• Sonuç bulunamadı

arasındaki koalisyonunun, baskın faktörü olarak ordu bürokrasisi içinde başlayan ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TCF) kurulmasıyla birlikte açık bir muhalefete dönüşen siyasi kutuplaşmanın, Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF), dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa lehine sonuçlanmasından sonra yürütülen inkılâpların bekçiliği vazifesi biçilen ordunun, rejim içindeki nispî apolitik konumu incelenecektir. Ayrıca bölüm alt başlıklarında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İnönü’ye karşı kıpırdanmaya başlayan

askeri muhalefetin, çok partili hayata geçiş kararıyla birlikte geçici bir sessizliğe dönüşümü, Demokrat Parti’li (DP) yılların ortasında 9 Subay Olayı ile başlayan ordu içi komiteleşme faaliyetleri çözümlenmeye çalışılacaktır. 27 Mayıs’a giden süreç, ihtilâl sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK), 14’lerin tasfiyesi, siyasi idamlar, 1961 Anayasa’nın yapılış süreci ve 15 Ekim 1961 seçimleri, seçim sonrası beklenenin aksine DP devamı partilerin oy ekseriyetini kazanmaları üzerine Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) tarafından karar altına alınan 21 Ekim Protokolü, protokolde kararlaştırılan eylemi iptal etmek üzere Çankaya’da toplanan askeri ve sivil liderlerin yayınladıkları Çankaya Protokolü, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihli Aydemir Kıyamları, 1965 seçimleri öncesinde yaşanan hükümet bunalımları irdelenecektir.

Üçüncü bölümün başlığı: 12 Eylül Darbesi Öncesi Siyasi ve Sosyal Olaylar başlığını taşımaktadır. Bu bölümde; 1965 seçimleri öncesinde Ragıp Gümüşpala’dan boşalan Adalet Partisi (AP) liderliğine seçilen Süleyman Demirel ve sonrasında gelen tek başına iktidar, 1969 seçimleriyle sürdürülen AP iktidarı, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Türk siyasetindeki yükte hafif pahada ağır parlamento içi muhalefeti ve 15–16 Haziran 1970 tarihli büyük işçi yürüyüşü, Milli Nizam Partisi (MNP) olayı, 12 Mart Muhtırası ve sonrasında ordu içi sol cunta ve onun sivil uzantılarının tasfiyesi, 1973 seçimlerine kadar sürdürülen, Erim-Melen ve Talu hükümetlerinin partiler üstü iddialı ara rejim dönemi ile sol tedhiş hareketlerinin ivme kazanması incelenecektir. 1973 seçimleri öncesinde İnönü’yü mağlûp ederek CHP liderliğini eline geçiren Ecevit’le CHP’nin âdil bir seçim sistemi ve ortamında ilk kez birinci parti oluşu, CHP-Milli Selâmet Partisi (MSP) koalisyonu dönemi ve Kıbrıs Barış Harekâtı konusu üzerinde durulacaktır. CHP-MSP koalisyonunun bozulmasından sonra yaşanan kısa süreli hükümet bunalımının ardından 1. MC hükümetleri dönemi ve ardından, 1977 seçimleriyle çok az bir eksikle, seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen, mecliste çoğunluğu sağlayamayan CHP’nin önce azınlık hükümeti kurma çabaları, ardından yeniden bir MC hükümeti kurulması, hükümetin düşürülmesi üzerine, bağımsızların hükümet içine girmeleriyle kurulan CHP hükümetinin ara seçimlerdeki başarısız sonuç nedeniyle hükümetten çekilmesi, üzerine ülkeyi 1981 yılındaki seçimlere götürmek üzere kurulan AP azınlık hükümeti ve 24 Ocak Kararlarının uygulamaya konulması ancak yükselen anarşi ve terör olaylarının can almaya devam etmesiyle birlikte ülkede süren sıkıyönetimin asayişi sağlamakta yetersiz kalması üzerine, 12 Eylül 1980’de ordunun idareye el koyması incelenecektir.

Dördüncü bölümün başlığı: Milli Güvenlik Konseyi Gölgesinde Demokratik Hayata Geçiş Sancıları, olarak belirlenmiştir. Bu bölümde; darbenin ordu içindeki gizli toplantılarla uzun soluklu bir hazırlık planı içinde hazırlandığı ve bu hazırlıkların aşamaları hakkında bilgi verilecektir. 12 Eylül’ün tüm partilerin faaliyetlerini askıya alması, TİP ve MNP’yi kapatan 12 Mart ve sadece DP’yi kapatan 27 Mayıs’tan farklılığını ortaya koymaktadır. Bunun ileride yürütülmesi düşünülen depolitizasyonun ilk aşaması mı, yoksa her siyasi partiye karşı eşit mesafede durulacağının gösterilmek istenmesi mi olduğu? Konusu incelenecektir. MGK’nın mevcut kuvvet komutanlarıyla, Genelkurmay başkanından oluşmasıyla birlikte meydana getirilen MGK genel sekreterliğinin, ilerleyen dönemdeki etkinliğinin temelleri sorgulanacaktır. Tüm siyasi faaliyetlerin yasaklanmasıyla birlikte ülke genelinde yürürlüğe konulan 1402 sayılı sıkıyönetim kanununun özellikleri incelenecektir. MGK bildirilerinin kanun hükmündeki yaptırım gücünün hukukîliği sorgulanacaktır. 24 Ocak Kararları konusunda askeri idarenin iç ve dış ekonomik çevreleri tedirgin edecek bir tutumdan sakındığını göstermesi bakımından, gerek Demirel hükümetleri dönemindeki Devlet Planlama Teşkilâtı (DPT) ve başbakanlık müsteşarlığı, gerekse MSP listesinden İzmir milletvekili adaylığı durumu söz konusu olmuş Turgut Özal’ın, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı E. Ora. Bülent Ulusu başkanlığındaki hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirilmesiyle ilgili bir paralelliğin olup olmadığı sorgulanacaktır. Turgut Özal’ın özel sektördeki iş deneyiminin Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) Başkanlığı ile birlikte somut bir işveren temsilciliğiyle birlikte ele alındığında, bu vakıanın nelere karine teşkil ettiği üzerinde durulacaktır. Nitekim bu sırada patlak veren banker skandalı sonucu Özal ile Kaya Erdem’in istifası ise ilginçtir. Adnan Başer Kafaoğlu-Turgut Özal çekişmesi ise ilerleyen yıllarda Özal’ın siyaset anlayışı hakkında ipuçları vermektedir. Gerek devrimci sol, gerekse ülkücü hareket ekseninde yürütülen geniş tutuklamalar ve açılan davaların askeri mahkemelerdeki yürütülüş biçimi, başta Mamak, Metris ve Diyarbakır olmak üzere cezaevlerindeki insan hakları ihlâlleri iddiaları üzerinde durulacak, özellikle ülkenin içinde bulunduğu terör ortamının giderilmesi amacını taşıdığı için başlangıçta özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kısmen de Avrupa kamuoyu tarafından itidalle karşılanan müdahalenin, özellikle bu yönüyle eleştiriye tabi tutulduğu olgusu inceleme altına alınacaktır.

Başta üniversite öğretim üyeleri olma üzere, bazı kamu görevlilerinin idarî bir kararla görevleriyle ilişiklerinin kesilmesi konusu üzerinde durulacaktır. Siyasi parti

mensuplarının, başta Ecevit’in, çeşitli yorum ve demeçlerine karşı yayın yasağı getirilmesi, bu yasağın yabancı basını da kapsaması, bu karara aykırı davrandığı gerekçesiyle Ecevit’in tutuklanması ve mahkûmiyeti ele alınacaktır. Uzunada’da zorunlu ikamete tabi tutulan Türkeş ve Erbakan ile Hamzakoy’da aynı muameleye maruz kalan Ecevit ve Demirel’in durumları incelenecektir. Danışma Meclisi (DM) üzerinde durulacak, üyelerinin seçilme ve atanma biçimi incelenecektir. 1982 Anayasası siyasi ve hukukî boyutlarıyla analize tabi tutulacaktır. Özellikle serbest tartışmaya açılmadan, ihtilâlin lideri tarafından tek yanlı yürütülen evet kampanyası altında oya konulan anayasa değerlendirilecektir.

Zincirbozan’daki, adı hukukî olarak ortaya konulmayan ancak birçok yazar tarafından tecrit olarak nitelendirilen süreç çözümlenmeye çalışılacaktır. Eski partilerin kapatılmasının ardından, yeni anayasa ve siyasi partiler kanunu prensiplerine göre görece serbest bırakılan siyasi parti kurma faaliyetleri üzerinde durulacak, yoğun veto süreci mercek altına alınacaktır. Seçim kanununun temsilde adalet yerine, yönetimde istikrar ilkesine neden ağırlık verdiği, askerlerin Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) seçmene işaret etmeleri, Anavatan Partisi’nin (ANAP) ise bir görüşe göre ABD’den gelen talepler doğrultusunda seçimlere dâhil edildiği, Halkçı Parti’nin (HP) ise başbakanlık müsteşarlığından emekli Calp tarafından kurulmasıyla birlikte, aslında siyasi kurumsallaşmanın sıfıra indirilmiş yeni partileri, aynı şekilde bu üç acemi siyasetçiye kurdurarak, bir müddet daha rejime vesayet etmek niyetinde olup olmadıkları sorgulanacaktır. Nitekim gedikli siyasetçilerin gölgesindeki Büyük Türkiye Partisi’nin (BTP) kapatılması, BTP gibi AP’nin devamı niteliğinde gözüken Doğru Yol Partisi (DYP) ile HP’nin oylarını böleceği endişesini doğuran Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) seçimlere sokulmayışının manidar olup olmadığı üzerinde durulacaktır.

Dış politikada, özellikle Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri döndürülmesi konusunda yıllardır, Kıbrıs ve Ortak Pazar müzakerelerinde elde tutulan siyasi kozun, Evren-Rogers görüşmesiyle kaybedildiği iddiaları sorgulanacaktır. İran İslâm Devrimi ertesinde Ortadoğu’daki istikrarsız siyasi tablonun, daha da bozulması, Arap-İsrail çatışmasının sergilediği umutsuz manzara, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) Afganistan’ı işgaliyle birlikte ayyuka çıkan bloklararası gerginliğin, bölgedeki istikrarsızlığın son halkası olması, muhtemelen Türkiye’nin iç savaşa doğru

sürüklenmesi karşısında, 12 Eylül’ün bir refleks olduğu noktasındaki Batılı teşhisin doğruluğu araştırılacaktır.

Beşinci ve son bölümde ise: Özal’lı Yıllar ve Siyasi Yasakların Sonu, incelenmeye çalışılacaktır. 1983’ün sınırlı plüralizmiyle yapılan seçimleri kazanan ANAP tek başına iktidara gelmiştir. Ancak Özal hâlâ tedirgindir. Evren’in işaret ettiği MDP’nin seçimleri kazanamamış olması karşısında hükümeti kurma görevinin kendisine verilmeyeceği endişesi içindedir. Askerin de morali bozuktur. Arkalarındaki halk desteğinin her işaretlerine evet diyecek bir kıvamda olduğu zannı, iflâs etmiştir. Ancak yine de ANAP ve Özal 12 Eylül felsefesine ihanet edebilecek bir görüntü sergilememektedir. Nitekim ilerleyen yıllarda Özal, eski siyasîlerin yeniden siyasete dönmesi yönünde kamuoyunda beliren temayül karşısında, 12 Eylül öncesindeki anarşi ve terörün müsebbipleri olarak eski liderleri işaret eden propagandasıyla bu özelliğini gösterecektir.

1984 yılının Mart ayında yapılacak mahalli idareler seçimlerine, milletvekili genel seçimine girmelerine müsaade edilmeyen, Demirel’in örtülü liderliğindeki DYP ile SODEP’in katılmasına rağmen, hazırlıksız her iki parti de beklenen hamleyi yapamaz. Bir müddet gündemi işgal eden, siyasi yasakların, Özal’ın tam istediği gibi çok cüzî bir farkla kalkmasının ardından Özal, hayır oylarını kendi hanesinde kabul ederek 1987’nin Kasım ayında baskın bir seçime gider, % 36’lık bir oy oranı ile yine mevcut seçim sistemi sayesinde mecliste daha büyük bir temsille iktidarını sürdürür. Bu bölümde neredeyse gün gün askeri vesayetin siyasi yasakların kalkması konusunda aldığı sessiz onayın nasıl oluştuğu üzerinde durulacaktır. Tezin 12 Eylül 1980 ile 6 Eylül 1987 tarihleri arasındaki vetireyi kapsaması planlanmıştır. 6 Eylül 1987 eski siyasîlerin yasaklarının referandum yoluyla kalkmasıyla birlikte, sahneye tekrar 12 Eylül öncesinin siyasi aktörlerinin geri dönmesi izafî bir milât olarak kabul edilmektedir.13

13 Bilindiği gibi “her konu araştırma yöntemini bir ölçüde belirlemekte, araştırmanın amacı ve mevcut imkânlar

araştırmacıyı bir karara götürmektedir. Yapılan araştırmanın değeri kullanılan yönteme değil, araştırma boyunca gösterilen dikkat, objektiflik ve hakikati arama aşkına bağlıdır. Bunun içindir ki araştırmada ele alınan varsayımlar olaylar tarafından doğrulanmadıkça yenileriyle değiştirilmeli, başka bir deyişle olayların doğruluğundan değil, varsayımların doğruluğundan şüphe edilmelidir”. Varsayım bir araştırmanın temelidir. Araştırmacı edindiği

bilgilerden bir varsayıma varır. Tüm bilimsel öndeyilerini bu doğrultuda yapar. Gözlemlerin bilimsel faaliyetin başlangıcı olmasının yanında, edinilen sonuçların denetlenmesi itibariyle aynı zamanda sonu olma özelliği de vardır. Bkz. Cavit Orhan Tütengil, Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metod, İstanbul: İÜ Yayınları No:1420, İkt. Fak. Yayınları No: 249, 1969, ss.65–66; 67. Keat ve Urry ise araştırmada yöntemi esas almaktadırlar: “Bilimsel aktiviteyi

değerlendirmekte önemli olan, belirli bir takım sonuçların doğruluğu veya yanlışlığı değil, metod ve teorik çerçevelerin genel yeterliliği ve rasyonalitesidir”. Bkz. Russell Keat/John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, çev.

I. BÖLÜM

TÜRKİYE’DE SİVİL-ASKER İLİŞKİLERİNE DAİR TEORİK

ÇERÇEVE

Düşünce tarihinin muallim-i evveli; Aristoteles, insanı zoonpolitikon yani, politik hayvan olarak tarif etmişti.14 İnsan gelişiminin devr-i daimi içindeki değişmezlikler içindeki en önemli olgunun, insanın toplum halinde yaşamasıyla ilintili olduğunun belirtilmesi açısından bu tarifin genel geçerliliğinin sürmekte olduğu görülüyor. Modern antropolojinin verileri de hâlâ bu savı destekler gözüküyor.15

Kutsal metinlerin; yaratılış, seküler bilimin evrim süreciyle açıkladığı insanın dünyevî serüveni hakkındaki görüş ve düşünceler, dünyevî hayatın yönü ve biçimi hakkındaki ideolojik açılımları farklılaştırsa da, verili koşullar, toplum hayatının insanlık tarihinin temel belirleyicisi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.16 İnsanlığın kökeninin ortak bir atadan mı, yoksa türler arasındaki bir türün tekâmül etmesine mi? dayandığı yukarıda da belirtildiği gibi var olan durumu değiştirmemektedir.17

Diğer tüm canlı türleri arasında sadece insan türünün içgüdüleri haricinde, davranış biçimleri kazandığı, öğrendiği, öğrendiklerini aktararak gelecek nesillere bıraktığı bilinen hususlardandır. Kültür denilen ve tanımı konusunda net bir uzlaşmanın hâlâ sağlanamadığı bu olgu, insana has olarak yaşanan süreçlerin bir ürünüdür. İnsanın biyolojik özellikleri gereği, doğaya karşı savunmasız olarak doğuşu, hayatının çok

14 Aristoteles, Politika, çev. Mete Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990, s.9. Aristoteles, felsefe tarihinin en önde gelen düşünürü olmakla birlikte, bilimleri tasnif ederken kurduğu bilimler hiyerarşisinde en üstün pratik bilimin siyaset bilimi olduğunu ileri sürmektedir. “Aristoteles’e göre en üstün praktik bilim siyaset bilimidir. Çünkü siyaset biliminin amacı diğer praktik bilimlerin amacını da –amaç “insan için iyi” olandır; bu hem bir kişi için hem de kent için aynı şeyse, Aristoteles’e göre, kent için olanını (bundan dolayı Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı kitabını bir siyaset araştırması olarak adlandırır) elde edip korumak amaca daha uygundur– kapsamaktadır. Retorik, iktisat, askerlik (strategike) gibi diğer praktik bilimler siyaset biliminin altında yer alırlar”. Bkz. Cemal Güzel, “Aristoteles’te Bilgi, Bilim, Bilgide Kesinlik”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt. 20/Sayı:

1/2003, ss.130–131.

15 Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1979, s.30 vd.

16 İnsanın gelişimine yönelik olarak bu anlayışa itirazlar gelmeye başlamıştır, bkz. Sri Aurobindo, İnsan Gelişiminin

Devridaimi, çev. Sedat Umran, İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 1996, s.23 vd.

17 Darwin’in evrim kuramı bu yönde söylenmiş en radikal tez olmasına rağmen, bkz. Charles Darwin, Türlerin

Kökeni, çev. Öner Ünalan, Ankara: Onur Yayınları, 1976. Yakın zamanlarda evrimin yalnızca profan zeminlerde

savunulmadığı gözlenmektedir. Bir örnek olması açısından bkz. Mehmet Bayraktar, İslâm’da Evrimci Yaratılış

Teorisi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1987. Bayrak, bu kitabında İslâm felsefecilerinden El Cahız, İbn Miskeveyh ve İbn

önemli bir bölümünde ebeveynine bağımlı olarak yaşamasını gerekli kılmakta, aile mefhumunun doğuşu da böylesine bir ihtiyaçtan mütevellit olmaktadır.18

Eşeyli üreyen her canlı türündeki doğurganlık özelliğinin, türün dişisine özgü olduğu biliniyor. Diğer pek çok canlı türündeki gebelik dönemine kıyasla, dokuz ayı aşan bir gebelikten sonra doğumun gerçekleşmesi, bu süre içinde kadının, aile içindeki ataleti, yüzyıllar içindeki süreklilikle birlikte kültürel bir boyut kazanıyor. Dolayısıyla erkek egemenliğin, eril cinsin tahakkümü neticesinde değil, doğanın biçtiği roller eşliğinde ortaya çıktığı söylenebilir. Fiziksel açıdan erkekten daha zayıf olan, yıl içinde fevkalâde durumlar dışında en az on iki kez regl olan, bu hallerinde daha bir güçsüzleşen ve ihtiyaçları erkekler tarafından karşılanan kadının edilgenliğe mahkûm olması, onaylanmasa da anlaşılabilir olmaktadır.19

Aydınlanma döneminin söylemiyle ifade edilecek olursa; doğaya karşı ayakta durabilmek için sahip olduğu tek sermayesi zekâ olan insan türü, doğayla olan mücadelesinde gücünü birleştirmek ve organize topluluklar yaratmak zorundadır.20

Aydınlanma felsefesinin ürünlerinden biri olan Marksist felsefenin kurucusu Karl Marx’ın, fikir ve yol arkadaşı olan F. Engels’in deyimiyle “ihtiyaç keşiflerin anasıdır”. Nerede bir ihtiyaç ortaya çıkmışsa, insan zekâsı orada devreye girmekte ve baş gösteren gereksinim bir şekilde tatmin edilmektedir. Toplum halinde yaşama da, diğer pek çok canlı türlerinde görüldüğü gibi, insan türünün de en temel silâhıdır.

Süreç içinde insanlığın, artan nüfusuyla paralel olarak soya dayalı ilişkiler geliştirdiği ve farklılaştığı görülüyor. Aile-klan ve kabile organizasyonları arasındaki hiyerarşinin gelişmesi, doğal zorunluluklar nedeniyle başlayan yer değiştirmeler, birbirinden çeşitli açılardan farklılaşan devlet öncesi toplulukları da beraberinde getirmiştir.21 Kaynakların kıt, ihtiyaçların ise mevcut kaynaklarla karşılanamaması, insan türündeki ontolojik hasmı da değiştirmeye başlamıştır. Artık insanlık, doğa karşısında ayakta kalma savaşıyla birlikte, kendi türünden olan ancak farklılaşmış diğer insan topluluklarına karşı da sürekli teyakkuz halindedir.22

18 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri (Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik), İstanbul: MÜİF Yayınları, 1994, ss.33–60. Kültür konusunda müstakil yazılardan oluşan, Cemil Meriç’in şu eseri büyük bir önemi haizdir: Kültürden

İrfana, İstanbul: İnsan Yayınları, 1985.

19 Güvenç, İnsan ve Kültür, ss.255–259.

20 Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi (Dört bin yıllık düşünce, sanat ve bilim tarihinin klasik yapıtları üstüne eleştirel inceleme), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1987, s.274.

21 Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu? çev. Mete Tunçay/Alâeddin Şenel, İstanbul: Alan Yayınları, 1990, s.126 vd.

Savunma ya da saldırı, artık ne denilirse denilsin, topluluk içinde, üretim faaliyeti dışında kalan, temel vazifesi klan ya da kabileyi dışarıdan gelecek saldırılara karşı korumak olan, görece profesyonel yeni bir sınıf doğmaktadır.23 Bu sınıf yapacağı vazifenin niteliğine göre teçhiz edilmeye başlanmıştır. Yaptığı görevin taşıdığı riskleri göze alabilecek, ucu ölüme kadar giden bu vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmesi için kendine özgü iç kurallar ve katı bir hiyerarşik örgütlenmeye gitmek zorundadır.

Anahatlarıyla günümüze kadar gelen bu yeni sınıf, emir ve kumanda zinciri içinde hareket etmenin dominant işleyiş biçimi olduğu anlayışının değişmezliği çerçevesinde bina edilmiştir. Yüzyıllar içinde, toplumsal hayat içinde rol oynayan birey ve grupların aralarındaki ilişki biçimi ne kadar değişirse değişsin; devletin ortaya çıkışından itibaren, ideal yönetim biçiminin, monarşi mi, oligarşi mi, yoksa demokrasi mi olduğu?24 Ne denli tartışılsa tartışılsın, orduların kurum içi işleyişinin değişmezliği konusundaki hemfikirlilik, tartışmaya açılamayacak kadar dokunulmaz bir alan olarak gözükmektedir. Evet, orduda demokrasi olmaz, olmamalıdır. Savaş gibi “olmak ya da

olmamak” noktasında düğümlenen ölümcül mücadelede, verilen emirler tartışmaya

açılamaz. Tartışma hiç mi olamayacaktır? Tabi ki olacak ancak ve ancak kumanda kademesindeki üst rütbeliler arasında. Askeri demokrasi denen kavramın bir türü de bu olmalı; zapt edilecek bir tepenin, aşılacak bir mevzinin, denizden yapılacak bir çıkarmada görev alacak neferlerin aralarında konuyu tartışmaya açtıkları bir düşünülsün. Her taarruzda en çok zayiat en önde yürüyenlerden olur. Peki, en önde hücuma geçen birliğin hangisi olacağı, ya da o birliğin hangi askerlerinin en önde yürüyeceği nasıl tespit edilecek, kura ile mi? Konsensüs ile mi? Hayır emirle! Dolayısıyla emir-kumanda zincirinin olmazsa olmazlığı sadece ordu için değil, hemen hemen tüm militer organizasyonlarda mecburîdir.25

Girişte, Samuel E. Finer’dan bir alıntı yapılmıştı. Finer; “ordu diğer sivil

güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve modern silâhlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama karıştıklarını sormak yerine niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak gerekir”26 demektedir. Bu görüşün çok

23 Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983, ss.157–168.

24 En iyi yönetim biçiminin hangisi olduğu noktasında yapılan tartışmaların Eski Yunan bağlamında en iyi işlendiği Türkçe bir çalışma olarak bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, Eski Yunanda Siyaset Felsefesi, Ankara: V Yayınları, 1989.

25 Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ordu ve Politika, İstanbul: Bedir Yayınları, 1967, s.8 vd.

önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Orduların, devletlerin dış güvenliklerini sağlamak amacıyla, daha da gerçekçi olunursa, devletlerin dışarıya yayılma emellerinin silâhlı gücü olduklarının, ordu tanımının içeriğini özetlediği söylenebilir. Ancak tarihi süreç içinde ordunun, hemen her zaman uzlaşmaz çelişki ve problemlerde iç siyasette bir “zor” gücü olarak kullanıldığına da tanık olunabilmektedir. Üstelik bu tanıklığın milâdı, çok ama çok eskiye dayanmaktadır.27

Yunan site devletlerinde, Nil deltasında kurulan devletlerde, Anadolu ve Mezopotamya’daki ilk yerleşik uygarlıklarda koruyucular sınıfı olarak ordunun tam anlamıyla yönetimle bütünleşmesi şeklinde fiili bir durum söz konusuyken; Roma İmparatorluğu ayrı bir önemi haizdir. Sık yaşanan rejim içindeki iktidar değişikliklerinde ordu komutanlarının ne kadar belirleyici oldukları bilinmektedir. Roma’da askerlerin, yurttaşların kendilerini korumak için tevdi ettiği silâhları yönetimi devirmek amacıyla kullandıklarına çokça şahit olunduğu biliniyor.28 İç siyasette ordunun kullanılmasına, ya da gücü en çok önemsenen kesim oluşuna, en güzel örnek