• Sonuç bulunamadı

Kürt Sorunu Bağlamında (BDP) Türkçe ve Kürtçe’nin Tarihsel Arka Planı

Kürt sorunu ve anadilde eğitim hakkı Türkiye’nin demokratikleşme sürecinden bağımsız düşünülemez. Çünkü demokratikleşme modernleşmenin getirdiği bir olgudur ve Kürt sorunu da tarihsel anlamda modernleşmenin getirdiği bir sorun olarak anlaşılabilir (Vali, 2013: 37-38). Genelde Kürt sorunu, temelde ise Kürtçe sorunu yüz yılı aşkın bir geçmişe sahiptir. Bu süre elbette ki kısa bir süre değildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce hiç bu kadar, sorunlarla yüzleşmeye uygun bir siyasi iklim ile çözüm için sosyal destek olmamıştır. Bu nedenle, içinde bulunulan bu ortamın mutlaka değerlendirilmesi gerekir. Son olarak değindiğimiz Türkiye’de ise Anadil ile alakalı herhangi bir düzenleme hala yapılmamıştır. KCK savunmalarında ise tercüman eşliğinde savunmalar yapılmış, sanıkların savunmalarını Kürtçe yapmalarına izin verilmiştir. Türkiye’de anadil talebi ile alakalı düzenlemeler gözden geçirilmeye devam etmektedir. AK Parti hükümetinin buna yönelik çalışmaları ancak yeni Anayasa ile değiştirilebilir.

BDP’nin yeni Anayasa çalışmalarında vazgeçmediği dil ile alakalı ifadeleri ise şunlarıdır:

“Devletin Resmi Dili

(1) Devletin resmi dili, Türkçedir. Tüm vatandaşların resmi dili öğrenme görevi ve hakkı vardır. Türkiye halkının kullandığı diğer ana diller bölge meclislerinin kararıyla ikinci resmi dil olarak kullanılabilir. (2) Herkes, özel yaşamında ve kamusal makamlarla olan ilişkilerinde resmi dilin yanı sıra kendi anadilini kullanma hakkına sahiptir. (3) Devlet, ülkenin ortak kültürel mirasını oluşturan bütün dillere saygı duymak, dilleri korumak, dillerin kullanılmasını ve gelişmesini sağlamakla yükümlüdür.

Anadilini Kullanma Hakkı

(1) Herkes anadilini kullanma hakkına sahiptir. Hiç kimse anadilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz. (2) Herkes kendi anadilinde düşünce ve kanaatlerini hukuken meşru bütün araç ve yollarla, tek başına veya toplu olarak ifade etme ve yayma özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, anadilinde yazılı, görsel ve işitsel iletişim araçlarını kurma, işletme ve bunlardan yararlanmayı da kapsar. (3) Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartıyla herkes, anadilinde eğitim ve öğrenim görme hakkına sahiptir. Bu hak, eğitim ve öğrenim sürecinin bütün aşamalarını kapsar. (4) Herkes kendi anadilinde kamu hizmeti görme ve kamu idaresiyle olan ilişkilerinde anadilini kullanma hakkına sahiptir. (5) Bu hakkın kullanımına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir”160.

Devletin Resmi Dili ve Anadil Kullanma Hakkı diye tanımlanan bu iki madde, Kürtçe ile alakalı bariz talepler içermektedir. Dil bağlamında devam edecek olan eğitimin bu şekilde sürdürülmesi, kimlik peşindeki bir halk için en olası durumdur, çünkü eğitimin ideolojik aygıt olarak kullanılması ve bu şekilde istenilen değişim yahut dönüşümün yapılabilmesi daha kolaydır. Tekrar denilen olgu bir hatırlatmadır ve tekrar arttıkça istenilenlerin de yerine getirilme oranı aynı paralellikte artacaktır. BDP’nin, anadil vurgusundaki sürdürülen hatırlatma biçimleri de, Kürtler ile alakalı olarak peşinde koşulan kimliğin bir yansıma olacaktır. Lakin bu yansımanın yeni anayasaya ile güvence altına alınması esas görünmektedir, buna karşın yeni Anayasanın ise ne zaman yapılacağı meçhuldür.

Ulus-devlet insanların kendi kaderlerini milli politik mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirledikleri bir devlet modelini ifade etmektedir. Bu aynı zamanda feodal karakterdeki bir siyasi düzenden, merkeziyetçi özellikleri ağır basan bir siyasi düzene geçişi temsil etmektedir. Aynı dili konuşan, aynı soydan gelen, aynı dine mensup, aynı kültüre sahip, aynı tarihî geçmişi paylaşan, ortak düşmanı veya düşmanları bulunan bir insan topluluğu olarak “millet”in, siyasî olarak örgütlenmiş biçimi olan ulus-devlet, meşruiyet kaynağı olan ulusun etrafında birleştiği bir kurumdur. Ulus-devlet kavramı, feodal nitelikler taşıyan bir yapılanma biçiminden, merkeziyetçi bir temelde gelişme gösteren sosyolojik ve tarihsel bir olguyu temsil etmektedir. Bu bağlamda ulus devlet; ortak değerler etrafında toplanan ve ulusal politikalarla şekillenen siyasi bir çerçevede yaşayan ve fikir beyan eden milletlerin bir arada yaşadığı siyasi bir düzen olarak da ifade edilebilmektedir (Özyakışır, 2006: 78). Ulus devletler de bir tabu olarak bireylerin, liderlerin, yöneticilerin zihninde kutsal olarak kalması ve bu devleti var etme ya da koruma amacı ile bireyi veyahut halkı bu yapı içinde bir araç olarak görmelerinin de etkisi olarak şüphe, tereddüt, korku üzerine bir ulus inşa ya da muhafaza edilmesinin süreci yaşanmış ve yaşanmaktadır. Çünkü bilinen olgulardan, diğerine başlayan yolculuk genellikle şüpheli unsurları kapsamaktadır (Kabbani, 1993: 135). Korkunun bir sonucu olarak ortaya çıkan bu süreci şuan Türkiye’de yaşayan Türkler ve Kürtler içinde okumak mümkündür.

Gücü elinde bulunduranlar için korku ne ifade eder ya da bunu gidermek için nasıl tedbirlere başvurular? Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki dil politikalarında birçok tarihî kavşak vardır. Politikanın sınırı dille başlar ve yine aynı dil ile sonlanır. Bu anlamda dil, politikanın omurgasını teşkil eder. Aslında Türkiye’de çok dilli eğitim üzerine yapılan tartışmalar, Cumhuriyet tarihi kadar eskidir. Çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin bir bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet düşüncesi üzerine inşa edilmiştir. Eğitim sisteminin ulus- devlet fikrini yerleştirmeye yönelik olarak kurgulanması hatta araçsallaştırılması, başta Kürtler olmak üzere birçok etnik grubun anadilde eğitim alabilmelerini engellemiştir. Çünkü Türkiye, otoriter/öğretmen merkezli bir eğitim sistemi tercih etmiştir (Derince, 2012: 26)161. Bu nedenle, Kürt sorununun ortaya çıkışının temel sebebi, dil konusundaki kısıtlamalardır. Kürtçenin eğitimde ve sosyal yaşamda

kullanımının önündeki yasaklar, Kürtler arasında büyük bir kimlik ve aidiyet sorunu oluşturmuş ve eşitsizlik algısının yer bulmasına neden olmuştur. Ulus-devlet fikrinin hayata geçirilmesi için homojen bir topluluğa ihtiyaç duyulmuş ve bu topluluğun oluşturulma sürecinin en önemli basamağını “eğitim” oluşturmuştur. Bu bağlamda, farklı dillerde eğitim taleplerinin ülkeyi ayrıştıracağı ve bölünmeye götüreceği fikri, Kemalist rejimin en büyük korkusu olmuştur (Coşkun ve diğ., 2010). Cumhuriyetin ilanından sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1923 tarihli bir genelgesinde “Mektepler cumhuriyet esaslarına sadık kalmaya telkine mecburdur” ifadesine yer verilerek, eği- tim sisteminde uygulanacak olan yeni stratejinin ne olacağı belirlenmiştir. Yeni stratejide, özgür bireylerin olmayacağı, bireyden ziyade devletin önceleneceği açıkça ortaya konulmuştur (Kaya-Aydın, 2013: 64). Örneğin Yurt Bilgisi derslerinde talebeye vatan ve millet sevgisi kazandırma, İstiklal Savaşını öğrenme ve iyi bir Türk vatandaşının vazifelerinin neler olduğu öğretilmiştir (Caymaz, 2007: 15-16). Bu nedenledir ki, Cumhuriyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan ulusu homojenleştirme süreci, egemen dil olan Türkçe dışında kalan tüm dillerin bastırılması ile sonuçlanmıştır. Bu durum, Türkçe dışındaki anadilleri konuşan kesimler arasında büyük bir tepki ile karşılanmış ve çok dilli eğitim tartışmalarını başlatmıştır.

Kimlik oluşturma sürecinde en önemli unsurlarından biri hiç şüphesiz dildir. Dil bir kimliğin sembolü ve ifadesinin yanında farklı bir kimliğin inşasında en önemli araçtır. Milliyetçilik kavramıyla paralel olarak hayat bulan ulus-devletler, dilde birliğe ayrı bir önem atfetmişlerdir. Dil birliği, sadece politik ve kültürel bir önemden öte, komple bir bütünleşmeyi ifade etmektedir. Türkiye’nin Türkçe dışındaki dillere mesafeli yaklaşmasının kodları, cumhuriyet dönemi devlet politikalarında gizlidir. Çünkü temel hedefin Batılılaşma, merkezileşme, milliyetçilik ve otoriteryalizm olduğu bir dönemin en kullanışlı argümanı hiç şüphesiz dildir (Yeğen, 2003). İkinci olarak ise, ülkenin bir bütün olarak ulusal birliğini sağlayacak ve bunun sürekliliğini garanti altına alacak en önemli araç dil olarak görülmekteydi. 1926 yılında cumhuriyetin kurucuları, katıldıkları bir kongrede “Türk topraklarında Türkçeden başka bir dil konuşulamaz” ve “Türkçeden başka dil konuşmakta ısrar edenler cezalandırmalıdır162” gibi talepleri dile getirerek uzun uzadıya tartışmışlardır. Daha sonra bu düşüncelerin uygulamaları görülmeye ve Kürtlerin yoğun olarak

yaşadığı bölgelerde Türk kültürü dayatmaları başlamıştır. (Coşkun ve diğ., 2010: 20- 21).

Dil, toplumlar/topluluklar arası köprüler, yeraltı geçitleri, tüneller vb. açarak toplumsal yaşamın “huzurunu”, “asayişini” ve nihayet “barışını” tesis etmede politikanın en önemli aracını oluşturur. Bu bağlamda dil, politikanın bizatihi kendisidir. “Çünkü dil, din gibi, belki de ondan daha fazla olarak, hiç değilse kimi ulusların yaşamında en güçlü gelenek kaynağı, çerçevesi ve taşıyıcısıdır” (Berkes, 2012: 19). Toplumlar/topluluklar politikanın tahribe gelmez dili aracılığıyla zamanla iç içe geçerler. Politikanın alâmetifarikası olan dilin, siyasal alandaki olası bir tıkanma durumu, toplumsalın şiddetten azade kılınmış yapısallığının şiddete evirilmesi ile neticelenir. Böylece toplumlar/toplulukların farklı rızalarının bir araya getirildiği paradigma dağılır. İstikrar iflas eder. Toplumsalın siyasal taşkınlığı, siyasalın toplumsal taşkınlığı ile paralel işler. Taşkınlıklar içinde dil, kendi içine kapanır, biteviye sınırlarını aşındırır. Durmaksızın kendisini kemirir. Bireysel, toplumsal çıkarları halkın iktidarına eklemleyen geçitler bir biri ardına parçalanır. Parçalanma dışlama, tecrit etme pratiklerini yürürlüğe sokar. Dışlanmışların tekil bir araya gelişleri, toplumsal varoluşta yeni bir öbeklenmeyi beraberinde getirir. Dışlanmışlar öbeklendikleri toplumsalın kenar mıntıkalarında başat bir duygu tarafından yeniden üretirler kendilerini: Nefret. Politikada vuku bulan ve kendisini dilde açığa çıkaran tıkanma akabinde ortaya çıkan bu durumu Ranciere, “nefretin toplumsallaşması” olarak tanımlar. (Ranciere, 2007: 42’den aktaran; Akkoç, 2009).

Daha sonradan bu toplumsallaşacak nefretin kökenini oluşturan 1924 Anayasası’nda Türkçenin resmî dil olarak kabul edilmesi, Türkçenin ulusun sosyo- kültürel içeriğinin belirlenmesinde aslî unsur olduğunun en üst hukukî düzeyde tescil edilmesiydi. Bu, hem Kürtler gibi aynı dinden, fakat farklı etnik kökenden olup başka anadili konuşan azınlıkların, hem de gayrimüslim azınlıkların asimilasyonunu ya da dışlanmasını içeren politikaların dayanağını oluşturuyordu. 1924 Mart’ında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir yandan eğitim dahil birçok şeyi bütünüyle laikleştirirken, diğer yandan da Türkleştirme ve homojenleştirme çabalarının önemli bir parçasını oluşturmuştur. Yasayla eğitim kurumları ve eğitim dili merkezîleştirilmiştir. Buna göre tüm Kürt okulları, kurumları ve yayınları, tarikatlar, tekke ve zaviyeler yasaklanmıştır. Bir taraftan eğitim aracılığıyla nüfusun tek

tipleştirilmesi hedeflenirken, diğer taraftan buna ters bir tavır olarak Kürtlerin yaşadığı bölgelerde okullaşma düşük tutuldu. Bu politikanın sebepleri arasında, bölgeye yapılacak eğitim yatırımlar sonucu bir Kürt orta sınıfının gelişmesi ve Kürt milli bilincinin ortaya çıkma korkusu mevcuttu. Nitekim, Milli Eğitim Bakanı Necip Bey’in ‘bugünkü eli silahlı Kürdü, yarının eli kalemli münevveri olarak evlatlarımızın karşısına mı dikeceğiz” ya da Cemal Gürsel’in “bu ülkede Kürt yoktur, kim Kürdüm diyorsa yüzüne tükürürüm” sözleri her şeyi özetler nitelikteydi (Coşkun ve diğ., 2010: 27; Muller, 1990: 177)163. Daha önce değinmiş olduğumuz gibi anadil de eğitim yapan kurumlar aynı zamanda ulus bilincinin oluşmasında en önemli aygıt olduğu görülür. Çağlayan’a göre buna Bourdieu ve Phillipson’ın deyimiyle dilsel piyasa denilmektedir. Ulus-devlet bu şekilde modernleşmeyi etnik- dilsel şekilde kurulma süreciyle birlikte ortaya çıkarır ve hiyerarşi, dilsel piyasa içinde gelişerek, dillerin birbirleriyle olan ilişkileri bu hiyerarşiye göre belirlenir (Çağlayan, 2014: 46). Böylece kamusal alana hakim olan egemenler, hiyerarşiyi kendileri belirleyeceği için ürettikleri dili hiyerarşide en üst düzeye çıkarır ve onun geniş bir dilsel piyasa içinde diğer dillere olan hakimiyetini gözle görülür bir biçimde elde etmesini sağlarlar.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren ülke yönetimine hâkim olanların kendi dilleri ve kültürleri içinde öteki kültürleri ya da dilleri eriterek yok etmek, asimile etme çabasını önemli derecede başarmışlardır. Nitekim bu durumu açılan Kürtçe kanallarda Kürtçe sözlük kullanma ihtiyacını hissetmeleri ya da halk ile yapılan Kürtçe röportajlarda bu halkın kullandıkları kelimelerin sınırlı olmaları ve kurmuş oldukları cümlelerde Türkçenin önemli derecede hâkim olması bu süreci net bir biçimde ortaya koymuştur. Ancak bu durum Kürt halkını daha çok endişelendirmiştir ve somut olarak ana dillerini unutmaya başladıklarını görmüşlerdir. Görüldüğü gibi dil ve etnisiteye dayalı iktidar mekanizmalarının olduğu yerlerde oluşan toplumsal ilişkiler sonucu anadilini öğrenemeyen çocuklara egemen dili öğretmek için her türlü mekanizma işletilmiştir (Çağlayan, 2014: 45). İkinci olarak bir ülkede öteki olarak değil varlığını tüm ülke tarafından kabul ettirmek ve kamusal alanda artık ülkede yaşayan ve bu ülkenin de sahipleri arasında olduğunu hissettirtecek kendini koruma altına alabilecek anadilde eğitim talebidir. Üçüncü olarak, cumhuriyetin ilk yıllarından beri baskı ve şiddet ile Kürt halkının yok sayılması Kürt dilinin inkâr

edilmesi ve yaşanmış olan acı tecrübelerin tekrar yaşanabilecek korkusuyla varlıklarını tamamen tescillemek için anadilde eğitim hakkına başvurduğu görülmektedir. Çünkü Türkiye, bir ulus devlet olarak “Türk kimliği” etrafında şekillenirken diğer kimlikleri ya yok saymış ya da zaman sürecinde ana kültür olarak kabul edilen Türk kimliğine eklemleneceği politika olarak benimsemiştir (Özensel, 2013: 10).