• Sonuç bulunamadı

Türk Modernleşmesi ve Sekülerleşme’nin Toplumsal Etkileri

Modernleşme, Tanrı adına konuşmaya dayalı bir inanç sistemi için en önemli kırılma noktası olmuştur ve bu sureç, Batı’da yaşanan sekülerleşme evriminin sonucu yeni bir ulus-devlet olan Türkiye’ye oldukça çabuk yansımıştır67.

Türkiye’nin modernleşmesi daha doğrusu Batılılaşması oldukça uzun ve derin bir serüven izlemiştir. Önce kültürel bakımdan nötr addettiği teknolojiyi almakla iktifa etmek istemiş; askerini ve diplomasisini modernleştirmiş; bu yetmezmiş gibi hukuku da almış; onunla da yetinmemiş idari sistemini ve eğitimini taklit üzerine kurmuş; sonra siyasi sistemini cumhuriyet yapmış ve eski sistemi kenara itmiştir. Kıyafetinden elbisesine, oradan takvimine ve kadın kavramına kadar batılı68

olmuştur. En nihayetinde demokrasiye geçmiş ve ekonomisini de piyasa ekonomisi haline getirmiştir (Aktan, 1999: 5). Atatürk, din ve dini kültürün yerini alacak medeniyetle eş tuttuğu kültürel bir Batılılaşma hareketini benimsemiş ve korumuştur. Alfabe, Latinceleştirilmiş; şark müziği yasaklanmış; opera ve baleye önem verilmiş; Batı tarzı resim ve modern Türk ressamlığı malzemeleri devlet tarafından desteklenmiş ve 1926’da İstanbul’da Atatürk heykeli törenle açılmıştır (Mardin, 1993: 77). 1950 öncesi bu sosyolojik durumun kurucu ideolojisi ve bu kurucu ideolojinin siyasal temsilcisi CHP tarafından tayin edilen Batılılaşma fikri ve onun toplumsallaştırma olanak ve koşulları, Türk modernleşmesini hazırlayan elitist zihniyetin toplumsal taşıyıcısı olan tarihsel blok tarafından biçimlendirilmiştir; sadece biçimlendirilmekle kalmamış, “Osmanlı yönetim sisteminin taşıyıcı çekirdeği ‘ilmiye, mülkiye, seyfiye’nin bir anlamda zihnen modernleşmiş devamı sayılabilecek olan, ‘aydın, bürokrasi, ordu’dan oluşan tarihsel blok, onun sürdürülmesi için gerekli düzeni oluşturmuştur. Kaldı ki, siyasal elitle kültürel elitin bu anlamda birbiriyle dayanışması, bizatihi modernleşme projesinin bir kültürel proje olarak kurulduğunu, o anlamda Batılılaşmanın da bu bütünün meşrulaştırıcı çerçevesi olduğunu göstermiştir (Kahraman, 2009: 135-136). Çünkü modernleşme kuramı ancak Batı’nın model alınması suretiyle tüm dünya toplumlarının modernleşebileceğini ve Amerika ve Batı’yı modernliğin temsilcisi olarak sunan bir toplumsal değişme yaklaşımıdır (Altun, 2011: 13).

Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de din, kontrol altına alınmış, özellikle İlahiyat Fakülteleri, Batı’cı anlamda, dinin Protestanlaştırılmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır (Aktay, 2006: 189). Bu durumun hızla devam etmesinin ana sebebi “Güçlü askeri gelenek ve kurumlarıyla Atatürk’ün saygın hatırası ve meşruiyeti ve ordunun kendisine ‘laik cumhuriyetin bekçisi’, devletin seküler ideolojisi ve istikrarının savunucusu rolünü biçmesi”dir (Esposito, 2009: 13-14). Yani ideoloji, modern aklın bir aracıdır (Gencer, 2008: 114). Bu rol ve aracılık durumu, modernleşmenin aslında ordu ile birlikte başladığının da göstergesi sayılabilir. Çünkü Türkiye’de ordunun iki önemli rolü vardır, bunlardan biri özerk olması bir diğeri ise merkezi bir konumda bulunmasıdır. Özerk olması mali, idari ve politik anlamda bir bağımsızlığı barındırırken; merkezi konumda olması ise yetkileri kendinde toplayan bir gücü sergilemesidir (Bayramoğlu, 2010: 11). Askeri vesayet

geleneği devlet içi mutlak özerklik ve ordu içi aşırı merkezilik üzerine oturan, askeri bünyeye kendisini denetlememe, buna karşılık siyaseti sürekli denetleme imkânı veren bir yapı olarak tanımlanabilir. (Bayramoğlu, 2010: 13). Bu merkezi yapı kısa bir süre sonra kendi elitlerini daha doğrusu Cumhuriyetçi elitleri oluşturmaya başlamış ve bu elitler merkezde yer alan bir konuma gelmişlerdir. Seçkinci elitlerin tavırları bir anlamda da halktan kopuk olmuştur. Mustafa Kemal’in şu sözü bu durumu anlamak açısından oldukça önemlidir: “ Alacağımız kararlarda elbette halk temayüllerini göz önünde tutacağız. Mutlaka bu temayüllere karşı hareket etmeyeceğiz. Fakat eğer prensiplerimiz bahis konusu ise başımızı veririz, prensiplerimizden fedakârlık etmeyiz” (Atay, 1969: 363’den aktaran; Sevil, 2005: 139). Yeni oluşan bu elit grubu, yeni modernleşmenin, gelenekten kopuşuyla birlikte hızlı bir biçimde ilerlemiştir ve kendilerine ideolojik ve milliyetçi anlamda69 “toplumu dizayn etme misyonu yüklemişlerdir (Sevil, 2005: 143).

Laikleşme felsefesinin kökenleri kutsal kitaplarda değilse de kutsal kitapların rasyonel düşünen insan tarafından yapılan tefsirinde yatmaktadır. Nasıl ki Kemalizm ve İslamiyet arasındaki çatışma modernite ve ötekinin savaşıysa (Sayyid, 2000: 120) Öcalan da, Türköne’nin tabiriyle, pozitivizm, rasyonalizm ya da sekülerizm gibi kavramları, İslamcılığın ötekisi olarak kurumsallaştırmıştır70 (Türköne, 2011) ve bu bağlamda şunları dile getirmiştir: “Adım Abdullah, yani Allah'ın kulu; ama kul olmayı tüm yüreğime oturtmamakla birlikte, saygılı olmanın dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığım modernitenin doğurma çabalarına karşı tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum” (Öcalan, 2001: 195). Dine karşı rasyonel tutumuyla kendisini Yaradan karşısında varetme biçimi olarak izah ettiği bu durum, Öcalan!ı bir varoluş aşamasına götürmüş ve Öcalan, Tanrı karşısında aydınlanma döneminde söylenen ‘ben de varım’ söyleminin verdiği güçle, yeniden doğuşunu dillendirmiştir. Aynı ifade biçimleri Amerikan siyasetinin sivil söylemlerinde de kendisini bulmuştur. Örneğin Lincoln: “Tanrı iradesini bildirmek için insanları aracı kılar ve doğrudan dünya işlerine müdahale eder ifadesi Kutsal metinde yazmaktadır; bunun böyle olduğuna çok kez şahit oldum; öyle zamanlar oldu ki irademin kendi

irademden daha güçlü bir irade tarafından kontrol edildiğini hissettim; gücün yukarıdan geldiğinden asla şüphe etmedim” (Ataman, 2014: 81) demiştir. Lincoln’un bu ifadesi ile Öcalan’ın derinden bir söylem olan yukarıdaki ifadesi kendi zihnindeki seküler oluşumu gözler önüne sermiştir. Öcalan da yukarıdaki ifadelerle, kendisini Lincoln gibi kutsal bir maneviyata büründürmüştür.

Kürt aydınlanmasını başlatıcı bir konumda olan Öcalan, böylelikle kendisi ve ona inananları, merkezde bulunan geleneksel Kürt yapılanması karşısında güçlü konuma getirmeye çabalamıştır. Geleneksel Kürt direncini yavaş yavaş kırmaya başlayan modern Kürt yapılanması, bu manada merkezileşmiş ve çevre karşısında pozisyonunu sağlamlaştırmaya başlamıştır. Berkesçi bir açıyla bakarsak Kürtlerin din ile aralarına koyduğu mesafe bir anlamda geçmişten kopuşu işaret etmektedir fakat iktidarın el değiştirmeye başlaması ve Kürtlerin de merkeze adapte olma çabası diğer anlamda belli bir süreci işaret etmektedir. Mardin’e daha yakın gördüğümüz bu yer değiştirme çabası bir anlamda tepeden inmeci bir değişiklikte izlenmektedir. Modernliği bir kopuş olarak yorumlayan tezlere karşı, Mardin önemli yaklaşımlar ortaya koymuştur. Mardin, “tam tersine modernliğin geleneğe dayanarak var olduğunu ve bütün modernleşme çabalarının arkasında bir toplumsal yapı olduğuna dikkat çeker. Bu toplumsal yapı, böyle hemen bir gün, bir saat ya da bir yılda değişmeyip önemli süreklilikler içerdiğini vurgular” (Ergün, 2005: 101). Mardin’e göre her toplumun bir merkezi vardır (Mardin, 2002: 35). Ancak her toplumun merkezinin oluşumunda kullanılan malzemeler farklıdır. Bu merkezlerinin oluşumunun arkasında artı değerin korunması ve bir düzene sokulması yatmaktadır ve modern Türkiye’nin mirasını aldığı Osmanlı devletinin de bu süreçte önemli bir yeri vardır71.

Netice itibariyle Osmanlı gerilemeye başlayınca da modernleşme daha da etkili hale gelmiştir. Şerif Mardin’in ifade ettiği “tepeden inmeci modernleşme” anlayışı, her iki dönemde de kendisini göstermiştir. Türk modernliği tepeden inme bir modernliktir (Yıldırım, 2005: 107). Modernleşmenin ilk aşamaları askerlerde görülmüştür hatta ilk meclisin kurucu çoğunluğu da askerdir. Cumhuriyet modernliğine bakıldığında da aynı sonuçlar görülebilir. Çevreyi temsil eden taşralar “baş eğmez din sapkınlığının da fesat yuvaları”dır (Mardin, 2002: 39). Cumhuriyet döneminde de taşra güvenilmez olarak görülmüştür ve “çevrenin temel yeri olan

taşra Cumhuriyet’in laik amaçlarına ihanetle özdeşleştirilmiştir (Mardin, 2002: 60). Bunların yanında dinin bir karşı ya da öteki olma boyutu mevcuttur. Din, sürekli bir biçimde muhaliftir. Çünkü din, hemen her türlü çizginin üstünde konumlanmakta ve kendisine ayrıcalıklı bir konum atfetmektedir. Özellikle halk tabanına yönelik bir modernleştirme adımı mevcut değildir, çoğunluğu köylülerden oluşan halk, modernleştirildiğinde önce dini kurallardan arındırılması gerekmektedir ve bu arınma da yine devlet eliyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu yeni okullar/kurumlar, laik ve Batılı bir cumhuriyete uygun modernleştirilmiş bilimsel bir dine kavuşma hayaliyle kurulmuştur (Can, 2013: 140).

Bu süreç, içinde yaşanılan dünyayı, anlamlandırma, hizaya getirme, izah etme projesi ve ideolojisine dönüştürülmüştür (Özden, 2010: 36). Bürokratikleştirilmiş İslam, devlet tarafından politikleştirilmiştir (Smith, 2005: 312), çünkü gelende dinin, özelde ise İslam’ın siyasetten ayrılamayacağı savunusu da oldukça güçlüdür (Keskin, 2012: 100). “Atatürk 7 Şubat 1923 Çarşamba günü öğle namazını cemaatle birlikte Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde kılmış, şehitler için okunan mevlitten sonra minbere çıkarak bir hitabede bulunmuştur. Önce İslam dini ve onun temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim hakkında, sonra Peygamberimizin yaşayışı ve nasıl örnek alacağımıza dair, daha sonra da camilerin toplum hayatındaki fonksiyonu, hutbelerin anlaşılır olması ile ilgili bilgiler vermiştir. Bu hitabeden yaklaşık dört yıl sonra 17 Şubat 1927 tarihinden itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından konuyu içeren Türkçe hutbeler hazırlanarak tüm görevlilere dağıtılmıştır. Atatürk, dinin asıl kaynağından öğrenilmesini ve bunun da iyi eğitim almış kişiler vasıtası ile okulda gerçekleşmesini istemektedir: “Her fert dinini diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir72. Fakat nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimizin felsefi gerçeğini tetkik, tetebbu bakımından ilmi ve fenni kudrete sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere malik” olmalıdır (Yakıt, 1999: 62’den aktaran; Önder, 2012: 78).

Atatürk’ün bu söylemi, batı modernleşmesinin bir yansımasıdır. Batı, okul eğitimini belirli bir sınıfın ideolojik aygıtı olarak kullanmıştır. Köylü kesimin, daha doğrusu Müslüman bir toplumun kısa zamanda devletle çatışan bir güç haline gelmesi tehlikesi vardır. Bunu önlemek için, devletin, dini hizmetlerini kontrol altına

alması gerekiyordu; işte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en genel anlamdaki fonksiyonu buydu (Erdil, 2000: 68). Özellikle Kürt hareketi de bu söylemi kullanıyor görünmektedir. Çünkü dini kurumlar ve onların temsilcileri toplumsal yeniden üretimle özdeşleştirilmiştir (Parsa, 2004: 189). Diyanet İşleri, devletin söylemini kullanırken dışlayıcı olabilmiştir. Bu kurumların başında olanlar da bu metodu takip etmektedir. “Din adamlarının politizasyonu kısmen dışlayıcı bir yöntemini kurulmasından, iktidarın devletle merkezleşmesinden ve devlet dışındaki destek kaynaklarına artan bağımlılıktan kaynaklanmıştır” (Parsa, 2004: 189). Devlet bu pozisyonda dururken devlet dışı sivil olan dini otoriteler dışlanmıştır. Devlet adına görev yapan kurumların bu politikası yüzünden “toplumsal ve siyasal meselelerde devletin, din adamlarına ve dini kurumlara bağlılığı azalmıştır. Devletle din adamları arasındaki tarihsel ittifakın zayıflaması ya da yıkılması din adamlarının pozisyonunda katalizör görevi görmüştür” (Parsa, 2004: 189). Böylece otoriteden uzak bir anlayış tercih edilmiştir. İşte biz, merkezden uzak bu anlayışa sivil din diyebiliriz.

Dolayısıyla sivil din, “bireysel özgürlüklerle ve öteki ideolojilerle birlikte yaşamaya müsaittir ve kendine muhalif dünya görüşlerinin varlığına, kendi sistemini tehdit etmediği sürece müsamaha gösterebilir” (Ataman, 2014: 56). Yani “vatandaşlar, insanın iç dünyası ile ilgili bir mesele olan inanç konusunda zorlanamazlar ama inançlarının içinde yaşadıkları toplumu ve parçası oldukları devleti ilgilendiren dışa dönük sonuçları açısından sorumlu tutulabilirler” (Orhan, 2013: 5-6). Böylece din, ilahi açıdan değil ama vicdani açıdan ele alınmaya, eleştirilmeye ve değerlendirilmeye tabi tutulabilecektir. Böylece birey/özne/vatandaş, Rousseau’cu anlamda “tam olarak dinsel dogmalar anlamında değil de, öznesi yönetici tarafından belirlenecek, insanoğlunun iyi bir yurttaş ya da sadık bir kul olabilmesini sağlayan sosyal duyarlılıklar” (McClay, 2014: 4) üzerine kurulu bir din anlayışına sahip olacaktır. Tanrı’nın ölümünün çağdaş bir adlandırması olan sembolik gerçeklik sonucu ‘Tanrı öldü, yaşasın din’ (Turner, 2007:242) sloganı sivil din sempatizanlarının damarlarına hızla nüfuz edecektir. Şu an BDP’ye sempati duyan dindar Kürtlerin üzerinde durduğu ve dolayısıyla BDP vasıtasıyla dillendirilen söylemi ve Türkiye’nin dayattığı bir din anlayışının yerine kendilerinin geçmişten

gelen dini anlayışı canlandırma çabalarını da böyle analiz etmek gerekecektir73. Modern dönemin inancı, devletin rasyonel tutumunun bir sonucu olacaktır.