• Sonuç bulunamadı

YOKSULUN MEKÂNSAL SINIRLARLANMASININ KISA TARİHİ: FRANSA’DA VE TÜRKİYE’DE BARINMANIN TARİHSEL VE MEKÂNSAL SINIRLARINI ÇİZMEK

2.5. Refah Devletinin Kaybında Konut Sorununu Karşılaştırmak

2.5.2. Türkiye: Klientalizmin Uygulanması

Türkiye’de son yıllarda hızlanan sosyal politika uygulamalarındaki dönüşüm, hem inşa edilmek istenen vatandaşlık nosyonu hem de neoliberal küreselleşmenin etkileri hakkında fikir vermektedir. Her iki uygulamanın yarattığı kafa karışıklığı ise sosyal devletin boyutuna dair gözlemlerde de görülmektedir. Öyle ki görüngüleri temele alan ve ampirik analizler yapan kimi araştırmacılar için sosyal politika alanında yaşanan gelişmeler göz kamaştırıcı iken, yapılar ve yarattığı karmaşayı inceleyen araştırmacılar için ise dibe doğru yarışa dikkat çekildiği görülebilir. Böylesi karmaşık analizlerin bulunduğu bir alanda, emek- sermaye ilişkisinin

130 ANRU: Agence nationale pour la rénovation urbaine, Fransa’da 2003 yılında kurulmuş olan kentsel dönüşüm projelerini organize eden kurum. Sürekli olarak bütçesi yapılan anlaşmalar ile artırılmaktadır. Şehir Bakanlığına bağlı olarak çalışır. 2014 yılından itibaren alan araştırmasının gerçekleştirildiği Belle de Mai kentsel dönüşümün hedefindedir.

131 Alan araştırması kısmında detaylı olarak incelenmektedir.

132 Detaylı bilgi için bknz: https://www.service-public.fr/particuliers/vosdroits/F18005?lang=en

107 yeniden kurgulandığı 1980 sonrasındaki yapı incelemeye değerdir. Türkiye’deki sosyal güvenlik reformları, politik-ideolojik dönüşümler ile birlikte açıklanmalıdır (Yücesan ve Özdemir, 2008: 161).

2002-2014 yılları arasındaki devlet-sermaye grupları arasındaki ilişkiyi inceleme nesnesi yapan Buğra, Yeldan’ın “yoksullaştırıcı büyüme” kavramını destekler şekilde veriler sunmaktadır. Öyle ki Türkiye söz konusu olduğunda aradaki ilişkinin boyutu bir yanıyla hegomonik diğer yanı ile çatışmacı bir görünüm arz etmektedir (Buğra ve Savaşkan, 2014). Böyle bir ortamda ise işçinin çıkarları devlet tarafından korunmaktan uzaklaşır ve işçi, refah dönemlerinde edindiği anayasal haklardan dışlanmaya başlar (Hardt, 1994). Çünkü artık kolektif işçi ufukta kaybolmuş, kimlikler bilinçli olarak ön plana çıkarılmış, parçalanma hayatın her noktasına nüfuz etmiştir.

Sosyal güvenlik “hak” nosyonundan uzaklaştırılmakta ve yoksul, 19. yüzyıldaki “işe yaramaz”a dönüştürülmektedir. Sınıfsal aidiyetlerin parçalanıp, yerine kimliklerin konulduğu neoliberal küreselleşmede çalışanlar artık bireye dönüşmüştür ve kendi iyilik halinin tayini kendilerine aittir. Emek sermaye ilişkileri yeniden yapılandırılırken neoliberal küreselleşme bireycilik, rasyonalite, serbest piyasanın üstünlüğü ve yeterliliklere vurgu yapmaya başlamıştır.

İşgücü piyasalarındaki parçalı yapı, demokratik talepler ve hak istemleri üzerinde de parçalı yapıya neden olmaktadır. İlginç olan nokta ise Türkiye’de uygulamaya konulan toplam kalite yönetimi ile 1989 Bahar Eylemlerinin aynı döneme denk gelmesidir. Yıldırım (2000: 267) bu durumu, işçi hareketi karşısında uluslar arası şirketlerin toplam kalite yönetimini bir önlem olarak uygulamaya koyduğunu belirtmektedir.

Sosyal güvenliğin toplumun geneline yayılmış ve sosyal bir hak olduğu iddiasından uzaklaşılması ile bireyler, gereksinimlerinden sorumlu ve yeterliliklerini geliştirici yegane özne olarak yerini almıştır. Böylece sağlık, eğitim ve bakım sorumlulukları zaman içerisinde bireylerin görevi haline getirilmektedir. Neoliberal küreselleşme ile piyasanın müdahalelerden arındırılması ve kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması söz konusu olmuştur. Bu dönemde emek piyasasını bozan şeyden uzaklaşmak için getirilen parola kuralsızlaştırma olmuştur (Gorz, 2014: 23).

108 AKP bürokratlarının, hem parti programında ve hükümet programında yer verdikleri hem de iktidara geldikleri günden bu yana sürdükleri muhafazakar ve neoliberal yaklaşım, sosyal politika alanındaki politikalarına da yanmış, hak-hayırseverlik arasındaki çizginin bulanıklaşmasına neden olmuştur. Özellikle 2001 krizi ardından harfiyen uygulamaya konulan yapısal uyum programları aracılığı ile sosyal politika alanında büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu bağlamda Çelik, özel sektör, gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşlarının AKP’nin sosyal politikasının vazgeçilmez unsurları olduğunu belirtmektedir. Bu yardımlarının pek çoğunun düzensiz, parti patronaj ilişkileri temelinde ve kayıtdışı olması bakımından hak temelinden hayırseverliğe bir kayma olduğunu gözlemlemiştir (Çelik, 2010: 74-75).

Politik etkiye açık olarak kurgulanan sosyal politikalar, özellikle seçim zamanlarında istenileni vermektedir.

Buğra, AKP’nin 2007 seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu illerinden aldığı siyasi desteğin arkasında bu bölgelere yapılan yardımların artışının büyük bir payı olduğunu ifade etmektedir (Buğra, 2015: 234). Bunun yanında AKP’nin yardım organizasyonu içerisinde ek bir önem verdiği belediyeler ise Çelik’in dikkatini çekmiştir.

Ankara Büyükşehir Belediyesinin yardımlarını inceleyen Çelik, yardımların yarattığı muhtaçlık duygusunun yanında seçmen ve belediye arasında örtük bir uzlaşma yarattığının da üstünde durmaktadır (Çelik, 2010: 78).

Yardımların diğer ayağı olan özel sektör ve hayırsever kuruluşlara ise bu dönemde büyük bir önem atfedilmiştir. Öyle ki AKP bürokratlarınca, devletin küçülmesi, sosyal harcamaların kısılması yönündeki eğilim ile birleşince özel sektöre hizmet sunumu konusunda inanılmaz bir güven duyulmaktadır.

Bakıldığında neoliberalizm devlet ve toplum arasında kurulan hak ve eşitlik dengesinin genetiğini değiştirmektedir. Bunu, kamusal alanın depolitizasyonu (Özkazanç, 2009: 264) aracılığı ile vatandaşlığın anlamını değiştirerek yapmaktadır. Böylece artık “aktif ol(a)mayan vatandaşlar” sistemin uyumsuz parçaları olarak tanımlanmışlardır. Hal bu ki, aktif vatandaşlık ve “workfare” kavramsallaştırmalarının güçlü tarihsel kökenleri bulunmaktadır. İşsizliğin kişisel yetersizlikler olarak görülmesi 1930’lar öncesinde de bulunmaktaydı.

Bunun yerine ekonomik sistemin problemleri sonucunda işsizliğin var olduğuna yönelik bir kavrayış sonucunda refah devletini ile vatandaş bağının kurulması tarihsel ve aşamalı biçimde sağlanmıştır. Şimdi ise bu bağ tekrar koparılmaktadır ve başarısız olmaya mahkumdur. Çünkü bu programlar, emeğin dışarıda bırakılma nedenlerine

109 yönelmemektedir (Wahl, 2015: 224). Böylece neoliberal söylemde “vatandaş” büyük ölçüde ekonomik insana indirgenmiştir (Özkazanç, 2009: 264). Tüm bu sürecin sonunda ise kayıplar toplumsallaştırılmış, kazançlar özelleştirilmiştir. Makro sorunlara bireysel çözümler aranmaya başlanmıştır. Bu yeni sürecin adı da workfare olarak değiştirilmiştir.

Yeni sağ ve neoliberalizim sürekli olarak bireye vurgu yapmakta ve çoğulculuktan bahsetmektedir. Hal bu ki bu bakış açısının bizi götürdüğü yer marjinalleştirme olmaktadır. Örneğin Türkiye’de politikacıların, toplumun sayısız etnik kökene sahip vatandaştan oluştuğu, sayısız dini mezhebe sahip olduklarına dair yaptıkları vurgu ilginçtir. Marjinalleştirilen ve parçalanan bu kitleler ise zamanı geldiğinde hedef tahtasına oturtulmakta, politik aidiyetin sınıfsal aidiyetten daha mühim olduğu sonucuna kitleleri sürüklemektedir. Bu bağlamda neoliberalizmin vatandaşlık fikrine verdiği asıl zarar, eşitlik ve hak arasındaki bağlantıyı refah devletine saldırısını meşrulaştırarak koparmak olmuştur.

Konut sorunu açısından Türkiye’de yaşanan dönüşümlere bakıldığında 1960’lara kadar olan dönemde yoksulun kırsal alanda tecriti çabası göze çarpar (Buğra, 2015; Tekeli, 2008). Gecekondulaşmaya ilişkin yapılan ilk yasanın 1948 yılında 5218 sayılı Bina Yapımını Teşvik kanunu olduğu görülür. Bu yasa ile “yersiz yurtsuz vatandaşları” konut sahibi yapmak amaçlanmıştır (Buğra, 2015: 169). Ancak sonuç tam ters olmuş, gecekondu alanlarında yerleşim artmıştır. Alan araştırmasında da ortaya çıktığı şekliyle sürekli olarak yıkılan evlerin mahalle halkınca yeniden inşası gerçekleşmiştir. 1966 yılında yoksulun seçmen olarak önem kazanmasıyla birlikte (Buğra, 2015: 170; Davis, 2007) 4309 sayılı Gecekondu Yasası çıkarılmış, konut sorununa çözüm olarak ıslah, tasfiye ve sosyal konut yapımını işaret etmiştir. Bu durum gecekondulara her seçim dönemi getirilen afların vatandaşla kurulan klientalist ilişkinin ilk adımı olarak görülmelidir (Buğra, 1998). 1980 yılında ise neoliberal politikaların etkisi kent yoksullarının mekansal stratejilerini belirlemeye siyasal ve ekonomik kompozisyon ile belirlemeye başlar. 1980 sonrasında yoksullara ilişkin konumuz açısından konut sorunun sunulması piyasa ile ortak işbirliği içerisinde gerçekleştirilmeye başlanmış, kentlerinin sınırlarının giderek büyümesi ve bu anlamda yavaş yavaş Türkiye’nin nüfusun ağırlıklı bölümü kentlerde yaşamaya başlamıştır. 1984 yılında yaşanan gecekondu affı sonrasında Balaban, kent rantında yeni orta sınıfların ortaya

110 çıktığını belirtir. Bu dönemde yıkılan gecekondular yerine yapılan apartmanlaşma ve eski gecekondu sahiplerinin yeni orta sınıflaşması ile birlikte sınıfsal kompozisyon değişmiştir (Balaban, 2011b). Ayrıca 1984 yılında Toplu Konut ve Yatırım İdaresi kurulmuş ve konut kooperatifleri için finansal destek sağlanmıştır.

Ancak hedeflenin aksine sosyal konutların yapımı ile kent yoksullarının barınma ihtiyacının çözülmesinden çok kaynakların orta sınıf konutlarına aktarıldığı dikkat çekmektedir (Buğra, 2015202-3). İlginç bir şekilde gecekondulara ilişkin varoş söyleminin inşası, bu alanların hak temelinden, devletin ödevi olarak barınma konusundan uzaklaşılması neoliberalizmin kent alanına saldırısıyla eş anlıdır. Bir yandan kent yoksullarının barınma temelli meşruiyeti altlarından çekilir, neoliberalizmin ekonomik fayda ve rekabet ilkeleri gereğince meşruiyet zemini neoliberal kent müdahalelerinin altına serilir. 2001 yılında Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında gecekondu kelimesi yerine artık kaçak yapı tercih edilmektedir (DPT, 2000). Sürekli olarak basında yer alan varoş, gecekondulu, tehlikeli yerler imgeleri ise süreci kolaylaştırır. Zaman içerisinde yapısal reformların ve müdahalelerin sonucunda 2004 yılında artık gecekondu yapımı 5 yıl hapis cezası ile cezalandırılan bir eylem haline gelmiştir (Karaman, 2013: 5). 2007 tarihli 5609 sayılı yasa ile TOKİ gecekondulara ilişkin tek yetkili karar veren merci haline gelmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Neoliberalizmin hem emek hem de kent üzerindeki saldırını artırdığı açıkça görülür. Emek cephesinde özellikle sosyal haklara yönelik saldırılar artmış, kentlere yönelik kırsal alandan gelen göçün kentlerde sosyal ve kültürel sorunları artırdığı gerekçesiyle kent politikalarında yeni politikalara yönelineceği belirtilmiştir (DPT, 2007).

2011 yılında ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 648 sayılı KHK ile birlikte belediyelerin planlama yetkilerini kendi üzerinde toplamıştır. Artık kent alanlarında özellikle kent merkezine yakın alanlarda derdest edilip buraların arazi spekülasyonlarına açılma vakti gelmiştir. Haliyle, mülksüzlerin, yoksulların, ileri marjinalliği yaşayan kesimlerin tüm bu süreçlerden nasıl etkilendiklerinin araştırılması gereklidir.

Bu bölümde konut sorunu, yoksulluk ve sosyal politikaların gelişimi tarihsel merhaleler olarak özetlenmeye çalışıldı. Açık bir şekilde kentin yaftalanan alanlarının emek rejimi, üretim organizasyonu ve politik iktidarın biçimiyle doğrudan ilişkili olarak doğduğu görülmektedir. Devlet ve yapı eliyle inşa edilen bu mahallelerde ileri marjinalliğin ve konut sorununun çözümünün biçimine dair karşılaştırma yapmak ve öznelerin eylemliliklerinin potansiyelini araştırmak adına alan araştırması kısmında detaylı inceleme devam edecektir.

111 III. BÖLÜM: KONUT SORUNU BAĞLAMINDA SÜRGÜN MEKANLARINDA YOKSULLUK: