• Sonuç bulunamadı

3. REKABET POLİTİKASINDA TÜKETİCİ REFAHI STANDARDI

3.1. Tüketici Refahının Rekabet Politikasının Amaçları Çerçevesinde

34 refahı, bağımsız ve yeknesak bir standart olarak algılanmamalıdır. Aslında tanımı konusunda görüş ayrılıkları olduğu gibi unsurları ve ölçülebilirliği de tartışmalıdır.

35 kavramıyla kendini göstermiştir (Rubinfeld, 2008, s.52-53); fakat rekabet politikasındaki yeri ve evrimini incelemeden önce iktisadi teoride, tüketici refahına dair farklı tanımları açıklamak faydalı olacaktır.

Aslında tüketici refahına, rekabet hukukunda ve daha genel olarak rekabet politikalarında önem atfedilmesi, görece yeni bir durumdur (Fox, 2008). Günümüzde rekabet otoriteleri, bazen genel refahı ön plana çıkarabilir ve kamu yararını sağlamak için, tüketici refahını düşürmek pahasına, etkin veya verimli olmayan şirketleri koruyan politikalar izleyebilir. Refah iktisadı bağlamında, tüketici refahının mı yoksa genel ya da toplam refahın mı ön plana çıkarılacağını ve hangi verimlilik kriterinin uygulanması gerektiğini sorgulayan tartışma, temel tartışmaların başında gelir. Daha sonra göreceğimiz gibi, Bork’un öncüsü olduğu Chicago Okulu’nun rekabet politikasındaki yansımalarında, her ne kadar lafzi olarak tüketici refahı standardı üzerine bir sistem bina edilmişse de, gerçekte önerilen kriter toplam refahtır (Bork, 1978). Yine de, hem teoriye hem de uygulamaya yönelik olarak hangi kriterin rekabet politikasının temelini oluşturması gerektiği konusunda zengin bir tartışma da vardır.

Bir görüşe göre genel olarak, rekabet uygulayıcıları yalnızca fiyat ve kaliteyle ilgilenirler. Örneğin Evans, tüketici refahı kavramının, rekabet hukuku uygulayıcıları tarafından çok dar şekilde tanımlandığını ifade etmektedir (Evans, 2007). Uygulayıcılar, tüketici refahıyla ilgili diğer sorunlara, yani yenilik ve tüketici davranışlarının yeniliklere nasıl katkı sağladığı konularına yeterince önem vermezler. Bu ihmal, rekabet hukukunu ve rekabet uygulayıcılarını zayıflatır. Evans’a göre, sadece tüketici refahına dayalı; ama bu kavramı günümüzde olduğundan daha geniş şekilde tanımlayacak bir

36 yaklaşımı kabul edilmelidir. Kaldor-Hicks yaklaşımına göre, bir rekabet politikası eğer kaybedenlerin kayıpları, kazananlar tarafından tamamen telafi edilirse başarılı sayılır (Evans, 2007). Yani bu yaklaşım iki tarafın çıkarları arasında bir denge kurma çabası içerisindedir; fakat Evans’a göre, ticaret politikasının aksine, rekabet hukuku böyle bir hedef veya politika içermez.

Yine tüketici refahının hangi unsurlardan oluştuğu konusunda çalışan Pittman’a göre tüketici refahı, tüketici fazlasına denktir. Pittman, Amerikan rekabet hukuku doktrininin, neoklasik iktisadi analizlerin etkisiyle, son dönemde toplam refah standardının uygulanmasını tercih etme eğilimine girdiğini iddia eder (Pittman, 2007).

Bu standart, idare tarafından sıkça kullanılır; çünkü zenginlik transferi açısından bakıldığında tarafsız ve hatta kayıtsız görünür. Yani bu yaklaşım zenginlik transferinden faydalananlara yönelik bir tarafsızlığı savunur. Başka bir deyişle, bu zenginliği toplumun özel bir kesimine, mesela tüketicilere, dağıtmak gibi bir amacı yoktur. Pittman bu bakış açısını reddeder ve tüketici fazlasının rekabet hukuku için en uygun standart olduğunu savunur. Pittman, özellikle tüketici fazlası standardının yatay yoğunlaşmalar13 çerçevesinde kullanılması konusuna odaklanmaktadır. Bu alanda temel düşünce şudur:

toplumsal kayıp (deadweight loss) ya da verimliliği aşan bazı yatay yoğunlaşmalar, geriletici bir eğilim yaratır. Bu tür yoğunlaşmalarda oluşan, tüketicilerden teşebbüslere doğru gerçekleşen gelir transferleri, ara malı piyasasına veya son tüketiciye etki edebilir.

Yani toplam refah, tüketici fazlası veya refahını düşürmek pahasına artar. Pittman’a

37 göre, bu konudaki deneyimlerin de gösterdiği gibi, yeniden gelir dağıtımı politikaları dahi oluştuktan sonra bu sorunu düzeltemez.

Rekabet hukukunun temel amacı, Adams ve Brock’a göre, rekabetçi serbest piyasa ekonomisini sağlamak olmalıdır (Adams & Brock, 1987). Bunun yanında iktisadi etkinlik ve tüketici refahı, ancak ikincil amaçlar olabilir. Yazarlara göre, rekabet hukuku, her şeyden önce “rekabet sürecine” odaklanmalıdır. Chicago Okulu ve savunucularının iddiasının aksine, rekabet politikasının amacını sonuçlar değil süreç belirlemelidir.

Temel hedef, rekabet politikasının özel sektörde ekonomik gücün yoğunlaşıp serbest piyasa koşullarını etkilemesini ve bozmasını engellemek olmalıdır. Merkezileşmiş ve büyük işletmelerin elinde toplanmış güç, serbest piyasa sürecinin oluşmasına engel olacaktır. Rekabet politikası, teşebbüslerin eylem ve işlemlerinin sonuçlarına değil, rekabet sürecinin pazar koşullarını nasıl etkilediğine odaklanmalıdır. Bu şekilde devlet, rekabet politikası vasıtasıyla, her şeyden önce serbest piyasa ekonomisinin işlemesini sağlayacaktır.

Literatürde, ağırlıklı olarak Chicago Okulu savunucuları arasında, büyük işletmelerin, yeniliğe (inovasyona) daha fazla katkı sağlayacağı görüşü yaygındır. Aynı yaklaşım, birleşmelerin ve dolaysıyla piyasada yoğunlaşmanın faydalı olacağını, daha fazla etkinlik yaratacağını da savunur. Zaten daha fazla etkinlik getirmeyecek olan bir birleşme işlemi, yatırım teşviki açısından da cazip olmayacaktır ve bu nedenle işletmeler, böyle bir işlemi gerçekleştirmeyecektir. İşletmeler, esas olarak, birleşmenin iktisadi etkinliği artıracağını düşünerek bu tür yatırımlar yapar. Bu işlemler, uzun vadede tüketiciye fayda sağlayan sonuçlar doğurur. Şayet birleşme iktisadi etkinliği

38 artırmıyorsa, piyasa bu oluşumun başarısızlığını kendiliğinden ortaya koyacaktır ve tüketicinin zarar görmesine engel olacaktır (Riggs & Dorminey, 1986).

Salop ise “gerçek” tüketici refahı standardını tanımlamak için toplam refah standardıyla kıyaslama yoluna gitmektedir (Salop, 2005). Toplam refah standardı, rekabet hukukunun tüketiciyi koruması gerektiğini söyleyen yaklaşımla uyumlu değildir.

Bu standart, müteşebbislerin ve rekabetçilerin kazanç ve kayıplarıyla, tüketicilerin kazanç ve kayıplarına aynı önemi verir. Genel refahın düşmesi durumunda bile bu politika devam etmektedir; çünkü bu kurumlar tüketici refahı standardını çok net şekilde tercih etmektedir (Salop, 2005). Böylesi bir politika izlemek, rekabet hukukunun modern doktrinlerine ters düşer. Ekonomik etkinlik konusuna gelince, Salop, genel olarak, ekonomik verimliliğin, tüketici refahına nazaran, genel refaha daha çok odaklandığını kabul eder. Ancak Pareto optimumu (Pareto efficiency) rekabet hukuku hedeflerine daha uygundur; çünkü bu kavramın amacı, ekonominin bazı oyuncularının/aktörlerinin zenginlik artışının, diğerlerinin zenginlik kaybına sebep olmasına engel olmaktır. Bu düşünce sistemi, ekonomik değişimlerin dağılım etkilerini de dikkate alabilme potansiyelini taşır. Bu açıdan bakıldığında, tüketici refahı standardıyla ve dolayısıyla rekabet politikasıyla uyumludur.

Bu yargıyı oluşturduktan sonra Salop, toplam refah standardı ile ilgili olası bir problemi irdeler (Salop, 2005). Eğer rekabet politikası, toplam refah standardını esas alırsa, rekabet hukukunun uygulayıcıları, üreticilere yararlı fakat tüketicilere zararlı sonuçlar doğurabilecek bir takım davranışlara müsaade eden bir pozisyona düşebilir.

Salop’a göre bu kuralları uygulayan idare için böylesi bir durumu düzeltmek, yani

39 yeniden gelir dağıtımı yapmak, daha zor ve masraflı olur. Öte yandan toplum, zenginliğin uzun vadede yeniden dağıtılması için yeniliğe, piyasa dinamizmine ve diğer doğal piyasa süreçlerine her zaman güvenemez. Böylesi bir yeniden dağıtım çok yavaş ve eksik olma riskiyle karşı karşıyadır. Dolayısıyla genel ekonomik verimlilik ve Pareto optimumu aynı sonuçları vermez. Bu iki düşünce sistemi arasındaki fark sarihtir. Ayrıca Salop’a göre, toplam refah standardı uygulandığında, rakipler ve rekabet üzerindeki olumsuz etkilerin, yoğunlaşmaların kontrolü çerçevesinde de ele alınmaları gereklidir (Salop, 2005). Yani rakiplerin, daha doğrusu hissedarlarının yaşadığı her kayıp, bir şirket birleşmesine izin verilmesi veya verilmemesi için bir neden oluşturabilir.

Dolayısıyla birleşmeye giden bir şirketin rakipleri, birleşmeye konu olan şirketlerin verimsiz olması veya bu birleşmenin tüketiciye faydalı olacak olması durumunda bile böylesi bir yoğunlaşmaya karşı çıkma hakkına sahip olurlar.

Daha sonra tartışılacağı üzere, rekabet politikasında belirleyici unsur amaçtır.

Uygulanacak iktisadi yaklaşımda hedeflenen amaçla uyumlu olmak ve bu amaca hizmet etmek zorundadır. Salop’un görüşüne göre, ABD’de kurulduğu ve uygulandığı şekliyle rekabet hukukunun amacı tüketicileri korumak ve onların refahını maksimize etmektir.

Yazara göre, toplam refah standardı her şeyden önce rekabet hukukunun gerçek hedefleriyle uyumsuzdur. Bu standardın uygulanması, rekabet hukuku uygulayıcılarının son kararlarında tüketicilerden ziyade ya da tüketicilerin dışında, rakipleri, üreticileri ve rekabeti de dikkate aldığı bir sistemin oluşmasına sebebiyet verir. Dolayısıyla bu sistem, rakiplerin değil rekabetin korunmasını esas alır. Öte yandan toplam refah standardı daha

40 genel ve karmaşık bir sistem olduğu için, yetkililere, uygulama alanında zorluklar çıkarır.