• Sonuç bulunamadı

2.5.1. Cumhuriyet Öncesi Dönem

Müzecilik ve kültür varlıklarının organize hale getirilmesinin ülkemizde 19. yüzyılda gerçekleşmesine rağmen kültür varlıklarının muhafaza edilmesinin çok daha eskilere kadar gittiğini söylemek mümkündür. Çünkü Türk milleti her zaman ecdadına ait eserlere saygı göstermiştir. İşte gösterilen bu saygının sonucunda da onlara ait

eserleri bir şekilde muhafaza ederek atasına gösterdiği değeri her zaman ortaya koymuştur.

1869 yılında çıkarılan ilk Asar-ı Atika Nizamnamesine (Eski Eserler Kanunu) kadar eski eserlerin hukuki durumu fıkıh esaslarına göre düzenlenmiştir. Özel’e (1998: 70) göre “fıkıh kitaplarına göre eski eser “malik ve sahibi belli olmayan” taşınabilir eşyalardır. Taşınmaz eski eserler ise vakıflara, özel kişilere ya da devlete aittir. Böylece taşınmaz eski eserlerden devlete ya da özel şahıslara ait olanlar yeterli koruma imkanına sahip olmamış ve malikin tasarruf yetkisi kısıtlanmamıştır.”

Fıkıh hükümlerine göre taşınır eski eserler nerede bulunursa bulunsun, İslami semboller taşıyıp taşımamasına göre farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Buna göre üstü Kelime-i Şehadet ya da İslami bir başka işaretle süslü eşyalar korunma hükmündedir. Lukata hükmüne göre eşyayı bulan, “sahibinin adem-i talebesine zan hasıl oluncaya” kadar durum ilan edilir. Sonuç çıkmazsa ve eşyayı bulan fakir ise, söz konusu eşya kendisine kalır. Bulan zengin ise, eşyayı ya fakirlere ya da Devlet’e verir. Üstünde İslam’dan başka dinlere ait işaretler bulunan eşyaların beşte biri Beytülmal’e verilir. Eğer arazi kimseye tahsis edilmemiş ise, eşyanın beşte biri alındıktan sonra kalanı onu bulana verilir. Bulan yabancı ise bu haktan yararlanamaz. Bu durumda eşya devlete kalır.”

Görüldüğü gibi fıkıh hükümlerindeki yaklaşıma göre bir özel kişinin taşınır eski eser üzerinde mülkiyet edinmesi mümkündür ve devlete kalan pay oldukça azdır. Bu dönemlerde, belirli bir sınıf ya da toplumsal bilinçle oluşturulmuş koruma politikalarının varlığından söz etmek mümkün değildir. Bunun aksine koruma konularında çok duyarsız uygulamaların yapıldığına şahit olmaktayız.

Ülkenin içinde bulunduğu çöküntünün bir sonucu olarak oluşan siyasi ve iktisadi dışa bağımlılık yönetici kesimin bu eserlerin yurt dışına götürülmesini engelleyici bir tavır ortaya koyamamalarına neden olmuştur. Özellikle bazı eserlerin yurt dışına çıkarılmasında bizzat padişah fermanları kolaylık sağlayıcı olmuştur. En basit örnek olarak Alman diplomatların ve ileri gelenlerin çıkarılan bazı antik döneme ait eserleri talep ederek dönemin padişahına baskı yapmaları, aynı şekilde Osmanlı Devletinin borçlarına karşılık olarak İstanbul’da bulunan bazı eserlerin İngiltere’ye götürülmesi gösterilebilir (Gerçek, 1999).

Kültür ve kültür varlığını oluşturan en önemli yapı, kuşkusuz mimari ve kent dokusunda kendini göstermektedir. Onun için Batılılar kendi kültürel değerlerini gelecek kuşaklara taşıyabilmek için her şeyden önce mimari yapılarını ve onların oluşturduğu kent dokusunu korumuşlardır. Çünkü bir toplum, yaşamının içindeki en etkin kültürel unsur olan mimarisini kaybetti mi, her şey çözülmeye başlar ve büyük bir değer kaybı yaşanır. Bunun için II. Dünya savaşından sonra taş üstünde taş kalmayan Prag şehri, belli yaşın üzerindeki insanların tarifleriyle -Savaşta şehirle ilgili hiçbir plan veya belgenin bırakılmamasından dolayı- yeniden aslına bağlı kalınarak inşa edilmiştir. Avrupa’da aynı durum Nürnberg ve Petersburg gibi birçok şehirde yaşanmıştır. Nitekim kültür varlığı ve kültür mirası gibi kavramalar uluslararası hukukta kullanıldığında da ekseriye mimari yapı daha ağırlık kazanmaktadır. Bu bağlamda ülkemiz kültür varlıkları ve kültür mirası değerlerini anlayabilmek için eski dönemlerden itibaren mimari yapıların yaşadığı değişime ve o değişimin yaşanmasına olanak sağlayan siyasi, iktisadi, düşünsel yapıya göz atmakta fayda vardır.

Ülkemizde tarihi mirasın korunması yönündeki ilk resmi girişim 1846 yılında Tophane-i Amire Müşiri Ahmet Fethi Paşanın İstanbul Aya İrini Kilisesinde eski eserleri depolamasıyla başlamıştır. Bundan önce doğrudan eski eserlerin korunmasına yönelik düzenlemeler olmasa da 1848, 1849 ve 1864 tarihli Ebniye Nizamnameleri eski yapılara uygulanacak hükümleri de taşımaktaydı. Aya İrini Kilisesi, fethin ardından imparatorluğun cephaneliğine dönüştürülür, ama bu dönüşümden sonra da yalnızca kilise mimarisi açısından değil, barındırdığı askeri malzeme ve kutsal emanet koleksiyonları açısından da simgesel bir değer taşımaya devam eder (Shaw, 2004: 21). Bir taraftan içerisinde barındırmış olduğu eserlerden dolayı diğer taraftan da yapının kendine ait olan değer. Yapının günümüzde de değerli bir yapı olarak itibar görmesi önemi hakkında ipuçları vermektedir.

Britanyalı Seyyah E. D. Clarke Türklerin kenti ele geçirmelerinin yadigarı olarak asılı duran silahları, kalkanları ve Bizans imparatorlarının savaş aygıtlarını gördüm derken Bizanslardan kalan kutsal emanetlerin binada korunduğunu düşündüğüne işaret etmektedir. Aynı zamanda Osmanlı Askeri Müzesi rehberi 18. yüzyılda binada eski Kuran ciltlerinin, eski silahların, sakal-ı şerif ve başka kutsal emanetlerin sergilendiğini anlatır (Shaw, 2004: 24).

Yedi maddeden oluşan ve 1869 tarihinde çıkarılan ilk Asar-ı Atika Nizamnamesi; Osmanlı topraklarında eser aramak için izin şartı getirmiştir.

Avrupalıların, Osmanlı topraklarından Yunan ve Roma uygarlıklarından kalan eski nesneleri toplamaya 17. yüzyılda başladıklarını düşündüğümüzde bu çıkarılan nizamnamede ne kadar geç kalındığını söylemek zor olmasa gerek.

Daha önce 1869 yılında çıkarılan nizamnamenin yetersizliği dikkate alınarak 1874 yılında yeni bir nizamname çıkarılmıştır. Buna göre henüz keşfedilmemiş eserler nerede bulunursa bulunsun devlete aittir. Nizamnamede usulüyle eski eser, arayıp da bulanlar eserin 3’te birine hak kazanırlar. Bulunan eserin 3’te biri arazi sahibine, kalan 3’te biri ise devlete kalır. Bulanlar arazinin sahibi ise 3’te ikisi onun olur. Çıkarılan bu nizamname kazılarda bulunan eski eserler üzerinde özel mülkiyete izin vermiştir.

Tarihi eserlerin korunması konusunda devlet görevlilerince uygulanacak yöntemlere ağırlık veren 1869 tarihli tezkerenin aksine, 1874’te çıkarılan eski eser nizamnamesi esas olarak yabancılara hitap eder. Kültür varlıklarının tanınması ve takdir edilmesi Avrupa tarzı bir çerçeve kazandıkça, bu eserlere verilen değer de koruma bağlamında ifade edilmeye başlar.

Avrupalılar nasıl tarihi eserleri ele geçirme taktiklerini Osmanlıların bu eserleri ihmal etmesine karşı önlem olarak meşrulaştırdıysa, Osmanlılar da yeni nizamnameyi Avrupalıların yağmasına önlem olarak meşrulaştırmışlardır. Osmanlılar, Avrupalılar akın edene kadar eski eserlerin bulunduğu alanları pek düşünmemişlerdi; dolayısıyla Avrupalılar, arkeolojik olarak önem taşıyan alanların sınırlarını belirleyip kural koyma fırsatı bulmuş ve bu alanlarda denetim kurmuşlardır. Nizamnamenin yürürlüğe girmesiyle, Osmanlı yönetimi söz konusu topraklar ve eserler üzerinde yeniden stratejik denetim kurmayı başaramamış; bütün becerebildiği, Avrupalıların daha önceden seçerek haritasını çizdiği ve altında yatanları gün ışığına çıkardığı tarihi alanlarda taktik manevralar yapmaktır (Shaw, 2004: 111).

Yeni çıkarılan 1874 nizamnamesinde eskiden kalan her türlü “eşya” eski eser olarak nitelenmiş ve ilk defa madeni paralar tarihi eser olarak sayılmış ve para ya da maden olarak taşıdıkları değer ölçülmek yerine, tarihsel açıdan değerli nesneler olarak nitelenmişlerdir. 1869 yılında çıkarılan ilk nizamnamedeki eski eserlerin yurt dışına çıkarılamayacağı şartını dikkate aldığımızda 1874 yılındaki nizamname Osmanlı açısından bir geriye gidiştir.

1884 yılında bir önceki kanun maddelerindeki zaafları ortadan kaldırmak için Osman Hamdi Bey’in çabalarıyla çıkarılan Asar-ı Atika Nizamnamesi’ne göre; Osmanlı

toprak ve sularında çıkan bütün eserler devlete aittir ve bu eserlerin yabancı ülkelere ihracı yasaklanmıştır. İzin alarak eser çıkaranlar sadece eserin fotoğrafını ve kalıbını alabilirler şartı getirilmiştir.

O zamana kadarki en kapsamlı Asar-ı Atika Nizamnamesi olarak bilinen 1906 tarihinde çıkarılan nizamname; yalnızca Türk – İslam çağı öncesi eserleri değil, tüm kültürlere ait değerleri eski eser olarak tanımlamış ve bununla korunması gerekli eserlerin çerçevesi genişletilmiş ve evrensel kültür açısından da çok önemli bir adım atılmıştır.

Osman Hamdi’nin vefatından sonraki gelişmelere bakıldığında, 12 Şubat 1910 tarihinde “İstanbul Asar-ı Atika Muhipler Cemiyeti” (İstanbul Eski Eserler Sevenler Derneği) kurulmuştur. Kurulan bu dernek ülkemizde kültür varlıklarının sahiplenilmesi konusundan sivil inisiyatif açısından oldukça önemli rol oynamıştır. Aynı şekilde 31 Temmuz 1912 tarihinde “Muhafaza-i Abidat Hakkında Nizamname” yani Anıtların Korunması Hakkındaki Tüzük çıkarılmış ve taşınmaz kültür varlıklarıyla ilgili olarak önemli bir eksiklik giderilmiştir. 1917 yılında İstanbul’da kurulan “Muhafaza-i Asar-ı Atika Encümeni Dairesinin yanında 25 Haziran 1917 tarihinde kurulan “Asar-ı Nakşiye Nizamnamesi” de kültür varlıkları açısından önem arz eden girişimlerdir (Gerçek, 1999). Kurulan bu tür dernekler ve yapılan girişimler geç kalan kültürel değerlere sahip çıkma bilincimize çok az da olsa katkı sağlamıştır. Bu tür girişimler Cumhuriyet’in ilanında sonra ortaya konulacak olan girişimlere de kaynaklık etmiştir.

2.5.2. Cumhuriyet Dönemi

23 Nisan 1920 Cuma günü TBMM’nin Ankara’da toplanarak yasama ve yürütme yetkisini üzerine almasından sonra, 2 Mayıs 1920’de “İcra Vekiller Heyeti” kurulmuştur. Bu heyetteki 11 vekillikten birisi de Maarif Vekilliğidir. Maarif Vekilliği 1971 yılında Kültür Bakanlığı kurulana kadar kültür varlıklarıyla ilgilenen en önemli kurum olmuştur.

Maarif Vekilliğinin özellikle beş dairesinden birisi olan Hars Müdürlüğü kültür varlıklarıyla ilgili olarak birinci derecede önemli birim olarak kendini göstermektedir. Ekim 1922 ve Kasım 1922 tarihlerinde Hars müdürlüğü tarafından vilayetlere gönderilen iki genelge daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce yeni kurulacak Devletin

Kültür Varlıklarına yaklaşımı hakkında ipuçları vermektedir. 14 Ağustos 1923 tarihindeki “Birinci Heyeti İlmiye Toplantısı” cumhuriyetin ilanından önceki ilk bilim kurulu olarak, içerisinde üst düzey bürokratlar, bilim adamları, üniversite profesörleri, eğitimciler ve diğer yetkilileri barındırmaktadır. Heyetin almış olduğu kararlar arasında kültür varlıklarının korunması ile ilgili görüşler de mevcuttur.

Cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te halifeliğin kaldırılması, 1925’de tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla bu kurumlara ait kültür varlıkları da müzelere devredilerek koruma altına alınmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra kültür varlıklarının korunması için 1932’de kurulan Halkevleri, 1931’de Türk Tarih Kurumu, 1933’te İstanbul Üniversitesi (arkeoloji, sanat tarihi ve antropoloji bölümleri) ve 1936’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi kurumlar önemli katkılar sağlamışlardır (Gerçek, 1999). 23 Haziran 1934 tarihinde Müze ve Rasathane Kanunu çıkartılmış olup, bu kanunla müze örgütü ayrı bir statüye kavuşmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yurdumuzdaki eski eserlere sahip çıkılması, korunması ve sevdirilmesi amacıyla, Maarif Vekaleti’nce okullara da genelgeler ve yönergeler gönderilmiştir. Bu kapsamda 27.09.1935 tarihinde “Öğretmenlerimizin Tarihi Eserleri Toplamaları Hakkında Talimat” başlıklı talimatname çıkartılmıştır. 2 Temmuz 1951 yılında kabul edilen 5805 sayılı “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Teşkiline ve Vazifelerine Dair Kanun’la Anıtlar Yüksek Kurulu kurulmuş olup bu kurum ülkemizdeki kültür varlıklarının korunması için oldukça yararlı katkılarda bulunmuştur. Yurt içindeki bu gelişmeler yaşanırken yurt dışında da bağlantılar kurulmaya başlanmış ve 1945 yılında imzalanan UNESCO sözleşmesine Türkiye de imza atmıştır. Ülkemiz ayrıca 1972 yılında UNESCO tarafından hazırlanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmeye,” 1970 Tarihli “ Kültür Varlıklarının Kanunsuz İthal, İhraç ve Mülkiyet Transferinin Önlenmesi ve Yasaklanması İçin Alınacak Tedbirlerle İlgili Sözleşmeye” imza atmıştır. Ayrıca 1965’te ICOMOS’a (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi), 1964’te ICCROM’a (Uluslararası Kültürel Varlıkları Araştırma ve Koruma Merkezi), 1933 tarihli Atina Şartı’na, 1954 tarihli “Silahlı Bir Çatışma Halinde Kültür Mallarının Korunmasına Dair Sözleşmesi’ne”, 1964 “Venedik Tüzüğü’ne,” 1985 Granada’da kabul edilen “Avrupa Mimari Mirasın Korunması Sözleşmesi’ne” 1992 yılında Malta’da kabul edilen “Avrupa Arkeolojik Mirasının Korunması Sözleşmesi’ne” ve “Akdeniz’de Özel Koruma Alanlarına İlişkin 1982 Cenevre Protokolü’ne” de ülkemiz taraf olmuştur.

Türkiye’de Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkında yapılan yasal düzenlemelere bakıldığında ilk etapta 1982 Anayasasının 56. maddesi dikkat çekmektedir. Anayasanın bu maddesine göre; “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” (Anayasa md. 56).

1982 Anayasası’ndaki bu maddenin bir uzantısı olarak 09. 08. 1983 tarihli 2872 sayılı Çevre Kanunu’nu çıkartılmıştır. Kanun’a göre; bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynaklarının en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek amacıyla çıkarılmıştır. (md.1)

Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Anayasa’nın 63. maddesinde de sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler kısmında “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.” diye belirtilmiştir.

Anayasanın sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler kısmında bulunan 43. maddeyle, “Kıyıların Korunması” ve kontrol altına alınması ile ilgili bir düzenleme getirilmiştir. Yapılan bu düzenlemeye göre; “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyılarla sahil şeritlerinin kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir.”(Anayasa md. 43)

Anayasada yer alan bu yaklaşımın bir devamı olarak çıkarılan 04. 04. 1990 tarihli 3621 sayılı Kıyı Kanunu, deniz, tabii ve suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerini gözeterek koruma ve toplum yararlanmasına açık, kamu yararına kullanma esaslarını tespit etmek amacıyla çıkarılmıştır.

Anayasa’da, toprak mülkiyeti başlığı altında düzenlenen 44. maddede “Çiftçiye toprak sağlanması ormanların küçülmesi sonucunu doğurmaz” denilmek suretiyle

ormanlar korunmuş ve 169. maddede “Devlet, ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır… Bütün ormanların gözetimi devlete aittir. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz (…) Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz.” (Anayasa md. 169).

Yerleşme hürriyeti ve mülkiyet hakkına getirilen sınırlamalar ve şehir planlaması ile ilgili olarak 1982 Anayasası”nın kişinin hakları ve ödevleri başlıklı bölümünde yer alan 23. maddede “Yerleşme hürriyeti, …., sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak, …, amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir.” denilmektedir. (1982 Anayasa md. 23) Anayasanın 57. maddesinde de devletin şehircilik açısından yükümlülükleri tarif edilmiştir. Buna göre; “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” (1982 Anayasası md. 57) 35. maddede ise “Mülkiyet ve miras hakları, ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” ibaresine yer verilmiştir. (1982 Anayasası md. 35)

Ülkemizde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın dışında, yürürlükteki yasalar gereğince, doğal – tarihi ve kültürel değerlerin korunması konusunda yetkili ve sorumlu kurumların sayısının oldukça fazla olduğu görülmektedir. Bu kurumlara kısaca bir göz atacak olursak; 1978 yılında bir Bakanlar Kurulu kararıyla Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı kurulmuştur. Kurulan bu kurumun amacı “çevrenin korunması, iyileştirilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve tabii kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması, her türlü çevre kirliliğinin önlenmesi, ülkemizin doğal bitki ve hayvan varlığı ile tabii ve tarihi zenginliklerinin korunması” olarak özetlenmiştir (Keleş ve Hamamcı, 2002: 295).

Amacı “çevrenin korunması ve iyileştirilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun ve verimli şekilde kullanılması ve korunması, ülkenin doğal bitki ve hayvan varlığı ile doğal zenginliklerinin korunması, geliştirilmesi ve her türlü çevre kirliliğinin önlenmesi” olan Çevre Bakanlığı 1991 yılında kurulmuştur. Kurulan bu bakanlık da çevre müsteşarlığı gibi çevrenin kültürel boyutunu oluşturan kültür varlıklarının korunmasına katkılar sağlamaktadır.

1989 yılında Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurumun amacı 383 sayılı kararnamede, özel çevre koruma bölgesindeki çevre değerlerini korumak, bu alanların koruma ve kullanma ilkelerini belirlemek, imar planlarını yapmak, her ölçekteki planları ve plan kararlarını yeniden gözden geçirmek ve doğrudan doğruya onaylamak biçiminde özetlemek mümkündür.

Ülkemizde kültür varlıklarının korunmasında pay sahibi olan kurumlardan ikisi de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Orman Bakanlığıdır. Orman Bakanlığı, ormanların korunmasının ve geliştirilmesinin yanı sıra, ulusal park, doğa parkı, doğa anıtı, doğayı koruma alanı, mesire yeri gibi alanların ayrılması, korunması, işletilmesi av alanlarının belirlenmesi, av ve yaban yaşamı kaynaklarının korunması, geliştirilmesi, işletilmesi, erozyonu önleyici önlemlerin alınması, ağaçlandırma gibi alanlarla ilgilenmektedir. Orman ve doğa hukuku alanında 23.7.1995 tarihli, 4122 sayılı “Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrollü Seferberlik Kanunu” adıyla yeni bir yasal düzenleme yapılmıştır. Yasa, devlet ormanlarında, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki arazilerde, hazine arazilerinde “izin, tahsis ve idari ittifak” yollarıyla, ilke olarak Orman Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminde, kamu kuruluşları ve özel kişiler tarafından ağaçlandırma ve erozyon denetim çalışmaları öngörmektedir (Kaboğlu, 1996: 65)

Ülkemizde kültür varlıkları ile ilgili en önemli iki kuruluş kuşkusuz Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kuruludur. Kültür Bakanlığı 1971 yılındaki kuruluşundan itibaren bir çok değişiklikler geçirdikten sonra 16.04.2003 tarih ve 4848 sayılı kanun ile Kültür ve Turizm Bakanlığı adıyla kurulmuş olup; kültürel değerleri yaşatmak, geliştirmek, yaymak, tanıtmak, değerlendirmek ve benimsetmek, tarihi ve kültürel varlıkların tahribini ve yok edilmesini önlemek, yurdun turizme elverişli bütün imkanlarını ülke ekonomisine olumlu katkı sağlayacak şekilde değerlendirmek, turizmin geliştirilmesi, pazarlanması, teşvik ve desteklenmesi için gerekli önlemleri almak, kültür ve turizm konularıyla ilgili kamu kurum ve kuruluşlarını yönlendirmek ve bu kuruluşlarla işbirliğinde bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığının kurulmasına, teşkilat ve görevlerine ilişkin esasları düzenlemektir. Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu 2863 sayılı yasayla, “kültür varlığı”, “doğa varlığı”, “sit” ve “koruma alanı” gibi kavramların tanımını yaptıktan sonra, bunların korunması yöntemlerini de göstermiştir (Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu).

2863 sayılı bu kanun Anayasa’nın 63. maddesinin bir uzantısı olarak çıkartılmış olup kültür varlıklarının korunmasına yönelik geçerli olan en önemli kanundur. Kanunla korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve doğa varlıklarıyla ilgili tanımlar yapmak, işlem ve etkinlikleri düzenlemek, gerekli ilke ve uygulama kararlarını almak üzere bir örgüt kurma amaçlanmıştır. Kanunda kültür varlıklarının, doğa varlıklarının, sit kavramlarının ve koruma alanlarının tanımları yapılmıştır. Bu amaçla, ilgili valilik ve belediyelere, belli süreler içinde koruma amaçlı imar planı hazırlama zorunluluğu getirilmiştir.

2873 sayılı 09. 08. 1983 tarihli Milli Parklar Kanunu, yurdumuzdaki milli ve milletlerarası düzeyde değerlere sahip milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ve tabiat