• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de Uygulanacak Toprak Reformundan Beklentiler

Türkiye’de uygulanacak toprak reformu çalışmalarından beklentiler aslında çalışmaların amacının neler olması gerektiği hususunda bize bilgiler verecektir. Bu nedenle toprak reformu uygulamalarında köylünün, şehirlinin, yönetenlerin (siyasilerin), yönetilenlerin hepsinin açısından olaylara bakarak ortak bir kanaat çerçevesinde belirlenmiş beklentiler konumuz olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan düzensiz, adaletsiz bir toprak düzenini devralmıştır. Bu nedenle yeni kurulan devlette konunun vahameti çok kısa sürede anlaşılabilmiştir. Memleketin kalkınması için köylünün desteklenmesinin şart olduğu gün gibi açık hale gelmiştir. O dönemde çalışmanın başlarında da belirtildiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün birçok meclis açılış konuşmalarında acilen köylünün kalkındırılması gerektiği ve bunun için muhakkak bir toprak reformunun yapılmasının şart olduğunu birçok kere tekrarlamıştır. Nitekim 1937 yılının meclis

açılış konuşmasında söylediği “Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep suretle, bölünemez bir mahiyet almasıdır.” Sözleri, Toprak Reformu çalışmalarının ivme kazanmasını sağlamıştır.

Türkiye’de daha sonra toprak reformu ile ilgili süreç özellikle topraksız ve az topraklı çiftçi ailelerin geçimini sağlayacak toprak ile topraklandırılmalarını sağlamak amacıyla, büyük toprak mülklerinin tasfiyesini sağlayacak kamulaştırma hükümlerinin de bulunduğu 1945 tarih ve 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun kabul edilmesiyle devam etmiştir. Bu kanunun siyasi baskılar, o dönemde mecliste çok etkin olan büyük toprak sahiplerinin sert muhalefeti ve uygulamadaki birçok yanlış sebebiyle uygulanamaması, yürürlükte olmasına rağmen uygulanabilirliğinin tartışılması sonucunu beraberinde getirmiştir. 1961 anayasasının kabulünün ardından defalarca meclise toprak reformu ile ilgili kanun teklifi verilmiş ve nihayet 8. Denemeden sonra 1973 tarih ve 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Yasası kabul edilmiştir. Uzun uğraşlar sonucu nihayet kabul edilebilmiş olan bu yasa kısa sürede Anayasa Mahkemesinin şekil yönünden iptal edilmesi ve ardından bu tarihten itibaren 1 yıl içerisinde herhangi bir düzenleme yapılmaması nedeniyle uygulanamamıştır. Bu kanunun yürürlükte kaldığı süre içerisinde pilot uygulama alanı olarak seçilen Şanlıurfa ilinde kanunun uygulamasının durdurulması sebebiyle birçok çiftçi mağdur konumuna gelmiştir. Kanun kapsamından büyük mülklerin kamulaştırılmasına son verilmiş, bu esnada kamulaştırma bedellerini alan toprak ağaları durumdan daha da kuvvetlenerek çıkmışlardır. 1984 yılına gelindiğinde 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlemesine Dair Tarım Reformu Kanunu çıkarılmıştır. Artık kanunun adında bile toprak reformu anılmamış, bunun yerine tarım reformu gibi daha basit ve yüzeysel tanımlamalar getirilmiştir.

Bugün gelinen nokta da; tarımsal alanda temel sorunlar çözülmeye çalışılmadığı için, toprak – insan ilişkilerinden kaynaklanan yapısal sorunların oluşturduğu temel problemler anlaşılamadığından, tarımsal alanda araziler çok küçük, parçalanmış ve dağınık, halen birçok bölgemizde topraksız ya da az topraklı çiftçilerimiz, kiracılık ve ortakçılık sisteminin ilkel bir zeminde ve hala yaşıyor olması, ülke genelinde olduğu tapu ve kadastro sorunun çözülememiş olması, tarım

topraklarının amaç dışı kullanımı, verimli toprakların şehirleşme karşısında korumasız olması, serbest piyasa koşulları nedeniyle birçok tarım ürününde dış alımcı konuma geçmiş bulunmamız toprak üzerinde yaşanan sorunların genel görünüşünü sunmaktadır. Bütün bu sayılan olumsuzlukların çözülmesinde toprak reformu çalışmalarının payı yadsınamayacak derecededir. Bu nedenle toprak ile ilgili her türlü sorunun çözüm temelinde iyi planlanmış, amacı iyi belirlenmiş, sorunları her yönüyle irdelenmiş, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan yeterince analiz edilebilmiş bir toprak reformu çalışması olmalıdır.

Toprak reformu, ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutları olan ve çok boyutlu bir yaklaşımla çözülebilecek bir sorundur. Sorunun temelini oluşturan toprak mülkiyeti, tarımsal yapıdan soyutlanarak değerlendirilemez. Cumhuriyeti kuranların, toprak dağılımındaki adaletsizliğin ve tarımsal yapıdaki geriliğin aşılmasına yönelik olarak siyasal, toplumsal ve ekonomik gerekçelerle 1930’lu yıllarda gündeme getirdikleri “toprak reformu” henüz gerçekleştirilememiştir. Aksine, çok partili dönemden günümüze kadar, siyasal yapıya egemen olan güçlerin etkisiyle, halkımız, sorunu çözmeyen “tarım reformu” programlarıyla oyalanmıştır. Küreselleşme sürecinde ise, ulus ötesi şirketlerin sistemlerini içeren ve toprağı bir meta olarak piyasanın ve sermayenin hizmetine sunan “tarım reformu” programları yürürlüğe konulmuştur. Toprak üzerindeki güç paylaşımı sürecinde topraksız ve az topraklı köylü sorununun devam etmesi, kır emekçilerinin ekonomik ve siyasal anlamda sömürülmesine yol açmaktadır. Toprağa sahip olanlar, sözleşmeli tarımla gıda ve tohum tekellerinin çıkarlarına uygun üretimde bulunarak sömürülmektedir. AB’ye uyum amacıyla işletme ölçeklerinin artırılması ve kırsal nüfusun % 5’lere indirilmesi isteğinin gündeme geldiği günümüzde sermaye şirketlerine ait büyük tarım işletmelerinin kurulmasına yönelik girişimler yoğunlaşmaktadır. Yoksullaşan ve üretim aracından yoksun kalan köylünün tek seçeneği durumuna gelen göç olgusu; çarpık kentleşme, marjinalleşme ve yabancılaşmayı artırmakta ve kent emekçilerinin işsizliğine veya ucuz işgücüne dönüşmesine yol açmaktadır (Anonim 2005).

Özellikle son zamanlarda sıkça sözü edilen kırsal nüfusun % 5’lere çekilmeye çalışılması aşamasında daha gerçekçi, daha tutarlı ve sonucu görebilecek yaklaşımlarda bulunmak gerekmektedir. Bu aşamada Türkiye’nin geçmişten

günümüze kadar gelen süreçte kırsal ve kentsel nüfusunun iyice irdelenmesi, bu alanlarda gerekli istihdamlar sağlanmadan AB’ye uyum süreci kapsamında körü körüne bir teslimiyet gösterilmemesi hem ekonomik hem de sosyal açıdan olumlu bir yaklaşım olacaktır. Bu amaçla aşağıdaki grafiklerde Türkiye’nin kırsal ve kentsel nüfus değişimlerini gösteren grafiklere göz atmak gerekmektedir.

Şekil 16.1: Nüfus Sayımlarına Göre Köy ve Şehir Nüfusları (TÜİK)

Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi Türkiye’nin kırsal nüfusu şehir nüfusuna göre ilk yıllara nazaran oldukça yavaş ilerlemiştir. Konunun daha iyi analiz edilebilmesi açısından kırsal nüfusun ve kentsel nüfusun yüzde olarak değişimini görmek daha açıklayıcı olacaktır.

1927 1935 1940 1945 1950 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 2000 2007 Köy Nüfusu(%) 75.8 76.5 75.6 75.1 75 71.2 68.1 65.6 61.6 58.2 56.1 47 41 35.1 29.5 Şehir Nüfusu(%) 24.2 23.5 24.4 24.9 25 28.8 31.9 34.4 38.4 41.8 43.9 53 59 64.9 70.5 0 10 20 30 40 50 60 70 80 0 10 20 30 40 50 60 70 80 90

Şekil 16.2: Köy ve Şehir Nüfusu Değişimleri (%) (TÜİK)

Yukarıdaki grafikte de görüldüğü üzere Türkiye’nin kırsal nüfusu 1927 yılında toplam nüfusun yaklaşık % 76’sını oluştururken bu rakam günümüzde toplam nüfusun yaklaşık olarak % 30’unu oluşturmaktadır. Yani Cumhuriyetin ilk yıllarındaki köy nüfusu ile şehir nüfusu görüntüsünün tam tersi bir durum söz konusudur. AB’ye uyum sürecinde bu oranın % 5 gibi çok daha aşağılara çekilmeye çalışılması hiç gerçekçi görünmezken, tarımsal alanda uygulanan politikalar bu gerçeği doğrular niteliktedir. Bu amaç için şehirlerde mevcut olan işsizliğe bile bir çare bulunamamış, çarpık kentleşmenin önüne geçilememişken, köy nüfusunu adeta bir kıyım yaparcasına bu aşamaya getirmek, köylünün kente göçünü mecbur kılmak, şehirlerde nüfus patlaması, işsizlik rakamlarının tavan yapması, her türlü şehirsel sorunun beraberinde gelmesini seyretmekten öteye geçmeyecektir.

Aslında Türkiye çok kritik bir dönemin eşiğindedir. AB sürecinde “Tarımdan atılması gereken, öyle programlanan bu kadar nüfus ne olacaktır?” sorusu kentteki insana da sorulmalıdır. Bunun uygulandığı bölgelerde, antidemokratik idarelerin bulunduğu Latin Amerika ülkelerinde, kentlere gönderilen, o varoşlarda bile yer bulamayan insanların sokaklarda yattığını, çocukların çöplerden yiyecek toplarken, ölüm mangaları tarafından “itlaf” edildiğini hepimiz okuduk (Ülkü 2005).

Bu aşamada şu gerçekleri de vurgulamak gerekmektedir. Ülkemizde tarım alanlarında yaşayanların nüfusu yaklaşık olarak 25 milyon. Yani bu ülkenin % 35’i köylerde yaşıyor. Bu insanların 1991 sayımına göre 4.1 milyon, 2001 sayımına göre 3 milyon tarım işletmesi içinde işlendirildiğini biliyoruz. Toprak reformu neredeyse “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun sorunudur” gibi tartışılmaya başlandı. Hiç de öyle değildir. Özellikle Uşak ve Aydın illeri açısından, kapitalist toprak sahipliği de bir sorundur. O halde feodal ağaların ve kapitalist toprak sahiplerinin elinde bulundurduğu toprak, bu ülkenin topraklarının yaklaşık % 20’si. Bu insanların elinde bulunan işletme sayısı ise toplam işletmelerin % 1’inden daha az. Diğer taraftan, yine bu ülkede bulunan tarım işletmelerinin % 65’inin sahip olduğu toprak büyüklüğü de aşağı yukarı yine aynı, % 20 civarında. Bu, çok büyük bir adaletsizliği tanımlıyor ve bu büyük adaletsizlik, yalnızca tarımın bir sorunu olmaktan öte, bu ülkenin demokratik yapısı açısından da önemli sorunları önümüze koyuyor (Günaydın 2005).

Öte yandan bütün dünya, Dünya Ticaret Örgütünden kaynaklanan rekabetçi yeni bir saldırıyla karşı karşıyadır. İkincisi, Türkiye, Avrupa Birliği üzerinden gelen yeni bir emperyalist saldırıyla karşı karşıyadır. Bize ne söylüyorlar; “Eğer bunlarla rekabet etmek istiyorsanız, tarımınızda bir dönüşüm yapmalısınız. Tarımınızda dönüşüm yapma, tarımsal işletmelerinizin ölçek büyüklüğüyle ilgili bir sorundur, tarımda istihdam ettiğiniz nüfusla ilgili bir sorundur.” Bunlara verilen cevap şudur: “işletmelerinizi en az iki kat büyütmelisiniz ve tarım nüfusunuzu en azından 10 yıl içerisinde hızla düşürmelisiniz.” Buna bizim vereceğimiz cevap nedir? Toprak reformu tartışmaları bunun neresine düşer ve toprak reformu Türkiye’nin hangi bölgeleri için uygulanabilir bir politika seçeneğidir? Türkiye’de, kapitalizmin emrettiği küçük köylüyü tasfiye edip normal süre içinde sanayi sektörüne, hizmetler sektörüne kaydıramıyorsak; bu insanları köylerinden koparıp kentlere atmak hiç kimsenin yaşamı için de, bu ülkenin yaşamı için de sağlıklı olmayacaktır (Günaydın 2005).