• Sonuç bulunamadı

Milli Şef Döneminde Ordu ve İlk Kıpırdanmalar

Türk siyasetinde gerek etkisi gerekse içinde bulunduğu yıllar bakımından en tesirli şahsiyetin İsmet İnönü olduğu hususu yadsınamaz gibi gözüküyor.255 1923’teki Hariciye Vekilliğiyle başlayan devlet adamlığı, 1925’ten 1937’e kadar süren başvekillik ile devam etmiş; 11 Kasım 1938’de başlayan Cumhurreisliği256 ise 22 Mayıs 1950’ye kadar sürmüştür.257 27 Mayıs sonrasında hazırlanan yeni anayasayla birlikte yapılan genel seçimler sonrasında ilk kez kurulan koalisyonlarda başbakanlık yapmış, CHP’nin 1972 kongresinde Ecevit ağırlıklı parti meclisi oluşunca da önce genel başkanlıktan, sonra CHP’den istifa etmiştir.258 İnönü, 1961 anayasasının eski cumhurbaşkanlarına tanıdığı Cumhuriyet Senatosu üyeliği için dilekçe vererek 25 Aralık 1973’teki ölümüne kadar daima aktif siyasetin içinde olmuştur.259

İnönü’nün yükselişleri gibi düşüşleri de hep anî olmuştur. 1937’deki başvekillikten azli ne kadar anî ise, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün vefatının hemen

254 Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938–1945) Cilt 1, ss.133–137.

255 Baban, İnönü’nün nev-i şahsına münhasır bir kişiliğe sahip olduğunu belirterek İnönü’nün alâmet-i farikasını belirtiyor. “Atatürk düşünen, süratle karar veren ve kararını süratle tatbike koyan bir devlet adamı olmasına karşılık

İnönü, düşünen, bir kere daha düşünen, gerekirse yine düşünen ve güçlükle karar verdikten sonra yine bu kararın çıkarabileceği ihtilâtları hesaplayarak adımını yavaş atan bir liderdir. Fakat bir kere kararını verdi mi, artık onu kararından döndürmek mümkün değildir”. Bkz. Cihat Baban, Politika Galerisi (Büstler ve Portreler), İstanbul:

Remzi Kitabevi, 1970, s.324.

256 CHP Grubunda yapılan oylamaya 323 milletvekili katılmış, 322’si İnönü lehinde oy kullanmıştır. Muhalif tek oy Celâl Bayar’a çıkmıştır. Bu oyun sahibi Yusuf Hikmet Bayur’dur, bkz. Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938–

1945) Cilt 1, s.141; Mehmed Kemal Celâl Bayar Efsanesi ve Raftaki Demokrasi, İstanbul: ABeCe Yayınları,

1980, s.74.

257 5 Eylül’de vasiyetnamesini hazırlayan Atatürk, Cumhuriyetin 15. yıldönümü münasebetiyle Orduya da bir mesaj yayınlar. Mesajda, ordunun aslî vazifesinin, Türk vatanının, Türklük camiasının şan ve şerefini iç ve dış her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olduğunu hatırlatır. Bkz. Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938–1945) Cilt

1, s.113. İlginçtir ki, gerek 1937’de Başvekilliği, gerekse 1950’de Cumhurbaşkanlığını devrederken İnönü, Bayar’a

hep aynı soruyu sormuştur: “Hayatım emniyette mi?”, bkz, Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuşu ve Yükseliş

Sebepleri Bir Soru, s.155.

258 “İnönü CHP’den İstifa Etti; Milletvekilliğinden de İstifa Eden İnönü Senatör Kalacak”, Milliyet, 5 Kasım 1972.

259 Ağaoğlu’nun İnönü değerlendirmesi şöyledir. “İnönü’nün devlet adamı olarak şahsî yeterliği büyüktür, ama yine

devlet adamı olarak tarihin en mükemmel Makyavalist yöneticilerinden biridir. Toplumu işine geldiği zaman demokrasi ile işine geldiği zaman tek parti rejimi ile fakat gemler hep elinde olmak şartıyla yönetmeyi düşünmüş ve istemiştir.”bkz. Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuşu ve Yükseliş Sebepleri Bir Soru, s.59.

ertesi günü Cumhurreisi olması da o kadar anîdir. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde mağlûbiyet beklediği de söylenemezdi. İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın topladığı yapay kalabalığı göstererek “İşte paşam İstanbul” deyişine aldandığını, 14 Mayıs akşamı Çankaya Köşkü’nün balkonundan ışıklı Ankara’ya bakarak “nankör millet !” diye haykırışından anlamak mümkündür.260 1954 seçimlerinden ne kadar ümitsiz ise, 1957’den de o kadar ümitliydi; ama oyları önemli bir miktar artmasına rağmen peşinden iktidar gelmemişti. 27 Mayıs darbesinin “ne içinde, ne de dışında” olduklarını söylerken de aslında bir parça şaşkındır. Tam CHP oyları artmaya başlamışken böylesine hiyerarşi dışı bir darbeye karşı, duyguları karışıktır.261 1961 seçimlerine en çok tesir eden de CHP’nin sandıkta hakkından gelemediği Demokrat Parti’yi, askerler eliyle alaşağı ettiği yönündeki efkâr-ı umumîye hissiyatıdır. Harbiye, 22 Şubat ve 21 Mayıs’ta ayaklandığında ne kadar hesap adamı olduğunu gösterecek kadar da mahirdir.262

Gülek’e karşı Erim’i genel sekreteri yapmaya uğraşırken aldığı yenilgiye karşı sabırlıdır. Hasmının zayıf bir anını, yanlış bir hareketini yakaladığı an bertaraf etmek şartıyla.263 Bir gecede “ortanın solu”na geçecek kadar ortama uyum sağlar. Karşısına rakip çıkanlara karşı acımasızdır. Bunlara karşı sürekli tekrarladığı bir son sözü vardır:

“ya o ya ben”. Feyzioğlu’na, Satır’a karşı elinden tuttuğu şair ruhlu Ecevit’e bir gün

koltuğunu kaptıracağını tahmin ettiği söylenebilir mi? Hayır.264 Ara dönemlerde

260 Toker, bu sözün İnönü tarafından söylendiğini kimin işittiği sorusunu sorarak, söylentinin hikâyesini anlatıyor.

“Bu iddia 25 Mayıs’ta o zamanlar MP’nin organı olarak Ankara’da çıkan ‘Kudret’ diye bir gazetenin başmakale sütununda yayımlanmıştır. İddia, Ulus gazetesinde şöyle yalanlanmıştır: ‘İsmet İnönü ne resmi, ne hususî bir

mecliste bu veya buna benzer herhangi bir söz söylemiş değildir’. Bunun üzerine Kudret gazetesi ikinci başyazısında

şöyle demiştir. Canım, biz de illâ söyledi demedik ya içinden geçirmiştir”. Bkz. Metin Toker, DP’nin Altın Yılları

(Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1991, s.24.

261 1957 yılında yapılan genel seçim neticeleri DP’nin gittikçe oy yitirdiği, CHP’nin ise oylarını arttırdığını ortaya koyuyordu. Üstelik seçimler normal zamanında değil de 1960’ta bile yapılsa görünen o ki DP’nin tekrar kazanacağı biraz şüpheliydi. Ancak Türk basınının gedikli kalemlerinden merhum İlhami Soysal, DP’nin seçimi kaybetmesi halinde bile iktidarı bırakmayacağını, faşizan bir darbeyle tek partili rejime döneceğini iddia etmektedir, bkz. Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, Ankara: Ümit Yayıncılık, 1994, s.264.

262 Öyle ki, 22 Şubat Ayaklanmasının bastırılmasının ardından İnönü, hemen ertesi sabah meclise girdiğinde muhalefet milletvekilleri de dâhil olmak üzere, tüm milletvekilleri tarafından ayakta alkışlanarak karşılandı. Bkz. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi, 2000, s.130.

263 Vaktiyle ünlü Yavuz-Havuz Davasında Bahriye vekili Topçu İhsan lâkaplı, İhsan Eryavuz’un yüce divanda sorgusu yapılırken ihaleyi alan firmanın bizzat, teklif veren diğer firmaların üzerleri İnönü tarafından çizilerek, İnönü tarafından seçildiğinin belgesini sunması karşısında İnönü’nün cevabı ilginçtir: “İmza benim, mesuliyet onundur”. Bkz. Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuşu ve Yükseliş Sebepleri Bir Soru, s.106.

264 Ecevit’in milletvekili oluşundaki en büyük katkı, İnönü’nün damadı Metin Toker’e aittir. 2 Ekim 1957’de hapishaneden çıkan Metin Toker, kendisinin reddettiği Ankara Kontenjan adaylığı için İsmet Paşa’ya kendisini tavsiye edip edemeyeceğini soran Ecevit’e, bunu memnuniyetle yapacağını söylemiş ve İnönü ile Gülek’e şunları söylemiştir. “Biliyor musunuz? Bülent Ecevit Amerika’dan geldi. O, politikaya girmek istiyor. Mükemmel bir

insandır. Bana ayırdığınız yeri ona veriniz. Pişman olmazsınız, kârlı çıkarsınız”. Bkz. “Toker’in Açıklaması”,

Kayhan Sağlamer, Ecevit Olayı [Kıbrıs Harekâtı] (Bir Başbakanın Doğuşu), C–3 İstanbul: Belge Yayınları, 1975, s.250. Ancak Ecevit, kendisine milletvekilliği teklifinin Turhan Feyzioğlu’ndan geldiğini söylüyor ve bu iddiayı

“kurtarıcılarla” polemiğe girmeyecek kadar tedbirlidir. İstifa eden genel sekreteri

Ecevit konusunda yanılmıştır ama paşaya, koltuğu ona devrettikten sonra Ecevit’li CHP’nin ilk kez âdil bir seçimde birinci parti olduğunu görmek de kısmet olmuştur.265 O anda neler hissettiğini bilmek ilginç olurdu. Sonuçta bir koca tarihtir İsmet Paşa, bir büyük okul. Sevmeyeni seveninden çoktur ama İsmet Paşa gerçekliğini ihmal etmiş bir Türk siyasi hayatı yazımı, eksik değil, koskoca bir yanlıştır.266

Birinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılıyor, Rus Çarlığı 1917’nin Ekim’inde meydana gelen Bolşevik İhtilâliyle sosyalist rejime geçiyordu. Yıkılan her iki imparatorluğun içinden yeni devletler çıkmıştı. Almanya, kalabalık nüfusu, ileri sanayisiyle mağlûbiyetin getirmiş olduğu yeni statüden memnun değildi. Aslında Versay Antlaşmasının getirdiği şartların Almanya üzerinde tesis edilecek barışı kalıcı kılmayacağı yönündeki öngörü, daha barış görüşmeleri esnasında mevcuttu. İngiliz delegasyonu üyelerinden ünlü ekonomist Keynes, barış görüşmelerinde, Almanya’ya dayatılan şartların çok ağır olduğundan bahisle, şu an için çaresizlikten dolayı antlaşmayı imzalayacak olan Almanya’nın kısa bir süre sonra yeniden yayılmacı siyaset güdeceği uyarısını yapıyor, şartların hafifletilmesi ikazında bulunuyordu.267 Militarizmin hâkim bir unsur olduğu Alman kimliğinin çok kolay bir biçimde yeniden saldırgan politikalar tatbik edecek bir iktidar kliğini yaratacağı öngörüsünde bulunuyordu.268 Tarih, Keynes’i haklı çıkardı;

reddediyor. Toker’in kendisinin haberi olmadan bir girişimi olmuşsa bunu bilemeyeceğini söylüyor, bkz. Cüneyt Arcayürek, Yeni İktidar Yeni Dönem 1951–1954 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–2), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1985, ss.91–92.

265 İlginçtir ki, CHP ortanın solu açılımını yaparken Ecevit karşıtlarına karşı Ecevit’i tutan ve koruyan İnönü’nün genel başkanlıktan istifasının sebebi de CHP’nin aşırı solculuğa sapması olmuştur. Bir müddet sonra partiden de ayrılıp senatodaki yerini alacaktır, bkz. Mehmed Kemal, Sol Kavgası, İstanbul: May Yayınları, 1975, s.59.

266 İsmet İnönü, Milli Mücadeleye en geç katılanlardan biri. Osmanlı Kabinesinde Harbiye Nazırlığı görevini yürüten Kavaklı Fevzi (Çakmak) Paşa’nın müsteşarıdır. Anadolu’daki mücadeleye davet edildiğinde beş yıllık evli olmasına karşılık, yeni evli olduğunu gerekçe göstererek “hayır” demiştir. Geçişi 1920’dedir ancak bu tarihten 1937’deki kısa bir aralık hariç tam 53 yıl Türk siyasetinin tam merkezindedir, sert bir İnönü analizi için, bkz. Küçük, Türkiye

Üzerine Tezler–5 (1908–1998), ss.807–825.

267 Keynes büyük yankılar yaratan The Economic Consequences of The Peace [Barışın İktisâdi Sonuçları] isimli kitabında Almanya’dan yüksek miktarda harp tazminatı istenmesinin çok büyük bir hata olduğunu, üstelik Almanya’nın bu tazminatı ödeme gücünden mahrum edildiğini, bunun Avrupa’da oluşmuş iktisâdi birliği parçaladığını iddia ederek, uyarılarının dinlenmemesini eleştirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Keynes’in uyarılarını geç de olsa dikkate aldı, bkz. Soule/Antell, Herkes İçin Ekonomi, çev. Nejat Muallimoğlu, s.132.

268 Alman militarizminin en belirgin özelliği Prusya ekolünden mülhem, bireyin önceki birikim ve deneyimlerinden arındırılması esasına dayanıyordu. Öyle ki; “yeni askeri öğrencilere ‘çuval’ adı verilmiştir. Ve zamanla, eğitim süreci

içinde, bu çuvalın içine yeni bilgiler, deneyimler konulması değil, tersine, bu eski çuvalın ters yüz edilip, silkelenip, içine yepyeni bir kişilik ve yepyeni bir enerjinin konması amaçlanmıştır.”, bkz. Serol Teber, Politik-Psikoloji

Notları, İstanbul: Ara Yayıncılık, 1990, s.104. Burada Alman militarizmi hakkında bir parantez açmak gerekiyor.

Alman militarizmi, ordunun başatlığı temelinde topluma biçim verme ideolojisinden ziyade, Alman aristokrasisinin yönlendiriciliğinde bir modern-endüstriyel toplum oluşturmanın ideolojisidir. Bkz. Ömer Laçiner, “Türk

1933’te yönetime gelen Hitler, önce anavatanı Avusturya’yı ilhak ederek Almanya’yla birleştirdi; sonra Çekoslovakya’yı işgal etti. İngiltere’nin ve Fransa’nın sessizliğinden cesaret alarak Polonya’ya saldırıp, bu ülkeyi SSCB ile paylaşınca her iki ülke de, Almanya’ya savaş ilân ettiler.269 Böylece tam altı yıl sürecek bir büyük dünya savaşı çıkmış oluyordu. Uzakdoğu’da Japonya’nın yayılmacı emelleri Çin ve Mançurya’yı hedef alınca, arkasından Pearl Harbour baskınıyla birlikte ABD de savaşa dâhil oldu. Pasifik Okyanusu da savaş alanlarından biri haline geldi.270

İnönü henüz cumhurbaşkanlığının ilk yılında, kendisini çok büyük bir gailenin içinde buldu. Esmeye başlayan savaş rüzgârları, Türkiye’yi geleneksel hariciye siyasetiyle ittifak arayışları içine itti.271 Önce Balkan ülkeleriyle bir ittifak antlaşması imzalandı. Türkiye bu antlaşmayla, kendisini Balkan ülkelerinin bir saldırıya uğraması halinde savaşa girme yükümlülüğüne sokuyordu. Öte yandan hem müttefiklerle, hem de mihver devletleriyle çeşitli antlaşmalar yaptı. Ancak bu antlaşmalardan doğan yükümlülüklerinden hiçbirini yerine getirmedi.272 Tam anlamıyla denge oyunu oynuyordu İnönü; bir taraftan savaşa girmesi yönünde yapılan telkinlere karşı ordunun yetersiz olan teçhizatını ileri sürerek yardım alırken, diğer taraftan Alman harp sanayinin en lüzumlu hammaddesi olan krom satışını aksatmadan bu ülkeye yapıyordu.273 Bu arada her iki cenahtan yapılan harp malzemesi yardımlarını kabul

269 Başlangıçta İngiltere ve Fransa, Almanya’nın saldırganlığına göz yummuşlar, daha fazla ilerlemeyeceği yönünde kanaate sahip olmuşlardı. Hatta İngiltere, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşında kaybettiği Afrika’daki eski sömürgelerini geri vermeye hazırdır, bkz. “SSCB’nin İngiltere Büyükelçisinden SSCB Dışişleri Halk Komiserliğine

Çekilen 19 Ekim 1938 Tarihli Telgraftan Bölümler”, (S.67/NO.14), SSCB Dışişleri Bakanlığı, İkinci Dünya Savaşı

Öncesi Sovyet Barış Çabaları ve Türkiye 1938–1939 (Seçmeler), çev. Levent Konyar, İstanbul: Havas Yayınları,

1981, s.9.

270 Pasifik Savaşının ilk altı ayı ABD için tam bir felâket oldu. Gerek personel, gerekse teçhizat yönünden ABD, Japonya kadar savaşa hazırlıklı değildi ancak bir müddet sonra hadise tersine dönecekti, Pearl Harbour saldırısının romanse edilmiş anlatımı için bkz. John Toland, Pearl Harbour Baskını ve Sonrası, çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Baskan Yayınları, 1973. Baskın öncesi Amerikan deniz üssündeki hayatı konu edinen, filme alındığında gişe rekorları kıran bir filme de konu olan şu ünlü romana bakılabilir, James Jones, İnsanlar Yaşadıkça, çev. Nazmi Aktan, İstanbul: Altın Kitaplar, 1957.

271 İttifakın diğer üye devletleri bu esnada Türkiye’nin İngiltere’yle yakınlaşma siyaseti gütmesi karşısında bunun Almanya’yı kışkırtacağı endişesini taşıyorlardı, bkz. Selim Deringil, Denge Oyunu (İkinci Dünya Savaşında Türk Dış Politikası), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s.75.

272 Tabi ki Türkiye’nin yükümlülüğünün gerektirdiği şekilde harbe girmesi imkânsızdı. Ordunun donanımı çok yetersizdi. Türk Silâhlı Kuvvetleri, 20.000 subay, 174.000 askerin bulunduğu 11 ordu grubu, 23 tümen, 1 zırhlı tugay, 3 süvari tugayı ve 7 sınır garnizonundan oluşuyordu. Silâhların büyük ekseriyeti demodeydi. Ağır silâhlar bir yana 1940 yılı Şubat ayı itibarıyla tam 140.000 piyade tüfeğine ihtiyaç vardı, bkz. Deringil, Denge Oyunu (İkinci Dünya Savaşında Türk Dış Politikası), ss.32–33; oysa Almanya’nın sadece hava gücü 4500 uçaktan oluşuyordu. Türkiye’nin uçak miktarı, yarısı uçabilecek durumda olan 137 adet uçaktan ibaretti, bkz. “Başbakan Bay Winston Churchill’den

Mareşal Stalin’e Gönderilen 11 Mart 1943 Tarihli Kişisel ve Çok Gizli Mesaj”, (S.99/NO.123), Stalin, Roosevelt ve

Churchill’in Gizli Yazışmalarında Türkiye/1941–1944 (Seçmeler), çev. Levent Konyar, İstanbul: Havas Yayınları,

1981, s.97.

273 Türk kromu harp sanayi için elzemdi. Türkiye, Almanya’ya ihraç ettiği krom karşılığında (yaklaşık yılda 45.000 ton) Almanya’dan askeri malzeme satın alıyordu. Bu süreç içinde İngiltere ve ABD Türk kromunu kendilerinden başka bir ülkeye satılmaması hususunda Türkiye’yi kayıt altında tutmaya çalıştılarsa da Türkiye böyle bir

ediyordu. Müttefikler cephesinde ısrarla Türkiye’nin savaşa girmesi doğrultusundaki baskılar karşısında zaman kazanmaya çalışılırken, bir müddet sonra Almanya tarafından, savaşa Almanya yanında girme ısrarı, tarafsızlığını sürdürme baskısına dönüşüyordu. Savaşın ilk iki yılında Türkiye’nin müttefikler tarafına karşı ileri sürdüğü temel mazeret, kuzey komşusu tarafından işgale uğramak tehlikesiyken, 1941 kışında Almanya’nın tüm gücüyle SSCB’ne saldırmasıyla birlikte müttefikler safına geçen bu ülkeye karşı artık bu gerekçe dile getirilmemeye başlıyordu.274 Türkiye’nin savaşa bir an evvel girmesi gerektiği baskısıyla Kahire ve Adana’da Churchill ile görüşen İnönü, zaman istiyordu. Ordunun durumu topyekûn bir savaş için elverişli değildi. Almanya’nın SSCB’ye saldırması Türkiye’yi aslında büyük ölçüde rahatlatmıştı. Yenilgisi büyük ölçüde kesin olan Almanya’yla savaşa girmeden bu badireyi atlatmak gerekiyordu. Almanya ise müttefiklerin baskılarından bunalan Türkiye’nin kendisine karşı savaşa gireceği endişesindeydi; bu yüzden Türkiye’nin tarafsızlığını sürdürmesini istiyordu.275

Savaş süresince ilân edilen seferberlik çerçevesinde Türkiye kalabalık bir orduyu silâhaltında tuttu. Silâhaltına alınan faal nüfusun işgücünden eksilmesi, tarımsal üretimi düşürdü. Birçok temel ihtiyaç maddesi karneye bağlandı.276 Milli Korunma Kanunu çıkarıldı; üreticinin elindeki ürünler devlet tarafından belirlenen fiyatla satın alındı. Piyasa rayici dışında alınan ürünlerin gerçek fiyatlarıyla kıyaslandığında ele geçen

yükümlülüğe girmedi, bkz. Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, çev. Arif Gelen, Ankara: Onur Yayınları, ty. ss.177–194.

274 Sovyet korkusu o kadar şiddetliydi ki, Stalin tarafından Türkiye’nin müttefikler safında harbe iştirak etmesi halinde vaat edilen Batı Trakya ve Ege adaları İnönü tarafından, Türkiye’nin hiçbir ülkenin toprağında gözü olmadığı gerekçesiyle reddediliyor, bu teklif gelecekte Sovyetlerin talep edeceği Türk toprakları için bir meşruiyet karinesi yaratılma gayreti olarak addediliyordu, bkz. Deringil, Denge Oyunu (İkinci Dünya Savaşında Türk Dış Politikası), s.166.

275 Almanya’nın SSCB’ye saldırması ertesinde bu ülkeyle imzalanan dostluk paktı, müttefikler nazarında sinir bozucuydu, çünkü Türkiye bu anlaşmayla, Almanya aleyhinde hiçbir harekete girişmeyeceğini taahhüt ediyordu. Bkz. “Türk-Alman Dostluk Paktı imzalandı”, Cumhuriyet, 19 Haziran 1941. İşin ilginç tarafı; bu anlaşmanın dışarıda yarattığı tesir basın tarafından tam aksi yönde kamuoyuna yansıtılmıştır. Bkz. “Türk-Alman muahedesi

Mecliste kabul edildi. Refik Saydam hükümetinin eseri, bütün insanlığın tasvibine mazhar olmuştur”, Vakit, 26

Haziran 1941. Türk kamuoyundaki anti Sovyet damarın elini güçlendirmek için kimi kesimlere sağlanan türlü olanaklar en çok bu evrede gözlenmektedir. Büyükelçi Von Papen bu doğrultuda çalışmalar yürütüyordu, bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, “Aşırı Milliyetçi Sağ”, İrvin Cemil Schick/E. Ahmet Tonak (Ed.), Geçiş Sürecinde

Türkiye, İstanbul: Belge Yayınları, 1992, s.204.

276 (1942) 14 Ocak’ta İstanbul’da, 17 Ocak’ta Ankara’da, 22 Ocak’ta ise İzmir’de ekmek karneye bağlanıyordu. Buna göre 7 yaşına kadar olan çocuklar için günlük ekmek istihkakı 187,5; 7 yaşından büyükler için 375, ağır işçiler için 750 gram olacaktı. Bkz. “Ekmek Karnesi”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998. “Ekmek işinde karne tatbik edilecek. Lüzum olduğu takdirde ihtiyaç maddelerini aramak bunlara el koymak

için hükümete selahiyet verildi”, Ulus, 20 İlk Kanun, 1941. İhtikâr yapanlar hakkında nasıl bir işlem yapıldığına

meblâğ, yükselen enflasyon karşısında geniş kitleleri büyük bir darlık içine soktu.277 Öte yandan savaş ortamını fırsat bilen vurguncuların yaptıkları karaborsa, ihtikâr ve istifçilik neticesinde büyük karlar elde eden yeni bir sınıf türedi. Halkta, devlet ricaline karşı varolan memnuniyetsizlik olağanüstü boyutlara ulaştı.278

Bu gayr-ı memnun kitle içinde en belirleyici kesim kuşkusuz ordu mensuplarıydı. Devamlı teyakkuz halinde olan ordunun durumu içler acısıydı. Silâh araç ve gereçlerinin hemen hepsi Birinci Dünya Savaşından kalmaydı. Hava Kuvvetleri çok zayıf, demode uçaklardan oluşuyordu.279 Zaten hava kuvvetlerinin insan kaynakları konusunda da profesyonel bir eğitim söz konusu değildi. Bu kuvvetin subayları da Kara Harp Okulu’ndan yetişiyor, harp okulu eğitimlerini müteakip havacı sınıfı için gerekli kısa bir eğitimden sonra hava kuvvetlerinde istihdam ediliyorlardı.280 Savaş sırasında Alman ve İngiliz Hava Kuvvetlerinden hibe edilen uçaklar dışındakiler modern hava harbinin gerektirdiği yeterlilikten yoksundular.

Deniz Kuvvetlerinin durumu da aynıydı. Osmanlı donanmasından arta kalan firkateynler, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin donanmasına yakışmıyordu. Savaş süresince yürütülen muharebelerde savaşan tarafların ellerindeki teçhizata gıptayla bakan subaylar, ordunun bunca yıl ihmal edilmişliği karşısında yeis içindeydiler.281

Büyük uçak gemileri üzerine konuşlandırılmış uçaklarla yapılan muharebelerin deniz ve hava gücünü birleştiren yeni savaş tarzı, Türk subaylarına çok yabancıydı. Olası bir harbe girişte, geleneksel olarak Türk subayının idrakinde mukim olan özgüven oldukça

277 Milli Korunma Kanunu’nun yarattığı karaborsa ortamında piyasadan çekilen mallar, Refik Saydam’ın ölümüyle hükümeti kurmaya memur edilen Şükrü Saraçoğlu tarafından 1942’de kaldırılmasıyla piyasa fiyatına erişti. Bu da korkunç bir enflasyon demekti. “sonuç olarak da 1938’de 100, 1939’da 101 olan genel fiyat endeksi, 1944’de 459’a

çıkmıştır.”bkz. Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s.19.

278 Stokçulukta üst düzey kamu görevlilerinin de önde geldikleri iddiaları karşısında zamanın Başvekili Refik Saydam mecliste 30 Ocak 1942’de bu söylentilere sert bir yanıtla karşı çıkıyordu. Yetkin’in sözleriyle “oysa bu başbakan bu