• Sonuç bulunamadı

Anadil ve Çokdillilik Sorununu Genel Bir Bakış: Diğer Ülkelerdeki Örnekler

Diller arasındaki farklılıklar tabi ki üst düzeyde farklılıklar değil, kökten farklılıklardır. Farklı dilleri kullanan toplum ya da gruplar farklı dünya görüşlerine sahiptirler; tasvir edilen tek bir dünya yoktur, farklı dillerin tanımladığı ve tasvir ettiği birden fazla dünya mevcuttur. Dillerin farklılığı, dünya görüşlerinin ve habituslarının (kültürel, sosyal, ekonomik birikimlerinin) farklılığını da ifade eder. Bu anlamda dil, Bourdieu’cü anlamda kültürel bir sermaye olarak ifade edilebilir. Çünkü habitusun somutlaştığı en önemli kavram sermayedir ve kültürel sermaye de toplumda anlam ifade eden ekonomik olmayan değerler bütünüdür (Palabıyık, 2011; Yel, 2007: 568-571). Bir Kürt’ün sahip olduğu düzlemsel dünya ve bunun belirleyicisi olan dil ile aynı düzleme sahip olan bir Türk’ün sahip olduğu dil aynı değildir ve Bourdieu’cü perspektifle aynı değerlendirilmemelidir. Farklı dillerde konuşan insanların birbirlerini anlamaları da o kadar engebelidir. Çünkü Kürtler, Kürtçe konuşarak, dil mücadelelerini Türkçe’nin sahip olduğu iktidar alanından farklı bir alanda yürütmeye çalışmaktadırlar. İşte bu durum aynı zamanda farklı

iktidar alanlarının mücadelesini de ortaya koyacaktır. Peki, durum böyleyse, bu sorunu ortadan kaldıracak çözüm nerede aranmalıdır diye bir soru sorulabilir. Çünkü bu tür bir uygulama Kürtlerin, kendilerini, “diğerlerinden” daha fazla “ötekileştirmesine” sebep olacaktır, yani Kürtler kendilerini sınırı olmayan bir biçimde yalıtacaklardır, sınırsız olan isteklerin sınırlı bir çözümü de mevcut olamamaktadır. Geçmişten günümüze doğru tarihsel bir analiz yaptığımızda Kürtler için birinci mecliste de anadilin Kürtçe olduğu iddia edilmiştir. Cemiloğlu bir makalesinde 1920-1922 arası yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kendilerini özgür bir biçimde temsil ettiklerini ve her üyenin anadilin Kürtçe olduğunu yazmıştır (Cemiloğlu, 2009: 29). Bu bakımdan, bir bireyin ya da bir grubun özel ya da kamusal alanda hangi dili veya dilleri kullanacağı kendi arzusuna bırakılmış bir haktır (Chen, 1998). Bu anlamda, bir bireyin kendi dillini eğitimde, yönetimde, medyada ve yasal işlemlerde kullanması, bir insan hakkı olarak görülmüştür (Skutnabb-Kangas, Phillipson, & Rannut, 1995). Dil Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Antlaşması, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi ve Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi gibi sözleşmeler, bu alandaki temel metinlerdir. Bu sözleşmeler, anadilde eğitim hakkı başta olmak üzere birçok eğitim ve kültürel hakkı teminat altına almaktadır (May, 2005; Smith, 2003).

Dil, bireyin kendini ifade edebilmesini, temel gereksinimlerini karşılamasını sağlayan doğal bir araçtır. Diller arasında da herhangi bir hiyerarşi yoktur. Bu anlamda, en önemli metinlerden biri, bireysel dil haklarını güvence altına alan Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’dir (Office of The United Nations High Commissioner for Human Rights, 1976). Bu bildirgenin 2. maddesinde, hiçbir bireyin, dilinden dolayı ayrımcılığa uğrayamayacağı ve haklardan yoksun bırakılamayacağı ifade edilmektedir. Aynı bildirgenin 10. maddesinde ise eğer bir birey, mahkemede konuşulan dili anlamıyorsa, tercüman sağlanması hakkına sahiptir. Bildirgenin 19. maddesi, bireylerin ifade özgürlüğünü garanti altına alır ve kişinin istediği dilde kendisini ifade edebileceği belirtilir. Bildirgenin 26. Maddesinde, herkesin eğitim hakkı olduğuna ve bu konuda dil seçimi yapabileceğine vurgu yapılmaktadır. Taccarın’ın ifadesine göre (Taccar, 1996: 55-57) Avrupa

Konseyi Bakanlar Komitesi CAHMİN başharfleriyle bilinen Ulusal Azınlıkların Koruma ile ilgili bir Ad Hoc Komite kurmuştur. Komite tarafından:

a. Herkes istediği dili kullanma hakkına sahiptir. Kişinin yargı makamlarıyla, diğer kamu makam ve kurumlarıyla ve eğitim kurumlarıyla ilişkileri bu madde kapsamına girmez,

b. Bir kamu makamı, bu hakkın kullanımına, yasalara uygun olmak şartıyla ve demokratik bir toplumda gerekli olduğu ölçüde, suçun önlenmesi, sağlığın ve başka kişilerin haklarının korunması, yasal belirsizlik (ya da bir dilin korunması) gibi istisnalar dışında müdahale edilemez,

c. Hiç kimse istediği dili ve özellikle anadilini öğrenmeden alıkonulamaz, maddeleri kabul edilmiştir.

Dil konusunda önemli bir sözleşme de Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve imzaya sunulan “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Diller Sözleşmesi”dir. Sözleşme’de dört ölçüt saptamıştır: ilki, sayıca daha az bir grup oluşturan vatandaşları tarafından geleneksel olarak kullanılan dil; ikincisi devle’in resmi dil(ler)inden farklı olan dil; üçüncüsü “bölgesel veya azınlık dilinin kullanıldığı toprak” ve dördüncüsü de “toprağa bağlı olmayan diller”dir (Saraçlı, 2007: 180). Bu tanımlara göre Avrupa’da 60 azınlık dili bulunmaktadır. Gerçekte ise Avrupa’da azınlık dillerinin sayısı daha fazladır. Örnek olarak söylersek tüm Avrupa’da Almanca konuşan dil toplulukları mevcuttur. Ortalama bir tahmine göre 55 milyon insan Avrupa’da azınlık dili konuşmaktadır. Bu demektir ki, tüm Avrupa ülkelerinde bölgesel ve azınlık dilleri konuşulmaktadır (Mercator, 2012). Yine örnek olarak Avrupa’da, ortalama olarak, 15 yaşındaki öğrencilerin %92,9’u evde eğitim dilini konuşmaktadır. Ülkelerin büyük çoğunluğunda, birkaç okulda evde eğitim dilini konuşmayan öğrenciler bulunmaktadır. İstisnalar çoğunlukla Belçika (Fransızca ve Almanca-konuşan Topluluklar), İspanya, Lihtenştayn ve özellikle Lüksemburg’da bulunmaktadır, Lüksemburgca çoğu öğrencinin ana diliyken eğitim dili Fransızca veya Almanca’dır (EACEA, 2012: 9; Gündüz, 2006: 205-201).

Ayrıca çokdilli eğitimin önemli faydaları da mevcuttur. Örneğin, her çocuk en iyi bildiği dilde aldığı eğitimi daha iyi öğrenir; herkes aynı anda birden fazla dil öğrenme imkânı elde edebilir; diller arasındaki bilgi ve beceri, öğrenilen dillere daha iyi aktarılabilir; yeni diller kolaylıkla öğrenilebilir (Derince, 2012: 39-40). Bu haliyle

dil, “aynı zamanda dahiliyet ve dahil olan üye oluşan bir davranış modeli geliştirmektedir” (Deniz, 2012: 336). Kıran’a göre (Kıran, 2010: 54): “UNESCO’nun dil ve eğitim konusundaki üç temel prensibi şöyledir: “UNESCO, eğitim kalitesini yükseltme aracı olarak, öğrenci ve öğretmenin bilgi ve deneyimi üzerinde inşa edilen ana dilde eğitimi desteklemektedir; “UNESCO, eğitimin her aşamasında iki dilli veya çok-dilli eğitimi, hem sosyal ve cinsiyet eşitliğini destekleyici bir unsur olarak ve hem de toplumların dilsel çeşitliliğinin bir anahtar elementi olarak desteklemektedir; “UNESCO, kültürlerarası eğitimin temel bir bileşeni olarak, farklı gruplar arasındaki anlaşmayı teşvik edici ve temel haklar için saygılı olmayı sağlaması anlamıyla dili desteklemektedir”.

Türkiye’de dil sorunun ise zaman içinde evirildiğini söyleyebiliriz, bu evirilme tek dillilikten çift yönlü modele doğrudur. AK Parti’nin, önceki yıllara nispeten yaptığı bu evirilme, Cumhuriyet dönemi politikaların değiştirilmesini de sağlamıştır. Dilin, bilinenden ziyade dayatılan bir metod izleyerek geldiği zamanımızda, dil, artık bilinene geri dönmüştür. İlk model olan tek dillilik politikası Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA) hazırladığı bir çalışmada şu şekilde açıklanmıştır: “İngilizcede “submersion” olarak bilinen bu model, Türkiye’nin de dâhil olduğu dil ve eğitim konularında etkileri birçok açıdan en olumsuz olan politika ve pratiklere göre müfredatını hazırlayan ülkelerde kullanılmaktadır. Eğitim kalitesinin oldukça düşük olduğu bu modelde yalnızca egemen (resmi) dilde eğitim verilir. Egemen diller dışında ülkenin diğer dilleri görmezden gelinir, ikinci dil olarak sadece prestijli Batı dillerinin öğretimine yer verilir. Sonuç olarak, anadilinin korunmasının çeşitli nedenlerden sürdürülemediği yerlerde, dilsel azınlık halklar yeni nesillere kendi anadillerini aktarmakta zorluk yaşarlar ve gittikçe egemen dilde bir tekdillilik ortaya çıkar. Bir başka deyişle anadili bastırılmak suretiyle kaybedilir.

Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca Türkçe dışındaki dillerin hızla kaybolmasının esas nedeni budur (DİSA Yayınları, 2001:4). Buna karşın evirilme evresi olarak adlandırdığımız ikinci aşama ise yine aynı çalışmada geçen çift yönlü modeldir. Bu model ise: “Hem akademik gelişim hem de çiftdillilik açısından son derece başarılı sonuçlar verebilen bir eğitim modelidir. Bu tür modellerin kullanıldığı okullarda bir azınlık dili ve egemen dili konuşan çocuklar aynı sınıflarda okurlar;

eğitim-öğretim ihtiyaçlara ve öğrenci profillerine göre genelde iki dilin yarı yarıya kullanıldığı biçimde yapılır; ancak söz konusu azınlık dil tarihsel olarak güçsüzleştirilmişse ve yeniden canlandırılmaya çalışılıyorsa azınlık diline daha çok önem verilerek kullanım oranı %90’lara çıkarılabilir. Zaten prestijli olan egemen dil, okul dışında yeterince destek gördüğü için öğrenilmeme veya eksik öğrenilme gibi bir risk ile karşı karşıya değildir. Uzmanlara göre anadilinin %90 oranında kullanıldığı biçimde eğitim veren okullar azınlık öğrencileri için koruma-sürdürme modeli; egemen dili konuşan öğrenciler için de çiftdillileştirme görevi görür. Bu modellerdeki esas problem egemen dili konuşan gruplardan yeterince öğrencinin bu okullara ilgi göstermemesidir. Özellikle metropollerde bunu başarmak daha zahmetli iken, daha küçük şehirlerde ve kırsal bölgelerde, gündelik etkileşimin ve ekonomik ilişkilerin çokdilli yapıldığı yerlerde bu tür modeller uygulanabilmektedir. Örneğin Amerika’da bazı okullarda anadili İspanyolca olan çocuklar, anadili İngilizce olan çocuklarla aynı sınıfta çiftdilli öğretmenlerden ders alırlar ve her iki dil de sınıfta etkin bir şekilde kullanılır” (DİSA Yayınları, 2001: 5) şeklinde ifade edilmiştir. Şu an ülkemizde mevcut konum için düşünülen model ikinci modeldir.

Modern dönemlerde devletler ulus inşa etme süreçlerinden en fazla dil politikalarını güncellemek zorunda kalmışlardır. Dil politikaları, bir ülkede konuşulan dillere, bunların alan ve bölgelerine, gelişmelerine ve kullanımlarına ilişkin haklara yönelik ilke, karar ve uygulamalar bütünü olarak tanımlanmaktadır (Virtanen, 2003: 18). Ya da J. A. Fishman’ın ifadesiyle dil planlaması, “ulusal alanda bulunan dil sorunlarına örgütlü bir biçimde çözüm arama” (İmer, 2000: 86) demektir. Bu açıdan modern devlet ya da ulus-devlet, kimliği istediği şekilde aktarabilmek için sağlıklı iletişim planları yapmıştır. Bu iletişim planları ise önceki geleneksel aktarım model, yer ve zamanlarının değiştirilip, nasıl aktarılacağının yeniden tartışılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu değişiklik, yeni kelimelerin üretimi ve fonetiği, standart bir lehçenin seçimi ve dilin modernize edilmesi konularını kapsar. Statü planlaması veya dışsal planlama ise, aynı siyasal sınırlar içerisinde bulunan ve birbirleriyle ilişki halindeki dillerin yasal statüsünü düzenlemeye yönelik bir müdahale anlamında kullanılmaktadır. Genellikle bu müdahale türü ulusalcı yurtsever eğilimi ile açıklanmaktadır ve özellikle anadil sorunu üzerine yoğunlaşılır (Garibova, 2014: 17). Pratikte bu müdahale, kamusal hayatın çeşitli alanlarında yalnızca bir dilin, ya da çok

sayıda dilin kullanılması kararının uygulanması demektir. Statü planlaması

zorunluluğuyla karşı karşıya kalan devletlerin önünde, “resmi

tekdillilik/asimilasyonist” ve “resmi çok dillilik” olmak üzere temel iki seçenek vardır.

Resmi tekdillilik veya asimilasyonist strateji, bir ülkede çoğunluğun konuştuğu dili resmi dil olarak belirleyerek ülkedeki diğer dillerin tedricen kamusal hayattan silinmesi için başvurulan bir yöntemdir. Bu stratejiyi benimseyen devletler sıklıkla yasaklayıcı ve cezalandırıcı yöntemlere başvurur. “Resmi çokdillilik stratejisi ise, bir ülkede birden fazla dile resmi statü tanınması demektir. Bu da söz konusu dillerin eğitimde, iş dünyasında, sporda, sanatta ve diğer birçok alanda yasal olarak kullanılabilmesini ifade eder” (Çağlayan, 2013a: 2). Dünyadaki iki dilli eğitim uygulamalarına bakıldığında, dört modelin ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlar; Geçiş Modelleri, İdame Modelleri, Zenginleştirici Modeller ve Miras Modelleridir (Hornberger, 1991). Bu anlamda iki dilli eğitim birçok ülkede sosyo-politik tartışma konusu olmuştur. Yapılan araştırmalara göre çok dilli veya iki dilli eğitim, egemen dil dışında başka bir dilden gelen öğrencilerin akademik başarılarına pozitif katkı yaptığını ortaya koymaktadır (Cummins, 1991). Lakin iki dilli eğitimin program düzeyi ayrı bir tartışma konusudur ve dünya genelinde farklı uygulama biçimleri vardır157. Öğrencilerin sayıları, özellikleri, okullardaki eğitim hareketlilikleri gibi özellikler ile okul müfredatı, dillerin müfredattaki yeri ve ders içinde kullanılan dil gibi yapısal özellikler, iki dilli programların uygulamalarını ve geliştirilen modellerin özelliklerini etkilemektedir (Kaya-Aydın: 2013). Bizim analiz hususumuz dil, iki dil ve kimlik tartışmaları bağlamında BDP’nin izlediği politikalardır. Dil sorununun diğer ülkelerdeki durumlarına baktığımızda ise karşımıza farklı coğrafyalar ve çözüm fırsatları çıkabilmektedir, örneğin önemli olan bazı ülkeler şunlardır:

a. Brezilya: Resmi dili Portekiz’cedir ama devlet yerel dilleri korumayı üstlenmiştir. Buna karşın Portekizce bilmeyenler oy kullanmamaktadır (Tacar: 1996: 73).

b. Çin: Çin anayasasının 19. Maddesine göre ortak dilden (Pu tong hua) bahsediliyor ama hukuki metinler Mandarin yazıp yayınlanıyor. Ayrıca Min, Hakka, Kantonca gibi diller de azınlık dili

olarak kabul edilmediği için eğitim dili Mandarin dilinde yapılmaktadır (Tacar: 1996: 73-74).

c. Endonezya: Hollanda (flemenkçe) dilinin dayatıldığı 1928 yılında, Malay dili resmi dil olarak kabul edilmiştir. 700 den fazla dilin konuşulduğu Endonezya, Asya’da dilsel farklılıkların en fazla olduğu ülkedir. Ülkedeki eğitim dili ve resmi dil Endonezya’cadır (Malay). Buna rağmen Malayca toplumun ancak %10 ‘nün ana dilidir. Anayasa ve eğitim yasası ilk sınıflarda ana dilde eğitimi desteklemektedir. Ancak yerel diller çok nadir olarak devlet okullarında öğretilmektedir. Endonezya’da yerel diller daha çok resmi olmayan eğitim kurumlarında öğretilmektedir (Kıran, 2010; Taccar, 1996: 75).

d. Belçika: Belçika'nın nüfusu 10 milyondur. Ülkenin resmi dilleri Fransızca, Flamanca (Felemenkçe) ve Almancadır. Belçika nüfusunun % 58'i Flamanca, % 41'i Fransızca, %1,5'i Almanca konuşmaktadır. 1970 Anayasasında ‘Belçika dört dil bölgesinden oluşmaktadır: Fransızca bölgesi, Flaman bölgesi, Alman dili bölgesi ve iki dilli Brüksel bölgesi’ dir, ibaresi bulunmaktadır. Belçika modelinde dil gruplarına gerçek özerklik verilmiştir. Bunlar kendi alanlarındaki kararları kendileri almaktadırlar; özellikle eğitim ve kültür konularında tam anlamıyla egemendirler (4. Demokratik eğitim Kurultayı, 2004: 40; Aydın, 2012: 195; Taccat, 1996: 122-126; Aydın, 2011: 10; DİSA, 2012: 7-8).

e. Kanada: İkinci bir dilde eğitime başlama ya da geçmenin mümkün olduğu önemli modellerden biri de Kanada örneğidir. Çünkü bu modelde iki dilinde egemen dil sayılabileceği ve orta sınıf ailelerden olan çocuklara uygulanmış olması başarılı bir sonuç ortaya koymuştur (Çağlayan, 2014: 41). Zorunlu bir devlet dilinin olmayışı ve ulusal toplulukların çoğunlukta oldukları bölgelerde kendi dillerini resmi dil olarak kullanmaları nedeniyle Kanada kültürel bir federasyondur. Eğitim eyalet yönetimlerine bırakılmıştır. Qeubec Eyaleti'nde eğitim Fransızca, diğer eyaletlerde İngilizcedir. Ayrıca velilerin talebi durumunda bütün eyaletlerde İngilizce veya Fransızca dil dersleri verilmektedir. (4.

Demokratik eğitim Kurultayı, 2004: 40; Taccar, 1996: 132; Kalaycı, 2010: 213-219). Kanada Anayasası, ülkede konuşulan dillerin statülerini şu şekilde tanımlamıştır (Kaya-Aydın, 2013: 3): “(16.a) İngilizce ve Fransızca, Kanada’nın resmî dilleridir. İngilizce ve Fransızca, Kanada Parlamentosu, hükümetin ve tüm kurumların nezdinde eşit hak ve ayrıcalıklara sahiptir. (16.b) İngilizce ve Fransızca New Brunswick eyaletinin resmî dilleridir. İngilizce ve Fransızca konuşan tüm topluluklar, devletin bütün kurumlarını kullanırken eşit statüye sahiptirler. (16.c) New Brunswick’te İngilizce dil topluluğu ve Fransızca dil topluluğu, eşitlik, farklı eğitim kurumları ve bu toplulukların korunması, tanıtılması için gerekli olan farklı kültür ve eğitim kurumları için eşit hak, ayrıcalık ve statülere sahiptirler. (17.) Herkes parlamentodaki tartışma ya da diğer işlemler için İngilizce veya Fransızca kullanma hakkına sahiptir. (18.a) Kanunlar her iki resmî dilde eşit olarak yazılacaktır. (18.b) Tüzükler ve kayıtlar New Brunswick’ta yayınlanan dergilerde İngilizce ve Fransızca olarak her iki resmî dilde basılmalı ve aynı derece muteber olmalıdırlar. (19.) Herkes, parlamento tarafından kurulan herhangi bir mahkemede İngilizce veya Fransızca işlem yapma hakkına sahiptir. ( 20.) Her ülke vatandaşının sağlıklı bir şekilde iletişim kurması ve daha iyi bir hizmet alması için talep edilen dilde kurumlarda bir ofis açılmalıdır. (21.) Kanada Anayasası’na göre Fransızca ve İngilizce dillerinin dışında var olan herhangi bir imtiyaz veya yükümlülük Anayasal Dil Hakları ile sürdürülür. (22.) İngilizce ve Fransızca dışında bir dil kullanan mevcut toplulukları İngilizce ve Fransızca dil hakları etkilemez. İki resmî dili olan, 200’ün üzerinde etnik grubun yaşadığı, nüfusunun yüzde 13’ü azınlıklardan oluşan çok kültürlü bir ülke olan Kanada, ülkesinde bulunan azınlıkların eğitim haklarını anayasal güvence altına almaktadır”158.

f. İspanya: Nüfusu yaklaşık 40 milyondur. Ülkenin resmi dili İspanyolca ya da Kastilyandır. Halkın % 73'ü bu dili kullanır. Ülkede beş azınlık dili de konuşulmaktadır. Bunlar Katalanca (8,5 milyon kişi), Galiçya dili (3 milyon kişi), Bask dili (650.000 kişi), Avusturya dili

(800.000 kişi) Aragon dilidir (30.000 kişi). 1978 tarihli İspanya Anayasası'nın 3. Maddesine göre, “Devletin resmi İspanyol dili Kastilyancadır. Bu dili bilmek bütün İspanyolların görevi, kullanmak da haklarıdır” (Aydın, 2012: 201; Aydın, 2011: 15). Diğer İspanyol dilleri de statülerine uygun olarak çeşitli özerk topluluklarda resmi dil sayılırlar. Katalanca, Katalonya eyaletinin resmî dilidir ve İspanya nüfusunun yüzde 16’sı bu dili kullanmaktadır. Galiçyaca, kuzeybatıda Galiçya eyaletinde yaygındır ve nüfusun yüzde 6’sı tarafından kulla- nılmaktadır. Bask dili ise kuzeydoğuda Fransız sınırlarında konuşulmakta ve nüfusun yüzde 3’ü tarafından kullanılmaktadır (Taccar, 1996: 116-121)159.

f.1.) Bask Ülkesi:

Bask ülkesi dördü İspanya'da üçü de Fransa'da olmak üzere yedi ilden oluşmuştur. Bask dili Öskaradır. Yürürlükteki özerklik statüsüne göre Öskara, Bask Bölgesinde, İspanyolca ile aynı konuma sahiptir. Bask hükümeti eğitim alanında dillerin kullanımı konusunu düzenlemek yetkisini haizdir. "Her öğrenci Öskara ya da Kastilyan dilinde eğitim görme hakkına sahiptir." Ortaöğrenim sonunda her öğrenci hem Baskça hem de Kastilyan dilinde kendini anlatabilme yeteneğine sahip olmak zorundadır. Özel okullar hariç sadece Bask dilinde eğitim veren okul yoktur. İlkokulda öğrenciler haftada 16 saat Baskça eğitim görürler. Ortaöğrenimde bu süre haftada 25 saate kadar çıkabilmektedir. Bask bölgesindeki üniversitelerde felsefe, coğrafya, tarih, dilbilimi, eğitim alanlarında Bask dilinde öğrenim vermektedir.

f.2.) Katalonya:

Katalonya Bölgesi’nde, 1998’de Katalonya Parlamentosu’nun çıkardığı Katalan Dil Yasası, okullarda ve kamusal alanlarda Katalancayı kullanmayı, medyada ve kültürel faaliyetlerde Katalancanın yaygınlaşmasını ve bu dilin sosyo-ekonomik alanda fiilî olarak kul- lanımını geliştirmeyi amaçlamıştır (Woolard- Gahng, 1990). 1978 İspanyol Anayasa'sına göre, ‘Kastilyan Devletin resmi İspanyolca dilidir" fakat "İspanya'nın diğer dilleri de kendi özerk topluluklarında

kanunlarına göre resmi olacaktır’. Buna uygun bir şekilde, 1979 Katalonya Özerklik Kanunu, İspanya Devletinin resmi dili olan Kastilyancanın yanında Katalancayı Katalonya'nın resmi dili olarak ilan etmiştir. 1983'te Katalan Parlamentosu tarafından kabul edilen Katalonya’da Dilin Standardizasyonu Kanunu bu kanuni hükümlerin uygulanması için çıkarılmış ve sonuçta, Katalanca’nın özellikle gençler arasında kullanımını ve anlaşılmasını önemli ölçüde arttırmıştır. 1998 Yasasfna göre, eğitim alanında “Katalanca her düzeyde ve çeşit okulun eğitim dilidir”. Medya alanında ise, Katalonya Özerk Hükümeti'nin kamusal televizyon yayını genellikle Katalanca yapılmaktadır. Bölgesel yayınlar sırasında Katalanca İspanyol kamu televizyonunun da yayın dili olarak kullanılmaktadır. Yalnızca Kastilyan dilinde yayın yapan bazı özel kanallar da bulunmaktadır. Kamusal radyo yayınları ise yalnızca Katalanca dilindedir. Yargı süreçlerinde ise her iki dilin kullanımı da geçerlidir.

f.3.) Galiçya:

Galiçya, İspanyolcadan bağımsız bir dili olan ulusal bir topluluğun yaşadığı coğrafi bir bölgedir. Bölgenin nüfusu üç milyondur. Eğitimde kullanılan yerel dil, Portekizce ile benzerliği olan Gallegocadır. Galiçyalılar Gallego ile birlikte İspanyolcayı da konuşmaktadırlar (Tacar: 1996, 116-121).

g. ABD: ABD’de, Federal Hükümetin resmi dili olmamakla birlikte, resmi dil de facto İngilizcedir. Ülke nüfusunun %87’sinin ana dili İngilizcedir; 17,3 milyon kişinin ana dili İspanyolcadır. Parlamento da, idarede, kamu hizmetlerinde, ilanlarda hep İngilizce kullanılır. Başka bir kaynakta ise farklı etnik grupların yaşadığı ve eğitim gördüğü ABD’de, anayasada geçen resmî bir dil olmamasına rağmen İngilizce, nüfusun yüzde 82’sinin anadili olarak kabul ettiği ve yüzde 96’sının ise ‘iyi’ ya da ‘çok iyi’ konuştuğunu belirtilmektedir. Federal düzeyde ise resmî bir dil yoktur. İngilizcenin resmi dil olarak kabul edilmesi konusunda bazı teklifler sunulmuş, fakat bu tekliflerin hiçbirisi yasayla sonuçlanmamıştır. Nüfusun yüzde 82,1’i İngilizce, yüzde 10,7’si

İspanyolca, yüzde 3,8’i Hint-Avrupa dil grubuna ait dilleri, yüzde 2,7’si