• Sonuç bulunamadı

Calhoun’a göre dünya, 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarına doğru, egemen ve şeklen eşit devletlere bölünmüştür. Bu devletlerin her biri ulusu temsil etmiş; ulus- devlet ismi de işte böyle ortaya çıkmıştır (Calhoun, 2009: 163). Fakat ulusların ortaya çıkışı kendisiyle birlikte bir kardeşin daha doğmasına sebep olmuştu; dünyanın değişebileceği ve daha iyi olabileceği düşüncesiydi bu kardeş, çünkü ulustan önce böyle bir beklenti mevcut değildir (Liakos, 2008: 16). Ulus mu yoksa ulusçuluk mu daha önce çıkmıştır tartışmalarına baktığımızda ise (Şöhret, 2012: 88- 89) karşımıza ilk yaklaşım olarak primordialist yaklaşım çıkmaktadır. Ulusun verili ve kurgusal bir şey olduğunu savunulur. İkinci yaklaşım olan modernist yaklaşım ise ulusu özel tarihsel ve toplumsal şartların inşa ettiği bir oluşum olarak kabul eder. Üçüncü yaklaşım olan Etno-Sembolcü yaklaşım da ise orta yol bulunmaya çalışılır.

Yaklaşımları biraz derinliğine irdelersek, primordialist yaklaşıma göre ulusal bilinç zamanın dışında doğal olarak vardır. Milletleri doğal ya da eski çağlardan beri var olan yapılar olarak görenleri nitelemek için kullanılan yaklaşım olup toplumsal yaşamın “verili”, daha doğrusu “verili” olduğu varsayılan, öğelerinden kaynaklanan bağlar olduğunu belirtir ve bunlar arasındaki bağı, din, dil ve belirli toplumsal alışkanlıkları sayar (Şöhret, 2012: 88). Modern zamanlar, ulusu ya da insanların küçük parçalar ve düzenden çıkmış yapılar olarak şaşkınlık içinde kalmasına ve devam etmesine izin vermez (Bilici, 2014a). Bu yüzden ulusu verili kabul eden primordialist yaklaşımın tezini desteklemek için en sık başvurduğu dayanak, ulus- etnisite ilişkisidir. Primordialist yaklaşım kendi içinde homojen değildir. Örneğin Tilley, biyolojik, kültürel ve psikolojik; Smith ise doğalcı, biyolojik ve kültürel olmak üzere üç kategoriden bahsetmiştir (Vatandaş, 2004: 63). Doğalcı yaklaşım, etnisiteyi konuşma, koku alma, görme gibi duyular yada cinsiyet kadar insanın

ayrılmaz parçası olarak kabul eder. Bu yaklaşıma göre etnisite, insanın, doğallığı hiçbir şekilde tartışma kabul etmeyecek toplumsal ortamıdır. Primordialist yaklaşımın en radikal biçimidir. Biyolojik yaklaşıma göre ise etnik bağlılık, bireyin fizyolojik özellikleri gibi doğuştan ve kalıtımsal olarak gelen bir özellik olarak görülmüş; etnikliğin temeli genetik özellikler ve içgüdülerde tespit edilmeye çalışılmıştır. İkincisi tarihdışı niteliğe sahip duygular tanımlanamazlar ve dille ifade edilemezler. Üçüncü ve son olarak da tarihdışı bağlılık, özü itibariyle bir duygu, bir heyecan durumudur (Vatandaş, 2004: 62-67).

İkinci yaklaşım ise Modernist (Sosyal-Politik Yaklaşım) yaklaşımdır. Bu görüşe göre milletler ve milliyetçilik kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar. Bu koşullar modern çağda oluşur; başka bir deyişle, milletler ancak milliyetçilik çağında sosyolojik bir gereklilik haline gelir45. Milliyetçilik milletleri yaratır, milletler milliyetçiliği değil” (Şöhret, 2012: 88). Böylece milliyetçilik sadece bir duygu, sadece bir kimlik, sadece bir hareket biçimi değildir; tüm bunları yadsımayan, onları kapsayan ve kapitalizm ile ilişkilendirilen bir süreçtir (Aktoprak, 2010: 29). Yani vatanperverlik ve pazarperverlikte sınır tanımaz (Özcan, 2011a: 87). Bu açıdan pazar, milliyetçiliğin yapılması gereken zorunlu sigortası gibidir, çünkü milliyetçilik pazarın modern anlamda kapitalizme evirilmesini sağlayan modernizmin kurucu ilkeleri arasındadır (Kalaycı, 2010: 106) ve bu durum bir ulusal bilincin sonucudur. Çünkü ulusal bilinç, tüm halkın “en derin umutlarının koordineli kristalizasyonu değilse, halk seferberliğinin en elle tutulur ve en dolaysız ürünü değilse, yalnızca ilkel, boş ve kırılgan bir kabuktur” (Fanon, 2007: 149). “Ulusçuluk çağı şu ya da bu ulusun uyanışı ve kendini siyasal anlamda kabul ettirişinden ibaret değildir” diyen Gellner, ulusların ancak ulusçuluk çağı bağlamında tanımlanabileceğini ileri sürmüştür (Gelner, 2006: 104). Burada söz konusu olan artık işbölümü ve sosyal hareketliliğin çok ilerlediği şartlar altında insanların hayatta kalmasını isteyen devletin düzenlediği ve devletin finanse ettiği geniş eğitim sistemi yoluyla kurumlaştırılan standartlaştırılmış “yüksek kültürler”in yayılmasıdır (Anderson, 2004: 24). Ulusun bir inşa olduğunu ileri süren bir diğer düşünür ise Karl Deutsch’dur. Deutsch, çalışmalarında iletişim ve işbölümü kavramlarına özel atıfta bulunur (Vatandaş, 2004: 76). Deutsch’un tezine göre ulusal topluluk, üyeleri

arasındaki karşılıklı ilişkinin yoğunluğuna dayanır. Deutsch’a göre bir topluluğun üyeleri birbirlerine benzer davranışlar sergilerse ve bu davranışlar iletişim kanalları ile bağlanmışsa bu topluluk halk adını alır. Halkın ulus aşamasına geçmesi, iletişim kanallarının belirli bir gelişmişlik aşamasına ulaşmasıyla mümkündür (Vatandaş, 2004: 77).

Üçüncü yaklaşım ise Etno-Sembolcü (Sosyal-Kültürel) Yaklaşımdır. Orta yol bulmaya çalışan bu yaklaşıma göre modern dönemin milletleri, yıllanmış etnik kültürlerin gölgesi altında şekillenir. “Milliyetçiliği kapitalizm, endüstrileşme gibi modern süreçlerle açıklayan kuramlarla da yetinilmemesi gerektiğini öne sürer, çünkü bu tür yaklaşımlar etnik bağlılıkların kalıcılığını göz ardı etmektedir. Doğru bakış açısı daha uzun bir tarihsel dönemi kapsamalı, bugünün milletlerini etnik atalarıyla aynı potada değerlendirmek gerekir” (Şöhret, 2012: 88-89).

Ulusun, kapitalizm ile olan ilişkisi ve siyasal anlamda ideoloji ile beslenmesi, aynı zamanda ulus kavramının, modernlik ile pekiştiğini göstermektedir. “ülkemizde milliyet/ulus düşüncesi sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan bir başlangıç göstermediği için, milliyetçilik yada ulusçuluk ideolojik bir kategori olarak karşımıza çıkmıştır” (Yıldırım, 2005: 188). Bu anlamda ideoloji aracılığıyla “egemen iktidar kendisini, kendine yakın inanç ve değerlerin tutunmasını sağlayarak, bu tür inançları, doğrulukları kendinden menkul ve görünüşte kaçınılmaz kılacak şekilde doğallaştırarak ve evrenselleştirerek, kendisine meydan okumaya kalkışan fikirleri karalayarak, rakip düşünce biçimlerini, muhtemelen açığa vurulmayan ama sistemli bir mantıkla dışlayarak ve toplumsal gerçekliği kendine uygun yollarla çapraşıklaştırarak” (Eagleton, 2011: 23) meşrulaştırabilir. Örneğin faşizm ya da diğer ideolojiler, devlet üzerinde kurumsallaşmalarını daha çok 1900’lü yıllarda elde etmiştir, Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı ya da Stalin’in SSCB’si, ideolojinin kurumsallaşmasına en büyük örneklerdir. Ayrıca bu kurumsallaşmada alanlara, sokaklara, kentlere, binalara, anıtlara ulusu yücelten adlar verilir; ulusal marş ve bayrak icat edilerek bunlar yasayla güvence altına alınır (Topal, 2003: 125) ve buna en güzel örnek de halkını ciddi dönüşüme tabi tutan Kemalizm’dir (İnsel, 1995: 19-20).

3.3.Ulussuz Devlet ya da Devletsiz Ulus Anlayışı ve Türkiye Kürtleri