• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME HAREKETLERİ VE BERABERİNDE DEĞİŞEN YAŞAM TARZLAR

2.1. OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E YAŞAM TARZLARI

Osmanlı Devleti’nin son dönemi, devletin Avrupa’dan geri kaldığını kabul ettiği ve buna çözüm aradığı yıllardır. Bu arayışın neticesinde, Osmanlı Devleti’nin yöneticileri, Batı karşısında askeri alanda alınan yenilgilerin etkisiyle, güçlü olanı taklit ederek güce ulaşılabileceği düşüncesinden hareketle sorunun askeri deformasyon olduğuna karar vermişler ve bu konuda -öncülüklerini kendilerinin üstlendiği- bir dizi yenilik yapmışlardır. “Ancak, sırf askeri ya da teknik alanlarda sınırlanmak istense de, Batılılaşma bir yeni sistem demektir ve geçerli tutulmasına izin verilen alanın dışına taşması bu bakımdan kaçınılmazdır. Nitekim kısa zamanda bu zorunluluğun sonuçları ortaya çıkmış ve Batılılaşma politikalarını yürürlülüğe koyan Osmanlı devlet adamları bir süre sonra beklemedikleri yeni sorunlarla karşılaşmışlardır. Batılılaşmanın askeri alanın dışına taşması bir yandan söz konusu zorunluluğun sonucu olarak katlanılması gereken bir durum gibi görünmüş, ama bir yandan da, bu hedefi benimsedikten sonra onu sınırlamanın mümkün olmadığını görenler bu taşmayı

41 istemiş ve desteklemişlerdir.”55 Başlangıçta yalnızca askeri alanlarda başlatılan reformlar, giderek eğitim, edebiyat, düşünce, yönetim, hukuk ve dolayısıyla yaşam tarzları gibi değişik alanlara yansımıştır.

Osmanlı tarihinde Batı’nın örnek alındığı ilk dönem III. Ahmed’in saltanatı sırasında yaşanan Lale Devri’dir. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yönlendirmesiyle oluşan bu dönemde edebiyat ve sanatta bir canlanma ve yaşam tarzlarında da bir modernleşme görülür. Patrona Halil isyanının ardından bu dönem, değişimin kaçınılmazlığını imleyen bir sonla sonuçlanmış ve değişime yönelik çabalar III. Selim ve II. Mahmud’la yoğun bir şekilde devam etmiştir. III. Selim de değişim çabalarında başarılı olmayarak yeniçerilere teslim olmuştur ama ardından gelen II.Mahmud ülkenin rotasını Batı olarak çizmiş ve değişime en çok direnç gösteren Yeniçeri Ocağı’nı kapatarak, yeni bir ordu kurmuş ve bu ordu Batılı subaylar tarafından eğitilmiştir. Askeri düzeyde başlayan Batılılaşma artarak devam etmiş, ardından askeri yapıyı düzenleme girişimleri sivil hayata da yansımış, özellikle II. Mahmut döneminden başlayarak bu tip yenilikler belirgin bir şekilde toplumsal hayatta kendisini hissettirmiştir. Batı tarzında eğitim veren okullar açılmış, şalvar yerine pantolon giyilmiş, sarığın yerini fes almış, yine bu dönemde devlet dairelerine ilk defa bir padişahın resmi asılmıştır. Yapılan yeni düzenlemeler toplumda tepkilere yol açmış, hatta II. Mahmut’a “gavur padişah” damgası vurulmuştur. Burada ilginç olan, yıllar sonra Türkiye Cumhuriyet’inde de fesin yerini şapka aldığında aynı tepkilerin yinelenmesidir.

Osmanlı’nın Batılılaşmasında II. Mahmut Dönemi son derece belirleyicidir. Onun döneminde başlangıçta orduda bir reformu amaçlayan Batılılaşma çabaları, süreç içerisinde genişlemiş ve geleneksel düzenle karşıtlık ilişkisi biçiminde konumlanan bazı düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Tanzimat döneminde ise, bu değişiklikleri sahiplenen bir entelektüel kesimin yönetim üzerinde etkinliği söz konusudur. Bu dönemde ilk kez demokrasi kelimesi telaffuz edilmiş, özellikle hukuk ve eğitim alanında reformlar birbirini takip etmiştir. Bu arada ordu yapılan savaşlarda genellikle mağlup olmakta, topraklar birer birer elden giderken, yukarıdan başlayan bir Batılaşma ile gerilemenin önünde durulacağı varsayılmaktadır. Savaş meydanlarında genellikle galip gelen Batılı ülkeler, Osmanlı’yı kapitalist pazar için de uygun bir zemin olarak görmüşler ve ticari düzeyde gerçekleşen bazı atılımlarla ülkenin Batılılaştırılmasında reformcu kesimlere destek vermişlerdir.

55 Murat Belge (1983) Cumhuriyet Döneminde Batılılaşma, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,

42 Batılı güçler ile reformcular arasındaki ilişki Feroz Ahmed şunları söylemektedir: “Reformcular, sanayileşmiş Avrupa’nın imparatorluğa nüfuz etmesinin ve onu genişleyen dünya pazarı içinde özümsemesinin imparatorluğun devamı ve refahı için yegane yol olduğunu düşünüyorlardı... Ağustos 1838’de İngiliz Osmanlı Ticaret sözleşmesi reformcuların yeni toplumsal ve ekonomik yapılar kurmak için mevcut yapıları ortadan kaldırmak amacıyla attıkları belki de ilk bilinçli adım oldu. 1838 anlaşması yerli tüccara yönelik korumacılığı ortadan kaldırdı ve yabancı tüccarların iç ticarete doğrudan katılmalarına ilk defa izin verdi. Bu anlaşmanın bir sonucu zayıflamakta olan zanaatların ağır bir darbe yemesi ve lonca sisteminin yıpranması oldu. Bu gelişmeler, eski yapıların yıkılmasıyla Batılılaşmayı hızlandıracağına ve Osmanlıları yeniliğe zorlayacağına inanan reformcuların hoşuna gidiyordu. Ancak bu durum geniş halk kitlelerinde büyük bir hoşnutsuzluk uyandırdı.”56

Batı’nın ekonomi üzerindeki belirleyiciliği hızla devam etmiş ve yapılan çeşitli anlaşmalarla ülkenin dışa bağımlılığı pekişmiştir. “1850’lerden itibaren demiryolları yapımı konusunda yabancı sermayeye bazı imtiyazlar verilmeye başlanmış ve 1854 yılından itibaren dış borçlanma sürecine girilmiştir. Osmanlı Devleti 1854-75 yılları arasında yirmi yılda 16 kez borç almıştır. 1875’de borçlarını ödeyemez duruma geldiği için moratoryum ilan etmiştir. Osmanlı Devleti 1878 Berlin Kongresi’nde Osmanlı Maliyesini yönetecek milletlerarası bir mali komisyon kurulmasını kabul etmiştir. Hemen arkasından 1881’de Düyun-u Umumiye sistemi yürürlülüğe girmiştir. Tanzimat öncesinde Osmanlı Devleti’nin sanayi yapısı yeteri kadar güçlü değildir. Üretim tekniği, istihdam özelliği ve sermaye eksikliğinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ve 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı ise emperyalist düşünce sistemlerinin yayılma aracı olarak görülmektedir. Tanzimat’ın getirdiği ekonomik sınırlamaların imparatorluğu ekonomik bir çöküşe soktuğu görülmüştür. Batı mallarına olan tutkunluk ve bunu destekleyen moda anlayışı, pazarlama teknikleriyle birlikte yerli üretimi zor durumda bırakmıştır. Üstelik bu hayranlık, bilgisizlik ve israf ile birleşerek kısa zamanda iç ve dış borçlanmalara neden olmuştur.”57

56 Feroz Ahmad (2002) Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan, Ankara: Doruk Yayıncılık,

s.43

57 Mesude Canan Öztürk (2001) “Gelişmekte Olan Ülkelerde Tüketim Kültürünün Oluşmasında Ulus Ötesi

Şirketlerin Pazarlama İletişimi Çalışmalarının Rolü Üzerine Örnek Bir Çalışma”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Ana Bilim Dalı, s.75

43 Bu arada özellikle Tanzimat’la birlikte Batıyla olan temaslar yoğunlaşmış, özellikle okumuş, yönetici ve asker kesiminde Batı toplumlarında ön plana çıkan davranış ve tüketim biçimleri taklit edilmeye, çoğu zaman içselleştirilmeden sunulmaya başlanmıştır. Ülkenin bir kesimi gitgide daha da fakirleşirken, belli kesimleri de zenginleşmekte, bu durum geleneksel kültürün savunulması gerektiğini düşünen kesimler tarafından çoklukla eleştirilmektedir. Dönemin romanları ve bu romanlardaki “züppe” tiplemeleri o yılların toplumsal koşullarını göstermesi açısından önemli verilere sahiptir. Özellikle Ahmet Midhat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık ve Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı eserleri ciddi ölçüde bir Batılılaşma eleştirisidir. Ahmet Hamdi Tanpınar da, Tanzimat dönemi yeni üst sınıfı hakkında şunları söylemektedir: “Yazın Tarabya’da, Büyükdere’de görülen ecnebi kıyafet ve adetlerini Müslüman halk, artık sık sık gidip gelmeğe başladığı Beyoğlu’nda kışın daha yakından görür. Garp hayatının unsurları taklit ve moda sayesinde gündelik hayatımıza girer. Beyoğlu’nda umuma açılmış Avrupavari müesseseler, terziler, manifatura tüccarları, tuvalet eşyası ve mobilya satan dükkanlar, bilhassa Kırım harbinden sonra Müslüman halkın daha sık uğradığı yerler olur. Devrin gazetelerinde görülen ilanlar her gün Avrupa’dan yeni bir modanın girdiğini gösterir.”58

Halil İnalcık da, Osmanlı’nın Batıya dönük yüzüyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Osmanlı seçkin sınıfı, Batı’dan teknik bilimleri alırken, aynı zamanda yaşam biçimleri ile ilgili adetleri de ister istemez taklide başlamıştır ve bu sebeple yüzde yüz gelenekçi olan halk kitlelerinin tepkisi de aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Batı, 18. Yüzyıldan itibaren, beğenilen, taklit edilen bir prestige-culture haline gelmiştir. Rokoko mimarisi ile beraber, o zaman ekabir evlerinde frenk eşyası ile döşeli frenk odaları döşenmeye başlanmıştır.”59

Toplumsal dönüşüm sağlanmaya çalışılırken, Osmanlı idarecileri uyguladıkları politik kararlarla yabancı ürünlerin ülkeye girmesini, yayılmasını teşvik etmiş, bu konudaki hukuksal engelleri dahi kaldırmışlardır. Dolayısıyla, Batı kapitalist ekonomisinin ürünlerinin içeri girebilmesi adına vize işlemleri tamamlanmıştır. Toplumsal refahı sağlamaya yönelik, hiçbir alt yapı çalışması olmaksızın gerçekleştirilen bu değişimler, taklitçilikten bir adım öteye geçememiş, geleneksel değerleri yok etmekle kalmamış, Osmanlı idarecilerinin Batı’nın günlük alışkanlıklarına kapılıp, kendi refahlarına boğulmaları, sonun başlangıcına attıkları birer imza olarak tarihe geçmiştir. Mümtaz Turhan toplumun, yukarıdan dayatılan Batılılaşma ve kökleri arasındaki gidip gelmesi/arada kalmasıyla ilgili olarak şöyle bir saptamada

bulunmaktadır: “Bir cemiyet için en zararlı, en tehlikeli değişme tarzı hiç şüphesiz ikisinin ortası bir yol tutmaktır: Bir taraftan Garba ait teknik vasıtalar, teşkilat, yaşayış tarzı, kılık ve kıyafet, muhtelif müesseseler sadece formel, iğreti bir şekilde tatklit edilir ve bunlara ait bazı sathi bilgi ve malumat alınırken diğer taraftan asırların mahsulü tecrübe ve bilgiler, örf ve adetler, an’ane ve kıymetler, kanaat ve telakkiler düpedüz terk olunmaktadır. Neticede

58 Ahmet Hamdi Tanpınar (1988) Türk Edebiyat Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi, s.131 59 Halil İnalcık (1996) Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul: Eren Yayıncılık, s. 426

44 cemiyet ne garplı olabiliyor, ne de neyse o kalabiliyor; çünkü ampirik an’anevi bilgi ve tecrübelerini kaybetmiş, bunların yerine garp ilmin, metod ve zihniyetini koyamamıştır.”60

Türkiye için Batılılaşma öncelikle bir uygarlık değişimidir. Bu şüphesiz son derece önemli bir değişimdir. Böyle bir olay hayatın her alanı gibi gündelik yaşamı da temelden değiştirir; hatta en önemli ve somut etkileri bu alanda görülür. Batılılaşma ile birlikte belli bir hayat anlayışının, belli bir ideolojinin düzenlediği bir değerler hiyerarşisine göre yaşayan bir toplumun alışık olduğundan çok farklı bir başka değerler hiyerarşisine geçmesi söz konusudur. Dolayısıyla bu değişimin, ciddi bir dirençle karşılanması ve eleştirilmesi de bu bağlamda son derece normaldir. Murat Belge de, geleneksel kültürle Batılı kültürün farklılıkları bağlamında şunları söylemektedir: “Osmanlı toplumunda yaşayan Müslüman- Türk halk, tarımsal üretime dayanan ve tek tanrıcı dini bir ideolojiyle yaşayan pek çok toplum gibi ‘öte dünya’ inancı bir hayli ağır basan bir kültürel atmosferin değerlerini benimsemiştir. Bu değerlerin paylaşılması ve pratik hayata uygulanması o dönemde kentte ve kırda çok fazla farklılık içermiyordur. Tüketimin her biçimi bir zorunluluk olarak kabul edilmekte, tüketime başlı başına bir değer olarak bakılmamaktadır. Dolayısıyla kanaatkarlık başlıca toplumsal erdemlerden biridir. Hayatın geçiciliği inancı da bunu pekiştirmektedir. Bugünkü anlayışla ‘lüks’ sıfatını yakıştıracağımız türden bir tüketim ancak hayatın belirlenmiş, önceden kabul edilmiş alanlarında mümkündür: Düğün, sünnet, bayram gibi özel anlar, olaylar. Bunlar böyle bir hayatın zorunlu tekdüzeliğine karşı bir çeşit sübap vazifesi gören olaylardır.”61

Batı’nın üstünlüğünün kabul gördüğü bu dönemde, toplumun üst tabakaları liderliğinde, yaşam biçimi de yeni haline bürünmeye başlamıştır. Batı hayranlığı doruklara tırmanmış, Batılı ürünlere “üstün” misyonu yüklenmiştir. Batı’nın modası takip edilmiş, benzer tüketim alışkanlıkları yer etmeye başlamış, hatta Osmanlı yabancı ürünlerin kuşatması altına girmiştir. “Toplumun kaldıramayacağı, ithal malı tüketim mallarına düşkünlük ile modernleşme aynı şey olmuş”62 üst tabakada filizlenen zengin yaşama tutkusu giderek tabana

yayılmaya başlamıştır. Yaşanan gelişmeler, Osmanlı basınında da yankısını bulmuş ve Batılı yaşam tarzının temellerinin atıldığı bu dönemde, ithal edilen Avrupa modası, gazetelerin ilan sayfalarında sıkça boy göstermiştir.

60 Mümtaz Turhan (1951) Kültür Değişmeleri, Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları, s. 382 61 Murat Belge (1983) Türkiye’de Günlük Hayat, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul:

İletişim Yayınları, Cilt:1, s.838

45 Batılılaşma serüvenin sonunda ülke ne tam anlamıyla Batılılaşabilmiş, ne de geleneksel kültürünü koruyabilmiştir. Batılılaşma yaşam tarzları üzerinde önemli değişiklilere yol açmış, aynı zamanda kültürel atmosferin alışkanlıklarını geriye dönüş yollarını tıkarcasına değiştirmiştir. Sonuçta ülke yüzyıllardır karşı karşıya kaldığı eşiği bir türlü atlayamamış, ne Doğulu kalabilmiş, ne de Batılı olabilmiştir. Murat Belge de Mümtaz Turhan’la benzer görüştedir: “Verili koşullar içinde Osmanlı devleti Batılılaşma serüvenine atılmak zorundaydı. Batı emperyalizminin etkilerine şu ya da bu derecede açık olan bir çok benzer azgelişmiş ülke de aynı süreci yaşadılar, halen de yaşamaktalar. Bunların arasında Türkiye, coğrafi konumu ve tarihi ilişkileri nedeniyle Batılılaşma olayını görece daha kolay sindirebilmiştir. Gene de, bugün bunun ne ölçüde özümsendiği, ortaya çıkan sentezin ne kadar geçerli olduğu tartışılması gereken bir konudur. Bir önemli sorun Batılılaşmanın yol açtığı kültürel erozyondur. Hafifsenmeyecek bir incelik düzeyine erişmiş koca bir geleneksel kültür, yüzeysel Batılılaşma karşısında neredeyse yok olma durumuna geldi. Buna karşılık, Batı değerleri de gerçek anlamda yerleşip kurumlaşamadı. Seçkin kültür ile kitle kültürü arasında çok büyük uçurumlar doğdu. Böylece kültüründe ve zevkinde ölçütlerden yoksun bir toplum ortaya çıktı. Bunun sonuçları günümüzde olanca şiddetiyle yaşanıyor.”63