• Sonuç bulunamadı

2.3 80’Lİ YILLAR VE YERLEŞİKLEŞEN TÜKETİM KÜLTÜRÜ

24 Ocak Kararları’nın hemen ardından 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşmiş ve ülke idaresi yaklaşık 3 yıl boyunca askeri yönetim tarafından sürdürülmüştür. Çokça tartışılan, tartışılması da gereken “darbe yılları”nın ardından Turgut Özal’ın liderliğinde Anavatan Partisi’nin iktidara gelmesi, Türkiye’de büyük değişikliklerin başlangıcı olmuştur. 70’li yılların kıtlık ortamı yavaş yavaş ortadan kalkmış, alınan yeni ekonomik tedbirler ve kararlar sayesinde insanlar, daha önce adını bile duymadıkları pek çok ürünle tanışma olanağı bulmuştur. İktidar sahipleri, her akşam yaptıkları konuşmalarda vatandaşlarına seslenirken, ülkedeki bolluk ortamından bahsetmeye başlamış, her türlü ürünün piyasada olduğunu büyük

50 bir övünç ile dile getirmişlerdir. “İcraatın içinden” isimli programlar dizisinde vatandaşlarımızın pek çoğunun bu türlü ithal ürünlere sahip olduğu, sahip olamayan küçük bir kesimin de uygulanan ekonomik ve siyasi politikalar neticesinde en kısa zamanda sahip olacağı belirtilmiştir. Dayanak noktası olarak ise dünyanın en büyük devleti Amerika ile kurulan yakın dostluk gösterilmiştir.

Türkiye, 80'li yıllarda dünyaya entegre olmak için, ekonomik sitemini devletçilikten, liberalizme kaydırmıştır. Liberalizm felsefesi -ki uygulamada genellikle iktisadi liberalizm felsefesine dönüşür- toplumsal ilişki modelini faydacılık ve insanın diğer insan için canavar olması varsayımı üzerine kurar. Bireyler en fazla faydayı elde etmek için yarışırlar ve her bireyin elde ettiği "fazladan bir fayda" diğerinin elde edemeyeceği bir faydadır68

80’li yılların ekonomi politikaları ve bunların toplum hayatına yansıması, ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:69

 “İhracatın önündeki bütün gereksiz mevzuatları kaldıracağız” diyen ve bunu gerçekleştiren Özal’ın önderliğinde Türk işadamları 8 yıl içerisinde ihracatı 3 milyar dolardan, 8 milyar dolara çıkarmıştır. Serbestleşme ve dış dünya ile bütünleşme süreci sonunda, dünyanın rekabet koşulları benimsenmiş ve dinamik girişimciler çoğalmıştır.  İhracattaki devlet teşviklerinden yararlanmak için kullanılan “hayali ihracat yöntemi” genel olarak hem piyasanın hem de toplumun ahlakına aykırı uygulamaları yaygınlaşmış, devlet “ihracat teşviki” adı altında trilyonlarca lira dolandırılırken, çok daha büyük paralar aklanmıştır.

 Yüzde 30’larda seyreden enflasyonu , iki yıl içinde yüzde 10’un altına çekeceğini ve “ortadirek” diye tanımladığı geniş toplum kesimini rahatlatacağını vaad eden, Özal bunda başarılı olamamıştır. Zamlar ve enflasyonlar, Özallı Yıllar’ın simgesi haline gelmiştir. Periyodik olarak yükselen enflasyon, 1989 yılında yüzde 100’e ulaşmıştır.

68 Ahmet İnsel (1999)Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul: Birikim Yayınları, s.199 69 Tespitlerin oluşumunda yardımcı olan kaynaklar şunlardır:

Emre Kongar (1998) 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul: Remzi Kitapevi Osman Ulagay (1998) Özal’ı Aşmak İçin, İstanbul: Afa Yayınevi

Bülent Tanör, Korkut Boratav, Sina Akşin (1997) Bugünkü Türkiye 1980-1995, İstanbul: Cem Yayınevi Hayri Kozanoğlu (1993) Yuppiler, Prensler Ve Bizim Kuşak, İstanbul: İletişim Yayınları

51  “Türk Parasını Koruma Kanunu” kaldırılmış, Türk Lirası hem yasal hem de ekonomik olarak, dünya borsalarında yabancı paralar karşısında oluşmuş bulunan fiyatlara göre serbestçe dövizle değiştirilebilir kılınmıştır. Kısaca “Konvertibilite” olarak ifade edilen bu olay, ülke ekonomisini düzenleme hakkını, yani ithalat, ihracat üzerinde olduğu kadar, bütün sanayi girdileri ve faiz hadlerini ile de oynama gücünü devlete veren, ülke parasını değerinin saptanması yetkisini sınırlamıştır.

 Türkiye’nin döviz sorunu bu yıllarda önemli ölçüde çözümlenmiştir. Özal’ın izlediği politikalar, dışarıdaki dövizin Türkiye’ye getirilmesi için sağladığı avantajlar, işin yasalara sığmayan yanlarına göz yumulması için gösterdiği hoşgörü, Türkiye’ye çeşitli adlar altında önemli miktarlarda döviz girişine yol açmıştır.

 Halk sınıflarına dönük yoz bir popülizm uygulamaları gerçekleşmiştir. 1984 yılında aşağı yukarı tamamen ANAP kontrolüne geçen kent belediyeleri yoluyla, tapu tahsis belgeleri, imar afları, imar afları ve kent planlaması perspektifinden yoksun imar izinleri hızlı kentleşmenin oluşturduğu kentsel rantların yoksul katmanlara intikal etmesinde ve bu doğrultuda çok yüksek beklentilerin oluşmasında önemli rol oynamıştır. “Ücretliye Vergi İadesi”, “Fak fuk fon” gibi uygulamalar, kentli yoksul kitlelerin ekonomik sorunun çözümünü işgücü piyasasının dışına taşıyan yeniliklerdir.  Bu dönemde ekonomideki liberallleşme, Türkiye gerçeğine devlet eliyle rant yaratma mekanizmalarını daraltmamış, aksine çok daha yeni alanlarda çoğalmasına yol açmıştır. Özal ekonomiyi serbestleştirirken, yaptığı bazı müdahaleler, bütünüyle adam ve firma kayırmaya yöneliktir. Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda da “devlet eliyle fert zengin etme yöntemleri” bulunmaktır. 80’li yıllarda da geçmişten gelen bazı “kötü alışkanlıklar” devam ederken bunların biçim ve hacimleri büyük artış göstermiştir. Nedir bunlar;

 Batık bankalar ve sanayi kuruluşları, kamu fonlarıyla kurtulmuştur.

 İhale sistemi, idareye çok geniş hareket serbestliği sağlayacak yönde değişmiş, eskiden yolsuzluk sayılması gereken pek çok işlem şimdi yasal hale getirilmiş ve ihale yolsuzlukları büyük artış göstermiştir.

 İmar planları ile ilgili normlar gevşetilmiş, imar izinleri ve aflarla yaratılan kentsel rantlar astronomik boyutlara ulaşmıştır.

 Kredi faizlerinin çok yüksek olduğu dönemlerde, teşvikli kredi tahsislerinden ve ödenmeyen kredilerle ilgili erteleme, hafifletme gibi anlaşmalarda, iktidara yakın iş çevrelerine büyük olanaklar sağlanmıştır.

52  Vergi sisteminde, teşviklerde ve finansal sistemle ilgili uygulamalarda, bir çok yasa ve kararnamenin sadece belli işadamlarının çıkarlarını savunmak için kabul edildiğine dair yaygın göstergeler vardır.

 Özelleştirme sürecinin kendisi çok ciddi bir rant yaratma mekanizması oluşturmuştur.

Bu sürecin sonunda, burjuvazi ile devlet arasında süregelen ilişkiler ilkelleşmiştir: 1980 öncesinde “rant” paylaşımının esas olarak nesnel ekonomik konum tarafından (yani faaliyet alanına , işleve, sektör ve ya endüstriye göre) belirlendiği ve bireysel işadamları arasında göreli olarak tarafsız olan bir ortam ortadan kalkmış; bunun yerine siyasi iktidarla bireysel ilişkilerin belirleyici olduğu bir paylaşım ortamı yerleşmiştir. Bu sermaye sınıfı egemenliğinin mümkün olan en ilkel biçimidir. 80 sonrası izlenen sermaye birikimi ile, dünya ile entegrasyon, devletin ekonomi ile olan ilişkisinin değişmesi gibi yeni gelişmeler, 80 öncesinde varlığından söz edebileceğimiz bir orta sınıfın giderek erimesine, buna karşılık üst kesimlerde özellikle en üst kesimde ciddi bir sermaye birikimin oluşmasına yol açmıştır.

80’li yıllar, özellikle Başbakan Turgut Özal’ın önderliğinde ülkenin hızla gloaballeştiği ve geleneksel sosyo-ekonomik yapının ciddi ölçüde kırıldığı bir dönemdir. Bu dönemde yabancı sermayeye ülkenin kapıları sonuna kadar açılmış ve statü vaad eden “ithal mallar” geniş halk kesimleri tarafından tercih edilir olmuştur. Finans sektöründen hazır giyime, fast-food’dan restoranlara, sinemadan dergiciliğe değin uzanan geniş bir çizgide çokuluslu şirketler başta büyük şehirler olmak üzere ülkeye yatırım yapmışlar ve karşılığını kısa sürede almışlardır. Ülke yeni yaşam tarzlarıyla karşılaşmış ve bu yeni kültürel ortam yukarıdan aşağıya toplumun tüm kesimlerinde yayılım sağlamıştır. 5-6 yıl gibi kısa bir sürede meydana gelen yoğun globalleşme, kısa sürede kendi toplumsal koşullarını beraberinde getirmiş, özellikle İstanbul’un küresel bir kent haline gelmesini sağlamıştır. Daha 90’lara gelmeden, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin pek çok kentinde post-fordist kültürün etkileri yoğun bir şekilde görülmeye başlanmıştır.

“Post-Fordist bir dünyada yüksek gelir sahipleri bir dizi farklılaşmış üretim ve hizmet faaliyetini içeren emek yoğun tüketim kalıplarına eğilim gösterirler. Büyük çeşitlilik gösteren yiyecek ve giyecek sunan butikler, özel restoranlar, şarküteriler; özel yapım ve bakım gerektiren mutenalaşmış konutlar; sipariş üzerine yapılan mobilyalar; dadılar, hocalar, bodyguardlar gibi kişisel hizmetler; boş zaman ve eğlence faaliyetleri... Bütün bu alanlardaki

53 istihdam, tüketim alışkanlıkları Fordist ve kalkınmacı çağın eski orta sınıfına göre çarpıcı farklılıklar gösteren bir yeni toplumsal katmanın varlığından kaynaklanmaktadır."70 Yükselen

hizmet sınıfının küresel bir düzeyde zenginleşmesi kısa sürede “layık oldukları yaşam tarzını” talep etmelerine yol açmış ve yeni dönemin yeni yaşam tarzları üst kesimden başlayarak toplumun tüm kesimleri arasında yaygınlaşmıştır. Küresel kentin tüm nimetlerinden faydalanmaya hazır olan bu hizmet sınıfı, talebine uygun arzın oluşumunda da etkin olmuş ve “iyi yaşamlarını” göstere göstere toplumun önünde yaşamıştır. İyi yaşamın en önemli göstergesi, iyi tüketmektir, bu bağlamda paranın kaynağı bile kimseyi rahatsız etmemiş, para tüm “kirleri” temizlemiştir.

Özellikle İstanbul, 80’li yıllarla birlikte gelişen, küreselleşen ve uluslararasılaşan ülkenin motoru haline gelmiş ve kent geçmiş birikimine eklediği yeni yaşam tarzlarıyla birlikte zenginleşmiştir. Çağlar Keyder’in ifadeleriyle, “Avrupa'nın çeşitli ülkelerinin mutfağını temel alan restoranlar eskiden beri mevcuttu; şimdi bunlara Çin, Japon, Kore, Tay- land, Hint, Meksika ve Arjantin lokantaları ve Kaliforniya mutfağı gibi moda olmuş yemek türlerini sunan restoranlar ekleniyor. Türkiyeli ya da Türkiye'ye yerleşmiş yabancı şeflerin yanı sıra, rotasyon yoluyla dünyayı dolaşan ünlü şefler de İstanbul'un yemek yenen mahalleri- ni düzenli olarak onurlandırıyorlar. Özellikle eğlence sektöründe tam bir patlama yaşanıyor. Gece hayatı o kadar canlı ki hafta sonlan trafik sabahlara kadar sıkışıyor; bu durum karşısında International Herald Tribüne gazetesi, İstanbul'un gece hayatı üzerine bir yazısına "Avru- pa'da En İyi Saklanan Sır" başlığını atıyor. Konser sanatçıları turneye çıktıklarında artık İstanbul'da da duruyorlar; her yıl düzenli olarak Nisan ile Ekim arasında uluslararası sinema, opera, klasik müzik, caz ve tiyatro festivalleri yapılıyor. İstanbul Bienali, giderek uluslararası sergi takviminde bir yer işgal etmeye başlıyor. İstanbul'un uluslararası kongreler açısından tercih edilen bir mahal haline geldiği söyleniyor. New York Times, Wall Street Journal ve Financial Times gazetelerinin İstanbul'da daimi büroları var; bu gazetelerin muhabirleri, ülkenin politikası ve ekonomisi üzerine haberlerin yanı sıra, festivaller, sanat faaliyetleri ve günlük hayat üzerine de düzenli olarak yazıyorlar. Bu yazılarda oryantalist klişelerden uzak, şehri kendi mantığıyla kabul eden bir ton hâkim. Türkiye'nin yıllık 10 milyona yakın turistinin çoğu İstanbul'dan geçiyor ya da orada kalıyor; bu insanlarla birlikte şehir, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hiç olmadığı kadar, küresel kolektif bilincin bir parçası haline geldi.”71

70 Çağlar Keyder (2000) “Sonuç”, İstanbul: Küresel İle Yerel Arasında, Çağlar Keyder (Der), İstanbul:

Metis Yayınları, s.224

54 Tüketilecek nesneler üzerinden konuşulan bu sürecin Türkiye’nin Atatürk döneminden sonra en parlak ve verimli günleri olduğu kulisi oluşturulmuş ve iş adamlığı kavramı üretilerek, bir “mitos” haline getirilmiştir. Eskiden insanlara ne iş yaptıkları sorulduğunda “tüccarım, memurum” yanıtı verilirken, 80’li yıllarla birlikte “iş adamıyım” gibi muğlak bir tabir, bu cevapların yerini almış ve kapanan mülayimlik devriyle iş adamlarının sayısı hızlı bir artış göstermiştir. Tabi bu iş adamlarının daha büyük ve başarılı olanları iktidara iyice yaklaşmışlar, dış seyahatler ve bu seyahatler sırasında kazanılan ihaleler, zenginleri sevenleri daha da sevindirmiştir. Sloganlarıyla meşhur bu dönemde, devlet malına deniz nitelemesi yapılmış ve devlet büyüklerince memurların da işlerini bilmesi alenen meşrulaştırılmıştır.

Yolsuzluklar ve çıkar çatışmaları elbette 80 öncesinde de vardı ama, yolsuzlukların meşrulaşması bu dönemde gerçekleşmiştir. Paraya ve başarıya ulaşan insanlar bu dönemde toplumda kabul görmüş; hatta imrenilen rol modeller olmuşlardır. 80’li yıllar, yolsuzluk iddialarının öne çıktığı bir siyasal yozlaşma dönemi olmuştur. Korkut Boratav’ın ifadeleriyle, “Özal ailesi sanki hiç yoktan uluslararası çapta bir zenginliğe kavuşmuş, son zamanlarda ise ailenin mafya ile dahi ilişkileri olabileceği ileri sürülmüştür. Yolsuzluğun dalga dalga ve yönetim kademelerine yayıldığı söylenmiş, Turgut Özal’ın ‘Benim memurum işini bilir’ sözü kimilerince, memurların da bu gidişe katılmaları için bir işaret olarak yorumlanmıştır. Medyanın büyük hevesle işlediği İSKİ rezaleti SHP’nin, en azından bazı kesimlerini de bu gidişe ayak uydurmuş olabileceğini gösteriyordu. 1991 iktidar değişikliğinin durumu değiştireceği umulurken bu sefer Tansu Çiller ve eşinin yurt içinde ve ABD’de ki kaynağı pek belli olmayan büyük serveti hakkında iddialar ortaya atılmıştır. Beri yandan Refah Partisinin Bosna-Hersek için topladığı paraları oraya iletmediği ve kendi çıkarları için harcadığı iddiası vardır. ‘İş bitirme’, ‘köşe dönme’ bu dönemin zihniyetini yansıtan kilit deyimler olmuştur. Bu olumsuz tablo içinde olumlu sayılabilecek tek öğe, belki bu sayede Türk kapitalist sınıfının hızla geliştiği noktası olabilir. Tabii, bunun, halk sınıflarının sefaleti, devletin haysiyetini yitirmesi, kamu ahlakının çöküşü pahasına elde edilmiş olduğu unutulmamalıdır.”72

Toplumun vitrininde meydana gelen gelişmelerin ardından, orta sınıflar da tüketim furyasına katılmakta geç kalmamışlar ve kendi güçleri doğrultusunda varolan sisteme eklemlenmişlerdir. Özellikle popüler kültür içerisinde sembolik anlamları olan, metalara sahip

55 olma, orta sınıflar için birer ideal haline dönüşmüştür. Ulaşılamayan markaların taklitleri orta sınıflar için yeni bir tatmin yolu olmuştur. Kapitalistleşme sürecinin Türkiye toplumu açısından en önemli eksikliği, insanlarda büyük bir tüketim arzusu meydana getirirken, aynı arzuların tatminine olanak vermemesinde yatmaktadır. Özlemler bu dönemde doludizgin giderken olanaklar, özellikle orta sınıflar için son derece kısıtlıdır. İdealleştirilen hayatın dışında kalan kitleler, metalarla hayatlarına küçük mutluluklar katma yoluna girmişlerdir. Refah toplumu olmanın çok uzağında olan Türkiye’de, reklam endüstrisinin körüklediği tüketim arzusu, bu dönemde, geleneksel aile yapılanmalarını bile derinden etkilemiştir.

Murat Belge’ye göre Batı, tüketim toplumuna refah toplumu olduktan sonra geçmesine rağmen, Türkiye’de bu süreç çok hızlı yaşanmış ve refah toplumu olamadan doğrudan tüketim toplumuna geçilmiş, bu da toplumsal organizmada ciddi sorunlara yol açmıştır. “Türkiye’nin tarihinin her hangi bir döneminde bir ‘refah toplumu’ aşamasına geldiği söylenemez. Ne toplam geliri, ne de bölüşüm tarzı buna elverecek düzeyde. Ayrıca tüketimdeki bütün artışa rağmen, hayatın niteliği hala çok düşük. 80’lerden bu yana bölüşüm büsbütün bozuldu. Sonunda burjuvazinin bir bölümünü bile rahatsız edecek derecede yoksullaştı işçiler. ANAP’ın ekonomik politikaları da sınıfsal eşitsizliği arttırdı, zengin/yoksul arasındaki uçurumu derinleştirdi. Dolayısıyla bu bozuk ve dengesiz yapıyla bir ‘tüketim toplumu’ oldu ya da oluyor Türkiye: tüketim ideolojisi, özlemi var hatta belirleyici olduğu da söylenebilir , buna karşılık bir ‘refah toplumu’nun dengeli yapısından yoksun.”73

Kişilere sürekli, “birey” olduklarının telkin edildiği bu dönemde, bu telkinin altında kitleleri farklılaştırmaya çalışırken bir diğerine benzeme şekli gözden kaçmış, yeni “trendlerin” peşinde, marjinal olma tutkusunda olan birey, bunun pek de fazla farkına varmamıştır. İnsanlar gitgide popüler kültürün bir parçası olmakla birlikte, daha fazla maddi imkân elde etme temeline dayalı, daha çok beğenilme kaygısıyla donatılmış narsist bir kimliğe hapsolmuşlardır. Böylelikle, “bir çok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum ortaya çıktmıştır. ”74 Can Kozanoğlu da kışkırtılan tüketimle ilgili olarak şunları söylemektedir: “tüketim kalıpları büyük önem kazandı ve insanlara tükettikçe birey olabilecekleri, tükettikçe farklı olabilecekleri düşüncesi sokuşturuldu hep. Gündelik ilişkilerde belirleyici bir rol kapan televizyon reklamları, ürünlerin farkı üzerinden seslenme stratejisini yedek kulübesine

73 Murat Belge (1992) Türkiye Dünyanın Neresinde, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 220 74 Gürbilek, age., s.25

56 oturttular çoğunlukla. Ürünlerin tüketicileri nasıl farklılaştırıldığı noktasına yüklenildi. ‘O artık farklı, farklı olun, farkınız fark edilecek’ sloganları kullanıldı. Nasıl farklı olunabiliyordu? Türk tıraş kreminin neredeyse yarısını elinde bulunduran firmanın yılda, bilmem kaç milyon tüp tüketilen traş kremini kullanarak örneğin. Filanca bulucini alarak, birey kimliğini, ‘farklı insan’ statüsünü kolayca kucaklayabilirdiniz.”75

İnsanların daha iyiye, daha büyüğe, daha lükse sahip olmak için bir yarış içine girmeleri, her şeyi Amerikanvarî kılmıştır. Giyimden, kuşama, yemeden, içmeye ve vs vs... Doğal olarak tüm bunlara sahip olmak para gerektirmiş, nasıl kazanıldığının hiçbir önemi olmaksızın fazla, daha fazla paraya göz dikilmiştir. Bütün bu karmaşa içinde, insanların saygınlıkları da maddi durumlarına bağlanmış, ne kadar lüks araba sahibiyse bir kişi, o derece saygı görmüş ve üzerinde markalı giysisi olmayana adeta adam gözüyle bakılmama noktasına erişilmiştir. Evinde videosu, renkli televizyonu olan ve kapısında lüks otomobili bekleyenlerse vasfına bakılmaksızın yüceltilmiştir.

80’li yıllardan itibaren tüketme arzusu ve para kazanma daha önce olmadığı kadar yüceltilmiştir. “1980 toplumsal, ekonomik, kültürel, politik yaşamın her alanında olduğu gibi, toplum içinde zenginliğin elde ediliş biçimi ve paylaşımında da çok büyük çaplı değişimlerin milat yılı olmuştur. 80 sonrası dönemde toplumda, eskisine göre çok daha acımasız çalışan yeni eşitsizlik kaynakları ortaya çıkmıştır. Bir ölçüde devletin Cumhuriyet'in başından beri sürdürdüğü toplumsal hakemlik rolünü terk etmesi ve toplumsal uzlaşmanın yıkılması, bir ölçüde de ekonominin yeni kurallara göre düzenlenmesinin sonucunda gelir farkları, Türkiye toplumunun daha önce görmediği boyutlara varmıştır. 80 sonrası dönemin en ilginç özelliği, hem zenginliklerini elde ediş biçimi, hem de devlet ve diğer toplum kesimleri ile ilişkileri, eskisinden çok farklı bir zengin kesimin ortaya çıkmış olmasıdır. Eskinin utangaç, içine kapalı, zenginliği göstermekten ürken, varlığını devlete ve toplumdaki sınıfsal uzlaşmaya borçlu olduğunu bilen, bundan ötürü de devlet ve toplumla ilişkilerinde alabildiğine ölçülü zenginleri gitmiş, yerine kendini tehdit altında hisseden, zenginliğini her yolla göstermekten büyük bir keyif alan, kendi gibi olmayan kimse ile işbirliği yapmayan ve en önemlisi, toplumun geri kalanı ile kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayan bir kesim gelmiştir. 90'ların kültürel ikliminin belki de en göze çarpan öğesi, büyük ölçüde yeni zenginlerin ve elbette ki medyanın sayesinde giderek yaygın hale gelen

57 tüketme arzusu ve para kazanmanın yüceltilmesidir.”76 Bu dönem artık, tüketimin resmen kışkırtıldığı, kayıtsız şartsız lüksün özendirildiği ve hayatın maneviyattan maddiyata hatta metaya kaydığı bir dönemdir. İnsanlar temel ahlâki değerlerini bile lüks yaşama uğruna feda edebilmişlerdir.

80’li yılları Nurdan Gürbilek de şöyle değerlendirmektedir: “Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı. Şunu da biliyoruz: Görüntü bir imaja dönüşecek kadar birikmiş sermayedir. 80’lerde şehirdeki kutupsallılar artarken, eskiden ortak bir hayat vaadi etrafında bir araya gelmiş insanların ‘müstahak’ oldukları yere -birinin banka müdürlüğüne, ötekinin de aynı bankanın müstahdemliğine; birinin işkenceye ötekinin işsizliğe vb.- iade edildiğine, yalnızca bu ortaklığın yıkılmakla kalmadığını aynı zamanda yabancılarla herhangi bir ortaklık fikrinin, bir geçişkenlik ihtimalinin de tümüyle geçersiz kılındığına tanık olduk. Hiç kimsenin yabancı olmadığı bir kurgudan herkesin yabancı olduğu , başkalarının ilginçlikten başka bir şey ifade etmediği bir kurguya geçtik.77

80 sonrası Türkiye’de yaşanan siyasi ve iktisadi değişimler, kültürel bir takım değişiklikleri de beraberinde getirmiş, ülkenin toplumsal değerlerinin kabuk değiştirmesine de ön ayak olmuştur. İnsanların hayata bakışları farklılaşmış, buna bağlı olarak yeni davranış biçimleri geliştirilmiş ve dahası yaşam felsefesi bile edinilmiştir. İşte tam da bu noktada, statü sahibi olmak isteyenlerin yolu “yükselen değerler”den geçmiştir. “Yükselen Değerler” terimine atfedilen anlamlar değişiklik arz etmiş, terim kimi kesimlerce olumlanırken, kimi kesimlerce de şiddetle reddedilmiştir. Terimin savunucuları, dönemin ekonomik sistemiyle beslenen girişimcilik, bankacılık, finans, yatırım uzmanlığı gibi yeni türeyen meslekleri ülkeyi