) dediği şeyin hakiki vahyi vardır. Bu “Yüce Arzu” tabiata dolaylı bir şuur kazandırmış ve kendisini önce failler (etken) yoluyla hissettirmiştir.150 İşte tüm dinlerin ilk temeli tabiatın arkasındaki sınırsızın kendini böylece ifşa etmesidir. İlim adamlarının figürizm, animizm ve antropomorfizm dedikleri din şekillerinin öncesinde de bu basamak vardır. Bundan sonra kutsal fikri, tıpkı bir insanın ömrü gibi bizimle birlikte beşikten mezara kadar, çağdan çağa büyümüştür.151

B. Müller’in Din Anlayışı ve Dinin Ortaya Çıkışı ile İlgili Görüşleri