• Sonuç bulunamadı

3. REKABET POLİTİKASINDA TÜKETİCİ REFAHI STANDARDI

3.2. Rekabet Hukuku Uygulamasında En Uygun İktisadi Refah Standardı:

40 genel ve karmaşık bir sistem olduğu için, yetkililere, uygulama alanında zorluklar çıkarır.

41 olmakla beraber, toplam fazla standardı, ne idare için ek bir maliyet çıkarır, ne de rekabet kurumu ekonomistlerinin çalışmalarını zorlaştırır. Buna karşın “tüketici refahı standardı”, uygulama açısından kolay değildir. Bu standardın uygulanmasında karşılaşılan önemli zorluklardan birisi, ara oyuncular, yani ara tüketicilerdir. Buna karşın, tüketici refahı standardı, yalnızca son tüketiciyi dikkate alma eğilimindedir. Oysa bir şirket yoğunlaşması, ara kullanıcı veya ara tüketicileri de etkileyebilir. Bir teşebbüsün devralınması işleminin bu aracılar üzerindeki etkisini ölçmek ise kolay değildir. Ayrıca tüketicilerin düşünceleri, tüketici refahı standardının uygulanması için faydalı bir araç sunmaz.

Heyer’e göre ekonomik etkinlik, piyasada zaten var olan birtakım ürünlerin üretim maliyetlerini düşürebilir ya da yeni ürünlerin yaratılmasını tetikleyebilir.

“Dinamik” sıfatıyla tanımlanan bazı verimlilikler de işletmeleri yeni ürünlere kaynak aktarmaya teşvik eder ve sabit maliyet tasarrufu sağlar (Heyer, 2006). Bu tip verimlilikler, tüketici refahına, en azından doğrudan etki etmez; çünkü şirketin, kârını maksimize ettiği fiyat ya da üretim düzeyinde değişiklik yaratmaz; ancak dinamik ekonomik verimlilikler, toplam refah düzeyinde artışa neden olur. Yani genel olarak ekonomi üzerinde olumlu etkileri vardır. Fakat tüketici refahı standardı, bir yoğunlaşmanın yaratabileceği böylesi bir faydayı değerlendirebilmek noktasında, fazlasıyla dar bir tanıma sahiptir14.

14 Heyer’a göre Tüketici refahı standardının sorunlu başka bir yanı da, yoğunlaşmaların piyasa fiyatlarını düşürdüğü durumlarda gözlemlenir. bu tip yoğunlaşmalarda, tüm tüketicilerin durumu daha iyiye gitmez.

Dar bir tüketici refahı tanımı, sadece “bazı” tüketicilerin refahının arttığı durumları dikkate almaz. Etkin bir birleşme bazı şirketleri piyasadan çıkmaya itebilir. Birleşme sonucu ortaya çıkan yeni şirket, fiyatlarını düşürebilecek kapasiteye sahip olur ve bu da onun ürünlerini alan tüketicilerin durumunu iyiye götürür.

Bununla beraber, birleşme öncesi rakip şirketlerin ürününü alan tüketiciler -ve aslında söz konusu

42 Salop ve Heyer’in makalelerini incelediği çalışmasında Woodbury, Heyer’in toplam refah arayışının, şirketlerin yoğunlaşma kararlarını, tüketici refahı dışındaki kriterlere dayandırmaya teşvik ettiğini, bununsa Heyer’in yaklaşımında tartışmaya en açık olan yön olduğunu söylemektedir (Page & Woodbury, 2006). Toplam refah arayışı çerçevesinde, tüketicilerden çok, piyasadaki üreticilere fayda sağlayacak birleşmeler gerçekleştirmek doğrulanabilir. Dolayısıyla etkinliği artırmaktan çok, piyasa gücünü artırmayı hedefleyen birleşmelerin gerçekleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Woodbury, iktisatçıların çoğunun toplam refah standardını tercih etme eğilimde olduğunu iddia eder. Bunun nedeni, Woodbury’ye göre, bu standardın diğer tüm iktisadi politika alanlarında kullanılıyor olmasıdır; fakat bu standardın kullanılması, yoğunlaşmaların kontrolünü bugün olduğundan “daha zor ve spekülatif” hale getirir. Ayrıca bir şirketin,

“dinamik verimlilik” sağlamak gayesiyle, tüketicilerden üreticilere doğru bir zenginlik transferine neden olduğu bir sistem de kabul edilebilir değildir. Dolayısıyla Woodbury’nin, tıpkı Salop gibi, rekabet hukuku açısından tüketici refahı standardını, toplam refah standardına tercih ettiği görülmektedir.

Crandall ve Winston da, rekabet hukukunun, tüketici refahı kavramı çerçevesinde kurulması ve amacının da tüketici refahının maksimizasyonu olması gerektiğini reddetmez (Crandall & Winston, 2003). Çalışmalarında var olan sistemin ve bu sistemin

piyasanın tüm tüketicileri- daha az sayıda seçenekle karşı karşıya kalır. Ayrıca bazı şirketlerin piyasayı terk etmek zorunda kalması da ne rekabet için ne de ekonominin geneli için tercih edilebilir bir durumdur.

Bu tür örnekleri sıralayarak, yoğunlaşmaların kontrolü için, toplam refah standardının daha uygun bir kriter olacağının altını çizer. Asıl hedefi, piyasanın tüm oyuncularının dikkate alındığı daha genel bir standarda başvurmanın, rekabet hukuku açısından daha faydalı olacağını ortaya koymaktır. Bu çabasına karşın, ortaya koyduğu yaklaşımın, birtakım olumsuz eleştirilere maruz kalmış zayıf yönleri bulunmaktadır. Heyer, K. “Welfare Standard and Merger Analysis: Why not the Best?” in Economic Group Analysis Group Discussion Paper, 2006 March

43 yetkililerce uygulanmasının nasıl ve neden tüketici refahını hep artıracak sonuçlar doğurmadığını irdeler. Crandall ve Winston’a göre, Amerikan Yüce Mahkemesi’nin tekelleşmelerle ilgili sembolik hale gelmiş kararlarının çoğu (Standard Oil, 1911;

American Tobacco, 1911; United Shoe Machinery, 1918; Alcoa, 1945; Paramount, 1948) tüketiciler için doğrudan bir fayda veya gelişme sağlamamıştır. Bu sonucun birçok nedeni vardır. Söz konusu ihtilafların, genellikle çok uzun bir zaman dilimine yayılıyor olması, nedenlerin ilkidir. Yani çözümler uygulanmaya başlandığında, söz konusu piyasa ya da sanayiler, bu çözümleri etkisiz hale getirecek temel değişikliklere maruz kalmış olmaktadır (Standard Oil, 1911; Alcoa, 1945; Microsoft, 2007). İkinci neden, çözümlerin verimsizliğidir (inefficiency). Bu kararların siyasi açıdan popülerlik kazandığı doğruysa da, bunların tüketiciler üzerinde olumlu etkileri olduğuna dair çok az kanıt vardır. Çoğunlukla rekabet karşıtı olarak algılanan gizli anlaşmalara gelince, yine aynı şekilde, fiyat artışı neticesinde tüketicilerin zarar gördüğünü ispat edebilecek deliller sınırlıdır. Yoğunlaşmalar genelde verimliliğe dair bir kanaatten istifade eder;

ancak yetkililer tarafından engellenen birleşmelerin çoğu, sistematik olarak tüketici refahını güçlendirmiş ya da artırmış değildir15.

15 Özetlemek gerekirse, Crandall ve Winston’a göre rekabet hukukunun verimsizliğini, tüketici refahının desteklenmesi ve güçlendirilmesi bağlamında açıklayan temel olarak altı neden vardır15: (i) tekelleşme ihtilaflarının uzun sürmesi, (ii) etkin çözümler bulmanın zorluğu, (iii) tüketiciler için tehlikeli olma potansiyeline sahip yoğunlaşma durumlarını belirlemenin zorluğu, (iv) yeni ekonominin dinamik ve yenilikçi yapısına uygun rekabet politikaları yaratmanın güçlüğü, (v) denetlenmesi gereken şirketleri belirleyen siyasi güçler, (vi) şirketlerin davranışlarının rekabete aykırı etkilerini gizleyen piyasa gücü. Söz konusu çalışma, tüketici refahının önemini tartışmaya açmayan, daha ziyade deneysel bir araştırmadır.

Aksine, Candrall ve Winston tüketici refahının rekabet hukukunun nihai hedefi olduğunu teyit ederler.

Onların gayesi, daha ziyade, pozitif rekabet hukukunun neden bu hedefe etkin bir şekilde ulaşamadığını ortaya çıkarmaktır. Bununla beraber, analizimiz açısından önemli olan husus, yazarların, rekabet hukuku uygulamasında, belki de yeterince tüketicinin refahı veya gelir kaybına değil de başka unsurlara göre hareket ediliyor olduğu görüşünü doğrulamalarıdır. Örneğin bazı durumlarda toplam refah, bazı durumlarda başka iktisadi ölçülere göre hareket ediliyorken, tüketicinin uğradığı doğrudan gelir kaybı

44 Werden ise Crandall ve Winston’ı iki yönden eleştirmektedir (Werden, 2003). İlk olarak Werden’e göre, Crandall ve Winston’ın yaklaşımında, kartel faaliyetlerine ilişkin cezai kovuşturmalar konusundan bir bakıma kaçınılmaktadır. Crandall ve Winston, karteller konusunda, sadece Sproul’un fiyat artışı etkileri üzerine yaptığı bir araştırmanın bazı sonuçlarına atıfta bulunmaktadırlar. Bu araştırmaya göre, Amerikalı yetkililer tarafından 1972-1983 yılları arasında görülen kartel davaları neticesinde, söz konusu piyasalarda fiyat artışları gözlemlenmiştir. Ancak Sproul’un araştırması, böyle bir analize uygun değildir; çünkü bu araştırma, piyasanın diğer ögelerini, yani kartel etkisi dışındaki ögeleri, dikkate almamaktadır. Werden’e göre bazı kartel kovuşturmalarının, fiyatlarda düşüşe yol açtığı dahi görülmüştür.

Yatay yoğunlaşmalar açısından bakıldığında, Crandall ve Winston’a göre yoğunlaşmaların kontrolü, rekabeti korumaktan ziyade verimli yoğunlaşmaları kısıtlamaktadır (Crandall, 2003). Werden’e göre bu yazarlar düşüncelerini dayandırdıkları birtakım deneysel araştırmalara oldukça seçici bir şekilde yaklaşmaktadır (Werden, 2003). Ayrıca dayanak olarak kullanılan bu araştırmalar iki anlamda tartışmalıdır. Öncelikle, bir yoğunlaşmanın engellenmesi, prensip olarak söz konusu piyasanın var olan yapısını muhafaza eder; bu bağlamda fiyatlar, maliyetler ve kârlar üzerinde bir etkisi olamaz. Öte yandan, maliyetler verimsiz yoğunlaşma durumlarında artabilir de. İkinci olarak, Crandall ve Winston’ın kullandıkları deneysel araştırmalar fazlasıyla geneldir ve detaylı verilere dayanmaz. Yazarlar bunu bir sorun olarak görmemekte ve bu tip araştırmaların yalnızca ölçülen etkileri biraz seyrelttiğini,

veya zarar üzerinde yeterince durulmamaktadır. Crandall, R.W. and Winston, C. Does Antitrust Policy Improve Consumer Welfare? Assessing the Evidence, Journal of Economic Perspectives – Vol. 17, Nb 4 Fall 2003 p 3-26

45 muğlaklaştırdığını düşünmektedir; ancak Werden’a göre bu tehlikeli bir kanıdır, zira araştırmanın, incelenen etkileri ne derece erozyona uğrattığını bilmemiz mümkün değildir.

Öte yandan, Pittman’a göre, bir şirket bir birleşme veya devralma işlemi önerdiği zaman, bu yoğunlaşmanın verimli olacağını, üretici fazlasını ve buna bağlı olarak toplam refahı artıracağını varsaymak yanlıştır (Pittman, 2007). Birçok araştırma göstermektedir ki yoğunlaşmalar, satın alan şirketin hissedarlarına değil, daha ziyade satın alınan şirketin hissedarlarına fayda sağlamaktadır. Yani bu tür bir yoğunlaşmadan çıkacak toplam verimlilik, genelde oldukça sınırlıdır. Ayrıca bir şirketin yarattığı verimlilik, büyük ölçüde yöneticilerine, bu yöneticilerin, birleşmeden ortaya çıkan yeni kaynakları idare etme becerisine bağlıdır. Yani sonuç olarak rekabet uygulayıcıları, bir yoğunlaşma talebinin bir şirketin yöneticilerinden gelmesinden hareketle, birleşme işleminin bir şirkete fayda sağlayacağını varsaymamalıdır. Pittman’a göre, bu tür bir yaklaşım, neoliberal iktisadın, birleşmelere dair sahip olduğu verimlilik kanısına dayanır.

Oysa son dönemde gerçekleştirilen bazı çalışmalar birleşmelerin her koşulda ve otomatik olarak etkinliği artırmadığını ortaya koymuştur. Bu çalışmalar, özellikle

“konglomera” (conglomerate) pazarlarda, birleşmelerin daha fazla etkinlik getirmediğini göstermektedir. 80’li yılların başında ABD’de konglomera pazarlarda gerçekleşmiş olan birleşmeler, büyük ölçüde başarısız olmuş; hatta çoğu ayrılmayla sonuçlanmıştır (Adams

& Brock, 1987, s.1119). Başka bir çalışma, İngiltere’de benzer konglomera birleşmelerin sonucunda iktisadi etkinliğin bazı durumlarda değişmezken, bazı

46 durumlarda azaldığını; arttığı durumlardaysa, bu artışın beklenen hızla gelişmediğini ortaya koymuştur (Cowling ve diğerleri, 1980). Aynı çalışma, birleşmelerin, uluslararası rekabetin veya ihracatın gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını da ifade etmektedir.

Ayrıca Adams ve Brock, birleşme ve devralmaların işletme ve işlem masraflarının çok yüksek olduğuna dikkat çekmektedir. İşlemler için yapılan masraflar, araştırma ve geliştirme veya yenilik gibi alanlara yöneltilmediği için, piyasa koşullarında iyileşme yaratmaktan uzak kalınırken, aslında sosyal maliyeti yüksek ve verimliliği çok düşük bir bilanço ortaya çıkmaktadır (Adams & Brock, 1987, s.1121). Bu durumda tüketici refahının artmadığı ve kollanmadığı da açıktır.

Adam ve Brock, tekelleşme ve hakim durumda olmaktan öte, bir teşebbüsün büyük olmasının da rekabet açısından yeterince önemli bir sorun olduğunu savunmaktadır (Adams & Brock, 1987, s.1121). Bu görüş, sadece Chicago Okulu’na değil; aynı zamanda Lande gibi, neoliberal görüşlere eleştirel bakanlar açısından da terstir. Bir teşebbüsün büyüklüğü, o teşebbüse, hem devletin sosyal kontrolünden hem de piyasanın koşullarından sıyrılması için yeterli güç sağlayabilir. Dolayısıyla böyle bir gücün yalnızca hakim durumla geldiğini düşünmek yanlış olacaktır. Dev şirketlerin, holdinglerin, sanayi devlerinin piyasada rekabete aykırı davranabilmesi için iktisadi etkinlik performansının yüksek olması gerekmez. Bu tür güce sahip olan şirketler iktisadi verimlilik üretmeden ve yenilik yapmadan da piyasayı manipüle edebilir. Büyük şirketler, hakim durumda olmasalar bile, pazarda gizli işbirliği yaratarak rekabeti bozabilir. Özellikle pazarda veya söz konusu sektörde yoğunluk fazlaysa, sanayi devlerinin rekabetten sıyrılması daha kolay hale gelecektir. Adam ve Brock’e göre bu

47 güç, devletin aktörlerinin hareket alanını da sınırlayan bir hale gelebilir. Bu yapı, bir bütün olarak, söz konusu şirketlerin iktisadi etkinlik üretmek için teşviki ve hatta üzerlerinde oluşabilecek baskıyı tamamen ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla rekabet politikası bu büyüklükte şirketlerin varlığına izin vererek, sanılanın aksine, etkinliği teşvik etmiş olmayacaktır. Adams ve Brock, büyük ölçekli şirketlerin, aslında etkinliği ve üretkenliği kısıtladığını ve sonuçta tüketicilerin refahına da zarar verdiğini iddia etmektedir.

Oysa pek çok yeni çalışma, aslında birleşme ve devralmalar sonrasında pazarda meydana gelen fiyat artışı veya oynamalarının, tek başına yoğunlaşmaya taraf teşebbüsler tarafından değil; pazardaki tüm teşebbüsler tarafından çoklu olarak yaratıldığını ortaya koymaktadır (Vickers, 2003, s.99). Bu da esasen zımni bir işbirliğinin ve genel olarak koordine davranışların daha muhtemel olduğunu göstermektedir. Bu çalışmalar göstermiştir ki aslında sadece hakim durum yaratılması değil, işbirliğinin kolaylaşması da rekabeti kısıtlayan veya bozan bir etkiye neden olabilecektir. Bu durumda birleşme ve devralmaların kontrolünde rekabetin önemli ölçüde azalması testi, hakim duruma dair tespit kadar ve hatta belki de ondan daha önemlidir. Şayet birleşme veya devralma işlemi, pazarda danışıklı hareket etmeyi kolaylaştırıyorsa, rekabetin önemli ölçüde azalabileceğini savunmak mümkün olacaktır.

Oysa sadece hakim duruma bakarak birleşme ve devralmaların denetlenmesi halinde bu tür sonuçların önlenmesi mümkün olmayacaktır.

Vickers’a göre birleşme ve devralmalar hakikaten de tüketicilere bazı faydalar sağlayabilir (Vickers, 2003, s.100). Rekabet politikası, tüketici açısından olumlu iktisadi

48 etkinlik yaratabilecek bu tür işlemleri yasaklamamalıdır. Vickers, bu tür sonuçların özellikle rekabetin önemli ölçüde kısıtlanması testini geçebilen birleşme ve devralmalarda görülebileceğini ileri sürmektedir16. Bazı birleşme ve devralmalar daha fazla rakip ve rekabet yaratırken, bazıları daha az rakip olmasına yol açmalarına rağmen yine de iktisadi etkinlik doğuracaktır. Vickers, ikinci durum söz konusu olduğunda, her ne kadar birleşme veya devralma işlemi, rekabetin önemli ölçüde azalması tesini geçemediyse de, yine, yarattığı iktisadi etkinlik sayesinde işleme izin verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Vickers, bunun çok nadiren rastlanacak bir durum olsa da, mümkün olduğunu ifade etmektedir.

Adams ve Brock (1987), özellikle, zaten büyük olan şirketler söz konusu olduğunda, birleşme ve devralmalara, ancak ilgili teşebbüslerin iktisadi etkinliği, yeniliği ve uluslararası rekabeti artıracağına dair güvenilebilir veriler sağlayabilmesi halinde izin verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Adams ve Brock, aynı zamanda, tarafların sağlanacak etkinliğin başka bir işlem veya politika ile sağlanamayacağını da kanıtlamaları gerektiğini de iddia etmektedir (Adams & Brock, 1987). Bu şekilde, rekabet politikası, gerçek anlamda daha fazla iktisadi etkinlik ve tüketici refahı sağlamış olacaktır. Daha önemlisi, bu politika sayesinde gücün daha az merkeziyetçi ve pazarların

16 Rekabetin önemli ölçüde azalması testinin hakim durum testine göre bir başka önemli avantajı, kolektif hakim durumun tespitidir. Hakim durumun yaratılması veya güçlendirilmesi testi en çok payı kriterine (en çok, pay kriterine göre?) göre hareket eder ve işleme taraf teşebbüslerin işlem sonrasında hakim duruma gelmesi veya sahip olduğu hakim durumu güçlendirmesini değerlendirerek karar verir. Ancak işleme taraf teşebbüsler hakim durumda olmasalar dahi yeni pazar koşullarında diğer teşebbüslerle birlikte “kolektif hakim durum” yaratmaları mümkün olabilir. Bu durumda rekabetin önemli ölçüde azalması testi daha etkili olacaktır. Tek bir teşebbüsün hakim durumda olmadığı hallerde bile, “kolektif hakim durum”

yaratılarak pazardaki rekabet ciddi biçimde etkilenecektir. İkinci test bu durumun da önlenebilmesi için gereklidir. Gizli işbirliği olmadan da teşebbüsler pazarda rekabeti azaltabilir veya ortadan kaldırabilir.

Birleşme ve devralmaların tabi olduğu testin bu tür sonuçları da önleyebilmesi gerekir. (Vickers, 2003, s.101-102)

49 daha az yoğun olduğu bir piyasada, gerçek anlamda ekonomik serbestlik yerleşecektir.

Bu sonuç rekabet politikasının asli amacıdır.

Sonuç olarak tüketici refahı standardı hem iktisat teorisine hem de rekabet politikasına, “refah iktisadı” olarak adlandırılan iktisadi teori sayesinde girmiştir. Refah iktisadı, ekonomi politikasında karar alıcıların iktisadi verimlilik ölçülerine göre hareket etmeleri gerektiğini ve her türlü iktisat politikasının amacının, iktisadi verimliliği artırmak olduğunu savunur. Tüketici refahı standardı da özünde bu temel ilkeye dayanır.

Ancak, gördüğümüz üzere, tüketici refahı standardı ile ilgili iki temel sorun karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi tüketicinin verimliliğinin, üretici verimliliğinden farklı olarak tanımlanmasının zor olmasıdır. Tüketici verimliliğinin farklı bileşenleri gibi, tüketicinin gelirini hangi ögelerin etkilediği ve tüketici refahının tüketici artı değerinden farkı gibi önemli konularda henüz iktisat literatüründe dahi bir görüş birliği yoktur. Diğer taraftan refah iktisadı, piyasadaki aktörlerin birbirlerinden ayrı ve bağımsız olarak refah ya da verimlilik düzeylerinin ölçülemeyeceği; ancak toplam refah üzerinden bir değerlendirme yapılabileceği savına dayanır. Bu durumda aslında tüketici refahı standardı ya da tüketicinin doğrudan refahı üzerinden değil, toplam refah üzerinden hareket ederek karar alınır. Bu durum çeşitli görüş ayrılıklarına yol açmakta ve pek çok iktisatçı ve hukukçu açısından tüketici refahı standardını meşru veya istenilen bir kriter olmaktan çıkarmaktadır. Bu nedenlerden dolayı, tüketici refahı standardı tartışmalı bir kriterdir. Rekabet politikasında uygulanması, hem iktisadi açıdan hem de farklı siyasî yaklaşımlar açısından sorun teşkil edebilir.

50 Tüketici refahı standardının, rekabet politikasında bugünkü yerini almasında ise özellikle Chicago Okulu önemli rol oynamıştır. Chicago Okulu da aslında ileride göreceğimiz gibi, tüketici refahını değil, toplam refahı esas alan bir rekabet politikası önermektedir. Bununla beraber, bu okulun rekabet politikasına en önemli etkisi, ölçülebilir iktisadi kriterlere dayalı bir karar sistemi geliştirmeyi amaçlarken, rekabet politikası ve hukukunda köklü bir değişikliğe yol açması olmuştur. Bu değişim, Amerikan rekabet politikasıyla somut olarak başlamış ve daha sonra AB rekabet politikasını da, daha iktisadi bir yaklaşım geliştirilmesi düşüncesi altında etkilemiştir.

Buna rağmen, tüketici refahı standardının aslında iktisat alanında hala tartışmalı bir kavram olduğunu akılda tutmakta yarar vardır. Bu nedenle, tüketici refahı standardının, rekabet hukukunda, daha sonra da açıklanacağı gibi, ölçülebilirlik ve hukuki öngörülebilirlik getirdiği iddiaları sorunludur (Shughart II, 2000).

51 İKİNCİ BÖLÜM

TÜKETİCİ REFAHI STANDARDININ AMERİKAN ANTİTRÖST POLİTİKASI VE HUKUKUNA GİRİŞİ VE GELİŞİMİ

Amerikan iktisat ve hukuk teorilerinin, “refah” iktisadı yaklaşımını ortaya çıkarmakla kalmayıp, uzun bir dönem bu kavramın gelişimine önemli katkılar sağladığı muhakkaktır. ABD rekabet hukukunun 100 yılı aşan bir mazisi vardır. Bu konuda çıkan ilk kanun, 1890 tarihli ünlü Sherman Yasasıdır. Roma Anlaşması’nın kabulünün 1957 olduğu düşünüldüğünde, Amerikalı yasa koyucuların, rekabetçi bir piyasanın işlemesini sağlamanın gerekli olduğunu, AT yetkililerine göre çok daha erken fark ettiğini söylemek mümkündür. Tabii AT çatısı dışında Avrupa ülkelerinin de ayrı rekabet gelenekleri oluşmuştur. Ancak uygulamaya baktığımızda tüm bu ülkeler bu alanda ABD’den daha geri planda kalmışlardır. Bununla beraber, Amerikan rekabet hukukunun amaçlarının ve yorumlanışının, anılan kanunun çıktığı tarihten bugüne kadar değişime uğradığı da göz önünde bulundurulmalıdır.

Amerikan rekabet uygulayıcılarının -en azından söylemde- rekabet politikasının amacı konusunda bir görüş birliğine ulaştığını iddia etmek mümkünse de (FTC at 100, 2009 s.14), doktrinde günümüzde dahi Amerikan rekabet hukukunun nihai amacı etrafında geniş bir fikir birliğine veya tam bir mutabakata ulaşıldığını söylemek mümkün değildir. ABD’de kabul gören rekabet hukukun olası amaçları bağlamında, ilk olarak, ABD’de son 40 yılda ortaya çıkmış iktisat ve rekabet hukuku okullarını ele almak ve açıklamak elzemdir.

52 1. TARİHİ VE TEORİK GELİŞİM