• Sonuç bulunamadı

2.2. MODERNİZM VE GERÇEKÇİLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ 1 PROUST VE ZAMANIN DÖNÜŞÜMÜ

2.2.2. ÖZNELLİĞİN ŞEYLEŞMESİ OLARAK ULYSSES

Klasik sömürgeciliğin sona erip de, ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir biçimde başarıya ulaşmasının ardından ortaya farklı sömürgecilik tartışmaları çıkmıştır. Yeni Sömürgecilik kavramsallaştırması ile kast edilen kabaca, 3. Dünya’nın bağımsızlığının sözde bir bağımsızlık olduğu, hala emperyalist coğrafyaların hegemonyası ve baskısı altında yaşadıklarıydı. Kukla hükümetler, gerekirse askeri darbeler, boyunduruk altında tutma, kaynakları kullandırtmama vb gibi. Bugün bu tartışmalara daha geniş bir tarihsellikle baktığımızda, İngiltere bağlamında, İskoçya ve İrlanda gibi ülkelerin, aslında ilk “3. Dünya Ülkeleri” olduğ ek, bu mantık çerçevesinde, abes olm

unu söylem

ayacaktır. Asıl ilginç olanı da, Walter Scott örneğinde, Tarihi

tur. Ne var ki Romanın İskoçya’da ortaya çıkması, diğer yandan da modernist edebiyatın en tartışmalı metinlerinden birisinin (belki de en tartışmalısı) İrlanda’da Joyce tarafından yazılmasıdır.

Diğer yandan, tekelci kapitalizm ya da Lenin’in adlandırması ile emperyalizm çağında, üretim, mübadele, tüketim süreçlerinin rasyonel planlanması (ki daha sonra ki Geç Kapitalizmin ve Tüketim Toplumunun kökenlerini buralarda aramak gerekir), reklamcılık alanının gelişmesi, sanat alanında da yeni temsil ve bilinç biçimlerinin araştırılmasını gerektirecektir. Bunların bir kısmına, mesela Benjamin yaşadığı dönemde değinmiştir; 19. yüzyılın başlarında fuarların oluşması ve Baudelaire örneğinde olduğu gibi. Ne var ki sistemin daha köklü dönüşümü için, geçmişten gelen birikimin kendini açığa vurduğu tarih olarak 1914 kabul edilebilir bu anlamda; çünkü hem savaşın başladığı döneme denk düşmesi hem de Fordizmin doğuşunun sembolik tarihi olması sebebiyle. Kaldı ki, Taylor’ın, daha sonra Taylorizm olarak kavramsallaştırılacak olan yöntemini açıkladığı metni de 1911 yılında yayınlanmıştı. Fordizm ve Taylorizm bir arada ele alındıklarında, yaratıları sadece üretim sürecinin planlanması değil, baştan aşağı yeni bir toplum, yeni bir zaman ve mekânın yaratılmasıydı. Tek bir gün bile, en ince ayrıntısına kadar, rasyonel tarzda planlanmalıydı. Bu zamanın, gün içindeki 24 saatin, parçalanması ve daha üst bir boyutta bütünlüklü kılınması anlamına geliyordu. Diğer yandan ise, böylesine rasyonel örgütlenmeye çalışılan bir toplum, nihai ifadelerinden birisini faşizmin düzeninde diğerini ise günümüz tüketim toplumu ve ötesinde bulmuş

toplum

       

un bu iki yönelimi de her türlü öznelliğin de altını oymakta ve insanları, zamanı (çalışma zamanı, boş zaman, dinlenme zamanı, yemek vakti gibi) ve tüm mekânları (iş alanları, özel alan, kamusal alan gibi) şeyleştirmektedir.

Joyce’un Ulysses metni, işte bu iki paradigma içinde ortaya çıkmış bir metindir ve ilk baskısı, 1922 yılında, Proust’un öldüğü yılda yapılır. Bu aynı zamanda 1929’daki büyük krizin hemen öncesine tekabül eden bir dönemdir. Diğer yandan, kapitalist toplumda gündelik hayatın şeyleşmesinin en erken metinlerinden birisidir. Proust’un merceğinde soylular, züppeler varken, Joyce’un bakışı küçük burjuvalar üzerindedir. Bu ikisi arasındaki benzerlik, gündelik yaşamları içindeki davranış biçimlerindedir öncelikle. Ne Proust’un uzun tarihsel dönemleri boyunca, ne de Joyce’un 16 Haziran günü boyunca, tek bir çalışma faaliyeti, üretim yoktur. Aşırı üretim krizinin olduğu, paranın spekülasyon dalgalanmalarına bırakıldığı bir çağda, söz konusu yazarların metinleri üretim alanına gönderme yapmayan iki çok önemli romandır. Üretim yoktur ama üretimin etkisi kendisini başka biçimlerde gösterir, metalar, reklam gibi öğelerle. Dahası 800 sayfalık roman boyunca, çarpıcı, büyük, sansasyonel ya da benzeri hiçbir olay gerçekleşmez. Roman durağanlığın, sıradan olanın anlatısını oluşturmaktadır52. Diğer yandan, Proust’ta ve daha pek çoklarında (Wirginia Wolf, Musil gibi) artık klasik olay örgüsü modeli yoksa da, yapıtlarının bütünlüklü kurgusu gene de saptanabilmektedir. Proust örneğinde, arzunun diyalektiğinde ve zamansallıkta olduğu gibi. Ama bu Joyce’da bütün bütüne zordur. Bu noktada iki temel sav öne sürülebilir, ya yapıt yaşam gibi parçalanmıştır ya da başka bir noktadan bütünlüğü sağlanmaktadır. İkinci sav ile ilgili olarak söylenebilecek en önemli nokta, bu bütünlüğü sağlayanın bir bilinç biçimi olduğudur. Romanın, Odysseia ile olan mitsel bağlantısı, bütünlüğe yönelik gene

 

52 Lukacs, Ulysses’ten bir yıl sonra, şeyleşmiş bilinç ile ilgili şunları yazıyor: “ Şeyleşmiş bilinç, hem empirizmin hem de soyut ütopyacılığın uçlarında, yani bu iki kutba aynı ölçüde çaresizlik içinde itilip sıkışmış olarak kalmaya mahkumdur. Bilinç böylece, ya şeylerin yapısına kendisinin hiçbir şekilde müdahale eemeyeceği o yasalara uyumlu hareketi izleyen tamamıyla pasif bir seyirci haline geliyor ya da kendini, şeylerin kendinden hiçbir anlam taşımayan hareketine kendi –öznel- keyfine göre sorgulayıp hükmeden bir güç olarak görüyor.” Lukacs, Georg; Tarih ve Sınıf Bilinci, s: 150. Lukacs’ın daha sonra romanda bu bilincin bir tür temsilini görememiş olması ya da görmezden gelmesi de gene ironik bir durum.

mitsel ideolojinin bir parçası olamaz mı? Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, Odysseia’yı modern insanın bir tür prototipi olarak tanımlamaları ya da Lukacs’ın Roman Kuramı’nda, Homeros’u gerçek anlamdaki tek epiğin yazarı olarak tanımlaması böylesi bir spekülasyonun yapılmasına olanak sağlayabilir.

ilinç akışı tekniğine de, özellikle ilk bölümlerde fazlasıyla yer verdiğini unutma

       

Ancak, bize göre, Ulysses ile Odysseia arasındaki koşutluklar, içerikten çok biçimde aranmalıdır, klasik epik tarzdan modern epik tarza geçişte.53

Homeros’un destanı, Klasik Yunan felsefesi öncesi, özne ile nesnenin birbirlerinden ayrı düşmesinin temellerini ortaya koyan bir yapıttır ve karakter merkezli bir epik formun ortaya çıkışıdır. Burada artık özne ile nesnenin birbirlerinden ayrılmasına paralel, anlatıya “çokseslilik” yerleşir. Bakhtin’in romanı çoksesli, Lukacs’ın epik olarak yorumlaması arasında da bu anlamda tezat yoktur aslında. Kuşkusuz, iki çoksesliliğin kuruluş biçimi aynı değildir, bunu biçimin bir soyutlaması, kavramsallaştırılması olarak görmek gerekecektir. Ayrıca, Joyce’un yapıtının b

mak gerekir. Ama ikisi de, hem Joyce hem de Homeros, mitleri akıl aracılığı ile düzenlerler ve gene bu iki aklın birbirlerinden farklı olduğunu unutmamak gerekir.54

“Ulysses (Homeros b.a.), ticaret ve özgür bireyselliğe dayalı rasyonel bir düzen kurabildiği için mitleri ehlileştirebilmişti. Bloom (Ulysess romanının baş

 

53 Modern Epik kavramının açılımı için bkz. Moretti, Franco; Modern Epik: Goethe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi, Agora Yayınları, Çev: Nurçin İleri & Mehmet Murat Şahin, 1. Baskı – 2005.

54 Adorno ve Horkheimer’ın yorumları bu bağlamda dikkate değer: “Sirenler öyküsü nasıl ki mitle çalışmanın iç içe geçiş olgusunu içeriyorsa, Odysseia’nın bütünü de Aydınlanmanın diyalektiğine bir kanıt oluşturur. Destan, özellikle en eski aşamasında, mite bağlı kaldığını gözler önüne serer: serüvenler halka özgü söylencelerden kaynaklanırlar. Ama Homeros’un aklı mitleri hükmü altına alınca, onları düzenleyince bu akıl mitlerle çelişkiye düşer… Tarih felsefesi açısından romanın karşıtını oluşturan destanda roman benzeri özellikler göze çarpmakta ve anlam dolu Homeros dünyasının saygın evreni de düzenleyici aklın eseri biçiminde belirmektedir, ki içinde miti yansıtan rasyonel düzen aracılığıyla bu düzenleyici akıl miti yok etmektedir.” Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsegi Fragmanlar -1-, Kabalcı Yayınları, çev: Oğuz Özügül, 1 Baskı – 1995, s: 64-65. Diğer yandan Adorno ve Horkheimer, Odysseus ile Robinson’u koşut olarak değerlendirirler; bkz s: 80.

karakteri b.a.) ise o düzenin ve o bireyselliğin çözülmesinin ürünüdür ve tekrar mitlere teslim olması hiç şaşırtıcı değildir. Mit meselesi Ulysses’in tam merkezinde yeniden çıkıverir… bir masal ve birkaç tipik karakterden oluşan tarih-üstü bir imge olarak değil, öznel düşünsel bilinç ile nesnel gerçekliğe dair sezgi arasında bir ilişki

itle birlikte farklı bir anlama

) alegorik anlatımıdır söz konusu olan. Gelgelelim ne 16 haziran her hangi bir gündür romanda, ne de söz konusu sadece Dublin’dir; her gün aynı gün, her yer aynı yerdir. Bu yüzden Joyce bize evrensel bir modern

2.2.3. BİR İDEOLOJİ KURAMCISI OLARAK KAFKA        

olarak; anlatım sürecini şekillendiren eğretilemeli bir örüntü olarak değil, anlatım tekniği olarak…”55

Bireyselliğin çözülmesi 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başının karakteristik bir özelliği olarak değerlendirilebilir. Yukarıda daha önce zikrettiğimiz psikanalizin doğumu, bilinçaltının rasyonel kavramsallaştırılması, ama diğer yandan estetik alanda da ortaya çıkan öz-bilinçlilik, bilinç akışı, Bergsoncu zaman kavramı ve izlenimlere dayalı bir algılama biçimini ortaya çıkması ve daha sonrasında da gene estetik alanda gerçeküstücü imgelemin koşullarının oluşması. Joyce’un romanında bunun içeriksel ifadesi anlamını reklamcılıkta bulur; Bloom karakteri bir reklamcıdır. Böylelikle, özellikle romanın 15. bölümü olan Circe kısmı, m

kavuşturulabilir. Düşmanlarını hayvanlara ve daha çok domuza çeviren mitolojik bir hikayeden, metaların ve reklamın dünyasına geçmek mümkündür. Bu bölümde Stephen’ın dediği gibi sahip olmak ya da olmamak…

Diğer yandan, romanın anlam yapısı metayı andırır; evrensel bir eşdeğerlilikler zinciri boyunca ilerler, her bir gösteren daha sonrasında gösterilene ya da tam tersine dönüşebilir. Bu sabit bir anlamın olmadığının göstergesidir, tıpkı metanın sabit bir değerinin olamayacağı gibi. Malların, cinselliğin tüketilmesine yönelik örgütlenmekte olan, ama hala tam gelişmemiş bir toplumun, bir başkentin (henüz metropol olamayan Dublin’in

yapıt sunabilmeyi başarmıştır.