• Sonuç bulunamadı

Türk laisizminin en büyük sorunsalı; İslam’ı, kişilerin vicdanlarında kalması gereken, dini ritüellerin dışında, toplumsal platformda etkisiz ve iddiasız olmayı kabul edecek bir biçime sokma uğraşı karşısında, bir din olarak İslam’ın ve bağlılarının gösterdiği dirençtir. Nitekim İslam dini, diğer özellikleri ihmal edilmemek koşuluyla, tepeden tırnağa siyasi bir dindir.110 Gerek Kuran da gerekse ilk İslam devletinin şekillenişinde yönetimin esaslarını düzenleyen temel nosyon, dinin, yaptırıma bağlanmış emrediciliğinde yatar. Hıristiyan toplumların kendi iç devinimleri neticesinde ve tamamen batıda yaşanan sosyal ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkan laiklik: Hıristiyanlığın ve onun imtiyazlıları olan ruhbanlığın, toplumun diğer baskın siyasi güçleri ile aralarında çıkan çatışmanın bir sonucudur.111 Bilindiği gibi, İslam peygamberinin diğer bir vasfı da devlet başkanlığı idi. Bunun tabi neticesi de yönetimin Kuran’daki ahkam ayetler üzerinde yapılan içtihatların yasal, kurumsal zemini belirlemesidir.

Kaldı ki, Batı dillerindeki “religion” kelimesi ile Arapça’daki “din” kelimesinin içeriği birbirini tam anlamıyla karşılamaz. Kuran’da yüze yakın yerde geçen din kelimesi; hükmetmek, yönetmek, galip gelmek, hal ve tavır, ceza ve ödül, boyun eğmek, isyan, hesaba çekmek, hesap vermek, örf, sakınmak, köleleştirmek, yönetici atamak; ayrıca din de-ye-ne fiil kökünden gelmesi itibariyle, baş eğmek, itaat etmek, ödünç almak, borç etmek, adet edinmek, baş eğdirmek, idare etmek112 anlamlarına da gelmektedir. Oysa “religion” sözcüğünün anlamı bu kadar kapsayıcı değildir. Bu

110 Yakın dönemde “Türkiye, Malezya olur mu?” tartışmaları yaşanmışken bir Malezyalı düşünürden birkaç cümleyi aktarmanın tam yeridir. M. Nakib El-Attas, İslâm ve Lâisizm başlığını taşıyan kitabının bir yerinde aynen şu ifadeleri kullanıyor: “İslâm ise lâik, lâikleşme yahut lâisizm kavramlarının kendisine tatbikine müsait değildir; esasen bunlar

yani lâik (din dışında-hayatî) lâikleşme (hayatın dışına sürüklenmesi, sekülarizasyon) ve lâisizm (din dışı yahut dine karşı ideoloji, din dışında din) kavramları İslâm’a dahil değildir, İslâm bünyesinde yoktur, her bakımdan ona yabancıdır” (yazarın açtığı parantezlere dikkat), bkz. M. Nakib El-Attas, İslâm ve Lâisizm, çev. Selahattin Ayaz,

İstanbul: Pınar Yayınları, 1994, s.42.

111 Diğer taraftan Batıda yapılan reformasyon özü itibarıyla Hıristiyanlıktan referanslanabilecek özellikler taşımaktadır. Hıristiyan teolojisi uyarınca egemenliği dünyevî ve ruhanî olarak ikiye ayrılmış olması, lâisizm akımını temsil edenlerce, yapılanın aslında Hıristiyani bir öze dönüş hareketi olduğunu iddia etmelerine zemin oluşturmuştur. Böylece dinin aslî alanına çekilerek bizzat dine hizmet edilmiş olacağı fikriyatı rahatlıkla işlenebilmiştir. Bkz. Hulusi Yazıcıoğlu, Lâiklik (Bir Din Politikası) , İstanbul: MÜİF Yayınları, 1993, s.119.

112 Ali Ünal, Kuran’da Temel Kavramlar, İstanbul: Beyan Yayınları, 1990, s.122; Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’ın

Temel Kavramları, İstanbul: Yeni Boyut Yayınları, 1994, s.85; Ebul- Ala El-Mevdudi, Kuran’a Göre Dört Terim,

sözcük Latince’de bağlanmayı, saygıyı, kurallara uymayı içeren bir anlama sahip olup113, daha yumuşak bir itaati çağrıştırır.

Bu açıdan laiklik kavramının etimolojik analizi yapıldığında, kavramın bir sınıf olarak örgütlenmiş ruhbanların dışında kalan diğer halk kesimlerinin ismi olan laikos’un önceki dönemlerin aksine, ezici ve tahakküm edici din adamları tasallutuna karşı isyan ve galibiyetini simgelediği görülmektedir. Buna göre laiklik dünyevi saadeti başat tutmayan, asketik bir yaşam biçimini kutsayan Hıristiyan öğretisinden bir sapmayı temsil eden, kilisenin özüne döndürülmesinin adıdır.114 Dolayısıyla dünyevi saadeti ebedi mutluluğun bir basamağı sayan, siyasetin, maddi ve manevi değerlerin paylaşımındaki çatışmaların, uzlaşma yoluyla geçiştirilmesi olduğu öncülünden hareket edilirse bu boyutuyla tamamen siyasi boyutu olan İslam’ın ve ruhunu şekillendirdiği İslam toplumlarının laisize olmaları kadar güç bir şeyin olamayacağı ortadır.115

Pozitivizmin Türkiye’ye girişi ile birlikte din de açıkça sorgulanmaya başlanmış, agnostik bir felsefe olan pozitivizm, dini, gözlem ve deney dışında, varlığı ispatlanamaz bir Tanrı tasavvuru içermesi dolayısıyla bir kenara itmiştir. Ancak önceleri olası tepkilerden çekinen, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit, Beşir Fuad gibi ilk Türk pozitivistleri çıkardıkları gazete, dergi, kitap vs. ile ikili bir söylem kullanarak İslam ile pozitivizmi uzlaştırma gayreti içine girmişlerdir.116 Toplumun tepkisini çekmemenin en temel yolu toplumun diniyle bir çatışmaya girmemekten geçiyordu. Nitekim Atatürk dahi, kendi ifadesiyle milli mücadele yürütülürken kafasındaki toplum projesini milli bir sır gibi sakladığını ifade eder.

Pozitivist fikirlerin en hızlı yayılıp benimsendiği orduda, yeni yetişen harbiye çıkışlı mektepli subaylar ordunun laik kanadını teşkil ediyorlardı. Kendi yapısını homojenleştirerek, yani alaylıları tasfiye ederek önce orduyu, sonra, rejimi dönüştürmek istiyorlardı. 31 Mart Olayı onlara bu fırsatı verdi. Prusya Ordusu disipliniyle yetişmiş, kültürlü, dil bilen mektepliler sıkı eğitim ve disiplinle geleceğe yönelik planlarında ordunun iç yapısında tümör olarak gördükleri alaylıları, tasfiye etmeye çalışıyorlardı.

113 Sinan Kabaağaç/ Erdal Alova, Lâtince-Türkçe Sözlük, İstanbul: Sosyal Yayınları, 1994, s.515.

114 Durmuş Hocaoğlu, “Sekülarizm, Lâisizm ve Türk Lâisizmi”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 29, Temmuz-Ağustos 1994, ss.35–76.

115 Ali Bulaç, “İslâm ve Modern Zamanlarda Din-Devlet İlişkisi”, Cogito, Sayı: 1, Yaz 1994, ss.67–88.

116 Mardin, Jöntürklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908, s.162; Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, ss.260– 261, Ahmet Rıza’nın Fransızca ve Türkçe olarak çıkardığı Meşveret-Mecheveret’te iki ayrı dil kullanmıştır. Fransızca nüshada sert bir gayrı İslâmî, söylem varken, Türkçe nüshadaki söylem ılımlıdır.

Bir anlamda orduda, modern-geleneksel çatışması yaşanıyordu.117 Rahatsızlık tek boyutlu değildi, alaylılara göre de mekteplilerin hepsi birer zındıktı. Dolayısıyla, “31

Mart’ın yapılmasında alaylı subayların er ve erbaşları ayaklandırmaya kışkırtmak, sevketmek bakımından önemli bir görevi yüklendiklerini kabul etmek gerekiyordu”. 118

Yeni rejimin karizmatik lideri ve çevresinin büyük bir kısmı Osmanlı ordusundan yetişmiştirler. Kafalarındaki devlet, ulusal, tek hakimiyet kuvveti ulus olan enternasyonal olmayan, iktisadi olarak bağımsız ve laik nitelikliydi.119 Birinci Meclisin Mustafa Kemal’e muhalif kanadı olan İkinci Grubun tasfiye edilmesi amaçlı olarak yapılan, seçimlerden sonra, ikinci mecliste karşı karşıya gelecek olan gruptakilerin temelde dünya görüşleri açısından aralarında önemli bir farklılık yoktu. Tek adam olmaya doğru giden Mustafa Kemal’in şahsına karşı odaklanan bu muhalefetin içinde yer alan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez gibi paşaların karşısına ya mebusluk ya da askerlik argümanıyla çıkan Atatürk’ün bu hamlesi karşısında bu paşaların askerliği bırakmaları ve daha sonra başlarına gelenler incelendiğinde, bu paşaların asker kimliklerini kaybetmeleriyle, siyasi hayatlarındaki mağlubiyetleri açısından kurulacak ilinti, çok anlamlı olmaktadır. Ordudan ayrılmak zorunda bırakılan bu paşaların yerine bizzat Atatürk tarafından atanan yeni komutanlar ile ordu, artık tamamen yeni rejimin karizmatik liderinin emrindedir.

Türkiye’de bugüne kadar ikisi doğrudan, ikisi de dolaylı olmak üzere tam dört darbe yaşandı. Doğrudan yapılan darbelerden 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde mevcut anayasalar ilga edildi. 12 Mart 1971 Muhtırasında ise 1961 Anayasasının getirdiği kimi özgürlükler, memleket için lüks sayılarak kısıtlandı.120 28 Şubat 1997’de ise zaten kısıtlanacak kadar, özgürlükler vurgusunun yapıldığı bir anayasa yoktu. MGK bir yasa yapıcı gibi davrandı. Ülke yönetimi fiilen MGK Genel Sekreterliği tarafından yürütüldü. Anayasaların yapımı sürecinde, görsel ve yazılı

117 Sina Akşin, 31 Mart Olayı, Ankara: AÜSBF Yayınları, 1970, ss.26, 29, 292. Akşin, bir parça anokronizmle, çatışmanın laik-dindar ekseninde başladığını ileri sürüyor.

118 Akşin, 31 Mart Olayı, s.226. Yukarıda isimleri zikredilen pozitivist-siyasetçilerden Ahmet Rıza ve Hüseyin Cahit Beyler, ayaklanma esnasında öldürülmesi planlanan ilk isimlerdendiler. Ancak Ahmet Rıza’ya benzetilen Adliye Nazırı Hazım Paşa ile Hüseyin Cahit’e benzetilen Lazkiye milletvekili Emir Mehmet Aslan Bey, bu iki isim zannedilerek öldürülüyorlardı. Bkz. Mevlânzâde Rıfat, 31 Mart (Bir İhtilâlin Hikâyesi), Sad. Berire Ülgenci, İstanbul: Pınar Yayınları, 1996, s.43.

119 Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Ankara: Turhan Kitabevi, 1981, s.35–36.

basında boy gösteren asker-sivil tüm darbeciler Atatürkçülükten verilen tavizlerden bahsederek, hep gerçek Atatürkçülükten söz ettiler. Peki Atatürkçülük neydi?

Türk düşünce tarihinin bir muamması olarak Kemalizm ya da güncel bir isimlendirmeyle Atatürkçülük, aslında Atatürk’ün şahsına karşı duyulan sevginin, farklı dünya görüşlerine sahip olan intelijansiya tarafından kendi cephesi açısından formüle edilip, aynı isimde ancak farklı içeriklerde okunan bir akım olarak tanımlanabilir. Atatürk’ün daha sağlığında böylesi bir doktrin icat edilmişti. Gerek kendi Söylev ve Demeçleri, gerek Afet İnan’a dikte ettirdikleri, gerek inkılâbın sözcüleri tarafından üniversite kürsülerinde, basında dile getirilenler, gerekse de Moiz Kohen, nam-ı diğer,

Tekin Alp tarafından kaleme alınan ve ilk baskısı 1936 yılında yapılan Kemalizm isimli

eserle bir ölçüde yönü ve ilkeleriyle belirli bir doktrindi.121 Ancak yandaşlarının tevil ve yorumlarıyla öylesine karmaşık bir biçimde takdim edilmişti ki, herkesin kafası karışıktı. Birbirlerinden öylesine zıt görüşlere sahip olan, Şevket Süreyya Aydemir,

Ahmet Hamdi Başar, Celal Bayar, Adnan Menderes, İsmet İnönü gibi isimler

kendilerini hep Atatürkçü olarak takdim ediyorlardı.

Hülasa, 1960 İhtilali ve 1961 Anayasasını yapan asker-sivil kadro hakkında yapılan yüceltmenin, 1980 darbesini yapanları Atatürkçülükten taviz vermek suçlamasıyla yermeye götüren süreçte, askerlerin ve darbenin lideri Kenan Evren’in üstü kapalı bir biçimde Atatürk düşmanlığıyla suçlanması bile sorunun boyutunu gözler önüne sermektedir. Kemalizm ve Atatürk hakkında objektif bir değerlendirme kaygısını taşıyan çok az çalışma yapılmıştır. Bir taraftan kişiye tapınmaya kadar giden bir methiyeler dizisi varken, diğer taraftan ucuz ve seviyesiz bir küfür edebiyatı söz konusudur.122

Başkaya, cumhuriyetin kurucu kadrosunun asli unsurunu oluşturanların büyük

çoğunluğunun jöntürk (ittihatçı) geleneğinden gelmeleri ve inandıkları davayı en küçük bir ikbal karşılığında satmalarının gelenekselleştiğini, devlet karşısında eleştiri gibi bir dertleri olmayan üniversite aydınlarının da tıpkı Osmanlı İlmiye sınıfı ile benzer bir tavır takınarak rejimin her türlü uygulamasını meşrulaştırmak gibi bir faaliyeti kendilerine vazife addettiklerini belirtiyor.123 Kemalizmin bu bağlamda sağlam bir

121 Tekinalp, Kemalizm, Sad. Çetin Yetkin, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998.

122 Bu hususu işleyen iki iyi eser için bkz. Asım Aslan, Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, Ankara: Şafak Matbaacılık, 1999. Abdurrahman Dilipak (Yay Haz.), Cumhuriyetin Şeref Kitabı, İstanbul: İşaret Yayınları, 1993.

sistematiğinin olmamasına rağmen devletin resmi ideolojisi olmasından sonra “devlet

bağımlısı” aydınlar tarafından allanıp pullanıp, sanki sistemli ve genel geçer bir

ideolojiymiş gibi takdim edilmesinden bahisle, özellikle sosyalizm eskisi olarak nitelendirdiği Kadro ve Yön gruplarını ağır bir biçimde eleştiriyor. Başkaya’ya göre aydın olmanın ölçüsü, resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olmak değil, onu eleştirebilmekte yatmaktadır. Resmi ideoloji üretmenin yerini resmi ideolojinin eleştirisi almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün değildir. Kemalizmin kendisini benimsetirken zora, şiddete ve hurafelerle dolu bir kişi yüceltme tarihi yarattığını ileri süren Başkaya, Türk solunun Kemalizmin tesirinde kalmasını, organik yapısının, yöntemleri itibariyle birbirinden farklı olmayan ve rahatlıkla sentezlenebilecek özellikler gösteren Kemalizm ile Stalinizm arasındaki benzerliğe bağlıyor. Başkaya’nın yorumuna göre; Kemalizmin son tahlilde sınıfsal çatışmaların ertelendiği, Bonapartist ve plebisiter diktatöryal bir cumhuriyet hedeflediğini ifade ediyor. Ordunun Kemalizminin ise dönemin koşulları gerektirdiğinde dallanıp budaklanan, tek ortak paydasının anti-komünizm ve anti-şeriatçılıktan başka, birbiriyle benzerliği olmayan bir tür Kemalizm olduğunu belirtiyor.124

Giritli ise Atatürkçülüğü; geleneksel Osmanlı kültürünün çözülmesi karşısında,

İkinci Mahmut devrinde ortaya çıkan ve Tanzimat’la kesin ifadesini bulan, batılılaşmanın ‘kültür ikileşmesi’ şeklindeki anormal durumuna son veren, daha ileri bir kültür arama çabası içindeki Türk ulusuna, batıya rağmen batılılık düşüncesini zerk etmeye çalışan pragmatist dogmatizm ve doktrin katılığına karşı milliyetçi bir ideoloji125

olarak yorumlamaktadır. Giritli’ye göre; ordu Kemalist Türkiye’nin yegane güvencesidir. 27 Mayıs tam anlamıyla bir devrimdir, sosyal demokrat bir ruhu vardır, karşı devrimci gerici akımları sindiren bir karaktere sahiptir. Ordu Kemalizmin kalesidir ve bu zinde güçler her türlü yozlaşmaya karşı bağışıklık kazanmış tek güçtür.126

Giritli’nin ifadesine göre Kemalizm, demokratik ve laik bir cumhuriyet kurmuştur.

Ancak doğasına aykırı olan şeriatçılığa, komünizme ve faşizme, Türk siyasi hayatının kapılarını kapatarak “sınırlı bir plüralizm”e müsaade etmiştir.127 Atatürk orduyu gerçek

124 Başkaya, Paradigmanın İflâsı, s.27, 48, 160. Oysa tek parti döneminde sınıf mücadelesinin reddine ilişkin olarak yapılan açıklamalar meclisin bileşimi dikkate alınmaksızın yapılmaktadır. Buna rağmen Yunus Nadi, “millet hemen

bütün sınıf ve meslekleri ile yeni mecliste temsil olunuyor. Bu dikkate lâyık bir tecrübedir” diyebilmektedir, bkz.

Yunus Nadi, “Yeni Meclis Nelerle Uğraşacak?”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 1931.

125 İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1980, s.4, 8 ve 163.

126 Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s.159.

127 Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s.8. bir başka eserinde ise bu tip demokratik anlayışı şöyle izah ediyor:

anlamda siyasetten uzaklaştırmıştır. Ordu ancak Atatürkçülük tehlikeye düştüğünde, doğal olarak demokrasi de tehlikeye düşeceğinden müdahale etmelidir, etmiştir de zaten.128

Bu iki yazarın her birinin Kemalizm hakkındaki, biri müspet diğeri menfi de olsa, sert ve keskin yorumundan başka bir yorum daha vardır, Kemalizme bir başka açıdan bakmayı deneyen Taha Parla, demokratik amaçlı bir devrim programı uygulayabilmek için üstün yetkili bir meclis ve tek partinin zorunlu olduğu yönünde görüş bildiren yazarların, muhalefetin zaman zaman belirerek partileşmesini örnek vererek, Kemalizmin demokratik hedefli bir proje olduğunu129 iddia etmelerine itiraz eder. Kemalizmin, şefçi, paternalist, elitist ve vesayetçi olduğu kanısıyla Parla, Kemalizmin çoğulcu, hoşgörülü, uzlaşmacı olmadığını belirtir. Kemalizm tek particidir, muhalefete izin vermez; özde çok partililiğe karşıdır. Siyasi tartışmaya ve katılıma açık değildir. Otoriter, yer yer de totaliterdir. Paramiliter, yer yer de doğrudan militaristtir. Bir kelimeyle anti-demokratiktir.130 Şunları ekliyor Parla:

“Kültürel reformizm uğruna siyasal anti-demokratikliğin kaçınılmaz bir yöntem olduğu,

hatta ‘vesayetçi demokratik’ bir erdem olduğu yolundaki hâlâ yaygın görüş şunu unutuyor; siyasal yaşamın biçimi ve niteliği bir araçtan ibaret değildir, kendi içinde bir değerdir; anti-demokratik bir ideoloji ve kurumlaşma da kolay kolay geçmez, derin izler bırakır ve ağır bedelleri olur. Hele içinde söylendiğinin tersine, demokratikleşme yönünde ciddi değişim, niyet ve potansiyeli taşımıyorsa ve ancak dışsal etmenlerin baskısı altında zoraki bir değişme zahmetine girmişse (1947’den itibaren)”.131

Türkiye’de Kemalizm konusundaki temel yaklaşımın kişi kültü ve bir kahramana tapınma biçiminde belirdiğini vurgulayan Parla’ya göre “Atatürk ve Kemalizm toplumun belli bir bunalım ve anomi döneminde ortaya çıkan, varolan geleneksel siyasi kültürden beslenen ve yararlanan, ve ona cevap veren, onun ihtiyacını gideren ama ona yeni ve yenilikçi öğeler ve boyutlar ekleyen dağınık eğilimleri

demokratik düzenin kuruluşunun sağlandığı söylenemez. Ne var ki ‘otoriter’ bir nitelik taşıyan Atatürk Dönemi Rejimi ne bir ‘Diktatörlük’ ne de ‘totaliter’ bir rejim değildir”. Bkz. İsmet Giritli, Günümüzün Işığında Atatürk ve

Atatürkçülük, İstanbul: Filiz Kitabevi, 1985, s.23.

128 Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, ss.172–181.

129 Özüerman, Türkiye İçin Nasıl Bir Anayasa, s.43.

130 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt: 3 (Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Oku), İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, ss.322–323.

131 Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt: 3, s.325. Bir örnek vermek gerekirse; dönemin meclisinin nasıl oluştuğuna göz atmak gerekir. Tek parti döneminde seçim vardır, meclis vardır, seçilen bir Cumhurreisi vardır ancak mebuslar listelere tayin ile gelmektedir. Listeleri bizzat Gazi hazırlamaktadır. 5 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, üçüncü kez cumhurreisliğine intihab edilen Gazi’nin 289 rey ile müttefikan intihab edildiği haberi vardır. Tek bir muhalif oy ya da farklı bir aday yoktur. Aynı gazetede İsmet Paşa’nın sağlık sorunlarını gerekçe göstererek bir müddet hükümeti yeniden kurma teklifine direndiği ifade ediliyor, bkz.“Gazi Hz.

289 reyle müttefikan 3’üncü defa Reis-i cumhurluğa intihap edildi. İstifa eden İsmet Paşa kabinesi mevkiinde ipka olundu”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 1931.

toparlayıp belli bir doğrultu ve bütünlük kazandıran etmenlerdir”132. Atatürk’ün ordu ve siyasete ilişkin tutumunu dönemselleştiren Parla’ya göre: Atatürk’ün ordu hakkındaki tutumu birinci TBMM döneminde tutarlı ve sivildir. İkinci TBMM döneminde ise ordu ile rejimin biçimi arasında koruyan-korunan ilişkisi kurulmuştur133.

Parla’nın son tahlildeki yorumu ise şöyledir; “asıl sorun Kemal Atatürk değil,

Kemalizm/Atatürkçülüktür. Konunun kişisel boyutu değil, siyasal, sosyolojik, sosyal psikolojik boyutudur, karizmatik, bonapartist liderin kendisi değil, atacılığı ve otoriter liderciliği yaratan ve yaşatmayı sürdüren toplumsal koşullar ve siyasal kültürdür”.134

Parla, dokunulmaz bir lider ve Kemalist asr-ı saadete dönüş yönündeki çağdaş Kemalist

telkinleri gerçeklerle yüzleşmeye davet ediyor.

Eski başbakanlardan, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurulan ve yeni bir anayasa hazırlamakla görevli Danışma Meclisinin başkanlığını da yapmış olan Sadi

Irmak; Atatürk’ün geleceği önceden görebilme yeteneğiyle donanmış bir fevk-el beşer, bir ubermeinch, bir üstün insan olduğundan bahisle135, diktatörlükten nefret ettiğini, önce eylemi yapan, sonra peşinden öğretiyi formüle eden bir yöntemi olduğunu, hazır kalıplara hiçbir zaman itibar etmediğini belirtiyor.136 Yine diğer Kemalist yazarlar gibi

Irmak’a göre de, tek parti dönemi bir istibdat dönemi değil, demokrasiye hazırlık amaçlı

otoriter bir hazırlık devresidir.137 Ordunun siyasete karışmasının zararlarından bahsederken Irmak, önce Balkan Savaşlarındaki acı hatıralardan örnekler veriyor138, ancak konu 27 Mayıs 1960 darbesine gelince, bu müdahaleye Atatürkçü raydan çıkan demokrasinin yerine oturtulmasıdır, demek suretiyle bir istisna getiriyor. Ona göre ordu:

132 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt: 1, (Atatürk’ün Nutku), İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s.173.

133. Nitekim Atatürk 5. Meclis, 5. Dönem, 4. Toplanma Yılının açılışında şöyle ifade ediyordu; “Büyük Milli Disiplin

Okulu olan ordunun; ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda, en lüzumlu elemanları da yetiştiren büyük bir okul haline getirilmesine, ayrıca itina ve himmet edileceğine şüphem yoktur.(...) Ordumuz Türk topraklarının ve Türkiye idealine tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız teminatıdır”. Bkz. Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt: 2, (Atatürk’ün

Söylev ve Demeçleri), İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s.174

134 Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt: 1, ss.177–178.

135 Kavram, Nietzsche’ye aittir. “İnsan daha iyi ve daha kötü olmalıdır-böyle öğretirim ben. En kötü. Üstüninsanın

en iyisi için gereklidir”. Alman ekolünden yetişmiş bir şahıs olan Irmak’ın bu örneği kullanması doğaldır. Bkz.

Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt (Bu Kitap Ki Herkese Göre ve Kimseye Göre Değil), çev. A. Turan Oflazoğlu, İstanbul: Cem Yayınevi, 1991, s.273.

136 Sadi Irmak, Devrim Tarihi, İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1967, ss.13, 15, 17, 34. Önce eylem, ardından doktrinin geldiğini belirten Irmak, Atatürk milli Türk Devletinin sınırlarını daha 1907 yılında kafasında tasarlamıştı. Demek suretiyle aslında çelişkili bir ifadede bulunuyor.

137 Irmak, Devrim Tarihi, s.22.

bu fonksiyonu ifa edebilecek en yetkin, en Atatürkçü kurumdur.139 Timur ise, Türk devriminin felsefesinin milliyetçiliği de içeren laik bir reform felsefesi140 olduğunu ifade