• Sonuç bulunamadı

Hem Türkiye’de hem de ABD’de 1980 tarihi önemlidir. Bu elbette sembolik bir tarihtir, her şeyin bir öncesi ve bir sonrası vardır. Ama bu tarz dönemleştirmeler, ele alınan konuyu açıklayabilmek için gereklidir. Bu tarih bizim tarihsel perspektifimizi oluşturacaktır, ancak bunun ayrıntılarına, her olguyu bu tarihten başlayarak açıklamaya çalışmayacağız, çünkü bu ele alınacak her olgu için ayrıntılı bir yaklaşımı gerektirecektir. 1980 yılında hem ABD’de Reagan’ın başkanlığa seçilmesi hem de 12 Eylül’de Türkiye’de yaşanan darbenin sonuçları bugün de farklı biçimlerde hissedilmektedir. Bu etkilerin izlerini ve bazen hiçbir izin bile olmamasını kültürel pratiklerde, sinema alanın da çeşitli biçimlerde görmekteyiz. Ama bu dönem diğer yandan da, kültürel olarak kendisini “postmodern” ilan eden ve bunu evrensel bir ideoloji biçiminde algılayan-algılatan bir sürece de işaret eder. Bunun en özlü ifadesi, Lyotard’da, büyük anlatıların sonu adı altında yapılan söylemde bulur ki, bundan daha büyük bir anlatının nasıl olabileceği ise meçhul kalır.109Hem buna bağlı olarak hem de sosyalizmin geri çekilişi ile ortaya çıkan boşlukta, her türlü ütopyacı söylevin gittikçe zayıflamaya başlaması ile mevcut dünya dışında başka bir dünyayı tahayyül etmenin kolektif olarak zorlaştığı bir dönemin kapıları açılır. Dahası toplumsal muhalefet büyük ölçüde susturulur ya da süreç içerisinde sönümlenir, Türkiye’de her türlü örgütlenmenin önü kapatılırken (ki bu bugün de hala sorundur) ABD’de siyah hareketi (ve buna bağlı siyah sineması da), savaş karşıtı hareket vb süreç içerisinde zayıflayarak yok olma noktasına çekilir. Gene her iki tarafta da, kültürel politikaların yerini büyük ölçüde gündelik yaşam içerisinde şekillenen imaj       

109 Lyotard, Jean F., Postmodern Durum, çev: Ahmet Çiğdem, Ara Yayınları, 1. Baskı – 1996.

kültürleri alır (bir yerde tüketim toplumunun uç boyutları olarak diğer yanda ise gösterişçi tüketim modelleri biçiminde). ABD’de John Cassavetes ile güçlenen bağımsız sinema hareketinin dinamikleri gittikçe zayıflar ve farklı biçimlerde, kültür endüstrisi tarafından massedilir. Türkiye’de ise Yılmaz Güney’in büyük oranda öncülüğü ile ama Ömer Lütfi Akad’ın, dönem dönem Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Erden Kıral gibi yönetmenlerin de yer aldığı sinema hareketi, 1980 sonrasında zayıflamaya başlar, 1990’larda neredeyse tüm politik gücünü yitirir. Melodram, çeşitli biçimler altında her iki ülkenin sinemasında yeniden başat tür haline gelir. Ama bu iki mekansal, kültürel zamansal coğrafyada yaklaşık eş zamanlı yaşanan dönüşümün nedenleri ve sonuçları arasındaki benzerliklerden çok dikkatimizi farklılıklar üzerine yoğunlaştırmak gerekmektedir. Melodram üzerinden, iki ülke sineması ve onları yaratan maddi pratiklerin farklılığı üzerine bir takım ipuçları elde edebilmek mümkündür, bu aynı zamanda gerçekçi yaklaşımların nasıl engellendiğinin de bulgularını ortaya koyabilir.

ABD Sinemasındaki iki temel eğilim Hollywood ve Bağımsızlar tarafından büyük ölçüde şekillendirildi. 1940’larda film noir’ın etkisi, auteur sinemacıların varlığı, Klasik Anlatı Sinemasının en önemli yapıtlarının ortaya konulması yaklaşık yirmi yıllık bir sürece yayıldı. Bu dönem Orson Welles, William Wyler, Billie Wilder, John Ford, Frank Capra, Alfred Hitchcock, Fred Zinnemann, Robert Aldrich ve daha pek çok yönetmenin, bugün dahi üzerinde durulan yapıtlarının ortaya çıktığı dönemdir. Stüdyoların, yapım şirketlerinin, sansür yasalarının içinde, bu yönetmenler kendi sinemalarını yarattılar. Douglas Sirk gibi melodram filmlerine imza attıklarında ya da Capra gibi, new deal ideolojisine uygun düşebilecek popülist filmler ürettiklerinde dahi, Klasik Anlatının içinde, imgenin, kurgunun olanaklarını araştırmayı sürdürdüler. 1950’lerin sonu ve 1960’lar boyunca, ABD sineması ayrı bir atılım yaşadı, türlere ilişkin daha öz-bilinçli filmler bir yandan üretilirken, George Stevenson’ın Shane örneğinde olduğu gibi, Arthur Penn gibi özellikle Fransız Yeni Dalga sinemasının ruhunu Hollywood’a taşıyan yönetmenler de ortaya çıkmaya başladı. Bu yeni dönem Hollywood Rönesansı olarak adlandırıldı ama bunun öncesinde Bağımsız Sinema adına John Cassavetes pek çok önemli yapıta imza attı. 1967 yapımı Bonnie ve Clyde filmi bu yeni eğilimin en önemli işaretiydi. Gene aynı yıl gerçekleştirilen Mike Nichols’ın Graduate filmi yeni-Hollywood’un tesadüf

olmadığını gösterir nitelikteydi. Bu filmlerin yapıldıkları dönem ABD’de belirgin bir siyasal yapılanma dönemine tekabül eder ve arkasında itici güç olarak, bu yapılanmanın içinde ya da karşısında yer alan ‘özgürlükçü’ güçleri barındırır. Siyah hareketinin yükselişi, sivil haklar hareketi, feministler, öğrenci hareketi, savaş karşıtları, Kennedy suikastları ve Marthin Luther King’in öldürülmesi, kampüste öğrencilerin vurulması gibi hareket ve olaylarla, sinemadaki dönüşümün yakından bağlantıları vardır. Bonnie ve Clyde nostaljik bir tür filmiydi, bu anlamıyla Shane filmini andırır, her iki film de geçmişte kalmış, yoksulların yanında yer alan karakter portreleri çizerler. Graduate’in hedefi ise doğrudan tüketim toplumu, cinsellik ve gençliğin kendine yabancılaşması üzerinedir. Bu süreç içerisinde şekillenen ve sinemada varlıklarını hala sürdüren iki önemli yönetmen ise Martin Scorsese ve Robert Altman’dır. Ancak Altman yakın tarihte ölene kadar aynı duyarlılığı paylaşırken, Scorsese’nin sineması bütün araştırmacı yönlerini bırakarak, ticari, Hollywood kalıplarına geri dönmüştür, muhtemelen bu sayede de son filmiyle Oscar ödülünü kazanmıştır. 1960’larda sinemada görülen liberal ve sol eğilimler, bir yandan karşı yanıtlarını da bulurken, diğer yandan da 1970’lerin ortasından itibaren daha yeni bir Hollywood sineması şekillenecektir. Bu Coppola, Spielberg ve George Lukas gibi yönetmenlerin sinemasıdır. Yaklaşık Reagan iktidarına kadar süren Hollywood Rönesansına paralel bir biçimde Bağımsız sinema da şekillenmeye başlar, ne var ki bağımsızlıkları günümüze kadar ulaşmamıştır, benzeri üretim ve dağıtım koşullarının içine onlar da girmiştir. Spike Lee, Jim Jarmuch, Susan Seidelman, John Sayles gibi yönetmenler bu eğilimin önemli yönetmenleri arasındadır. Ne var ki bugün Tarantino da, oldukça tartışmalı bir biçimde, bağımsız bir yönetmen sıfatını taşımaktadır.

1980’lerde her iki eğilimde büyük güç kaybetti. Reagan’ın iktidara gelişi sonrasında, ABD’de oluşturulan başka bir yeni düzen ile birlikte özgürlükçü hareketler de sustu. 1980’ler ABD’deki üretilen filmlerin artık bir şey söylemedikleri anlamına gelmez. Bugün başka eğilimler vardır, bu eğilimlerin bir kısmı ciddiye alınmayı hak etmektedirler. Graduate filminden daha fazla bir biçimde, tüketime ve konformizme boğulmuş, hegemonik gücünü yitiren, mali sermayenin şişirilmiş balonları ile ilerleyen ve herhangi bir ciddi muhalefetin yükselmediği, politika

sahnesinin ucuz bir tiyatro sahnesine dönüştüğü bir ülkede gene de söylenebilecek şeyler ve bunu söyleyen yönetmenler vardır.

Türkiye sineması ise, ABD sinemasından çok daha derin bir biçimde 1980’den etkilenmiştir ve bu doğaldır. 1980 öncesinde oluşan ve özellikle 1960’ların ortalarından beri gelişen siyasal süreçlerin, önce para-militer sokak çetelerince boğulmaya çalışılması, ardından özellikle 24 Ocak kararlarını devreye sokup, yeni liberalizm adı verilen sisteme Türkiye’yi eklemleme çabası için yapılan 12 Eylül askeri darbesi sonrasında yaşanan faşizan terör dalgası, ülkenin zayıf da olsa bütün birikim ve dinamiklerinin üzerinden geçmiştir.

Böylesi bir dönemde, her iki ülke sineması içinde, farklı gelişimlerin ortaya çıkmış olması doğaldır. Ancak görülen odur ki, 1980’lerden günümüze kadar geçen tarihsel süreç içinde, ütopyacı perspektifler yerlerini daha çok nostaljik imgelere ya da melodram kalıplarının modernist estetiğin biçimsel özellikleri ile birleştirilmesine bırakmıştır. Çok ender örnekler bu eğilimlerin kırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, öncelikli bakmamız gereken nokta, melodram, nostalji gibi eğilimlerle, yeni imge üretim tarzları olmalıdır.Bir yanda, Hollywood’u sembolik anlamda değiştiren bir yönetmen olarak, her daim melodramatik bir tını ile filmlerini gerçekleştiren ve bu sinemanın yaklaşık son otuz yılına damgasını vurmuş Steven Spielberg ile öz-bilinçli bir tarzda melodramın yapısı ile oynadığı iddia edilen ve gene Türkiye sinemasında son on-on beş yıldır önemli bir yer işgal eden Zeki Demirkubuz’un ve sinemasal imge üretimine yönelik araştırmalar bağlamında David Lynch ile Nuri Bilge Ceylan sinemalarının karşılaştırması bu yönelimlerin aydınlatılmasında yardımcı olacaktır.

Diğer yandan, her tarihsel dönemde olabileceği gibi, bu süreç içerisinde de, kendi şimdisinin yarattığı çeşitli politik yönelimler ve bunlara bağlı olarak da gelişen, kaçışa ya da direnişe yönelik politik gelişimler mevcuttur. Kuşkusuz bu yönelimler, farklı biçimlerde sinemada da yankısını bulmuştur. Tüketim toplumu ideolojisinden, gözetleme biçimlerine ya da resmi ideoloji ve din olgularından kimlik politikaları ve sorunlarına kadar. Ne var ki, iki ülke sinemasında da görülen genele eğilim, temel politik sorunlar karşısında kaçışçı bir retoriği benimsemiş olmalarında yatmaktadır. Yukarıda bağlamımız noktasında, bakmamız gereken diğer iki alanı da,

mevcut tarihsel, toplumsal sorunlar karşısındaki tutum ve ardından oluşturulan ya da oluşturulamayan yeni siyaset biçimleri (beden ve kimlik siyaseti) olarak tanımlayabiliriz.